[Derleyenin Ön Notu: 1983 yılının nisan
ayında yayınlanan Nitelik Derleme'nin altıncı sayısında yer vermiş
olduğumuz bu yazıyı, günümüz yayıncılığının ve kitapçılığının içinde bulunduğu
'ruh'suz ve 'hayâsız' yapılanması karşısında, bir kez daha okunması ve
içselleştirilmesi düşüncesiyle ilginize sunuyoruz. Muzaffer İlhan Erdost'a saygılarımızla... ]
KİTABEVİNDEKİ
BEN BENDEKİ KİTAP
Bizi, biz iki kardeşi, okur, daha çok Sol ve Onur yayınlarıyla tanır.
Yayıncılığa, ilkin, Açık Oturum Yayınları'yla başladığımı ise yakın
dostlar anımsar. O günlerden kalma anılar da vardır. Geçenlerde, Ece
Ayhan, Bırakılmış Biri'nin kapağını değiştirdiğimi anımsatınca, aklıma
geliverdi. Orhan Duru, öykülerini "Bırakılmış Biri" adıyla yayınlamak
isteyince, ben de, kapağa 'Bırakılmış Biri'nin hamile bir kadının
fotoğrafını koyuverdim. Eleştiriler, benim "ince'liğimle alaya dönüşünce,
kapağı değiştirmiştim. Ece'nin anımsatması, bir başka şeyi çağrıştırdı.
Erdoğan Tokmakçıoğlu da, hani "indim yarin bahçesine / parsellenmiş"
dizeleriyle anımsadığımız Erdoğan da, öykülerini, Açık Oturum
Yayınları'ndan çıkarmamı istemiş. Olur demişim. Sonra bir gün,
basımevinin çıkışında Tokmakçıoğlu'nun kitabını basılmış, bağlanmış
olarak görecektim. Kapağında da "Açık Oturum Yayınları"nın amblemi. Bir
akşam, Gençlik Parkı'nın kapısında Erdoğan'la karşılaşınca, canını
sıkacak kadar söylenmiş olmalıyım. Ki, ben oradan ayrılınca,
yanındakilere "niye bu kadar öfkeliydi, anlayamadım" demiş, "herhalde
kapağa hamile kadın fotoğrafı koymadım diye kızdı..."
Açık Oturum Yayınları'na ne oldu? Yel üfürdü, su götürdü gibi. Son üç
kitabı, basılmış formalar halinde çalındı. Biri kese kağıdı olarak satmış
olmalı. Basılmış olanlar da, ben askerden döndüğümde hurda kağıt olarak
satılmıştı. Açık Oturum Yayınları, benim için bir deneyim oldu. Yeni
yayın döneminde, bu deneyimden oldukça yararlandım. İkinci yayın
dönemimizi ise okur, ayrıntılarıyla biliyor sanırım.
Şimdilerde, gene kitapla içiçe, gene ve daha çok kitapla kucak kucağa
olmakla birlikte, kitaba, kitabın özüne, içeriğine yabancılaştığım bir
sürece çekiliverdim. Kitapları, artık bir başka yönüyle tanıyorum. Şimdi
nasıl tanıyorum kitapları? Yanıtını, gündelik uğraşımdan çıkarıyorum :
Kapaklarıyla tanıyorum, raflardaki yerleriyle, bazan arkalarında, bazan
kapak içlerinde gizlenmiş fiyatlarıyla, bazan üstüste vurularak bir göbek
oluşturmuş fiyat etiketleriyle.
Kimi kitaplar, yazarın öteki kitaplarıyla, kardeşleri gibi yanyana
dizili. Kimileri birbirine komşu durmuş. Kimi yazılar, aynı kapak düzeni
içinde, aynı amblemle, bir aileye katılmış gibi. Kimi de konuları
benzediği için yanyana gelmişler. Birbirine karşıt/hasım kitapların,
yanyana durmaya yargılandığını görmek de olanaklı. Dingin kapaklarda,
soluk renklerden, devingen kapaklara, azgın renklere doğru...
Hangi kitap daha "önemli"? Bu da değişiyor şimdi. Yeri daha sık boşalan
kitaplar, üzerlerine tozların tünediği kitapların önüne çıkıyor. Aranan,
sık sorulan kitaplar, yeni bir 'değer' kazanıyor. Kendi değerleri nedir?
Şimdi pek bilemiyorum bunu. Belki kendisinin içerdiği değerden daha büyük
bir değer taşıdığı sanrısını uyandırıyor sık sorulur olmaları. Kimi zaman
da, 'Ölü'lerin ardında bir heykele dönüşüyor. Ödüllerin kabarttığı "kel
fatma"ları da unutmamalı.
Azra Erhat öldüğünde, yenile açmıştık Onur'u. Vitrine, Azra'ya saygı
anlamında kitaplarını diziverdik. Biri kız biri oğlan iki gencin vitrine
bakarak konuştuklarını duyuyorum içerde. "Bugün gazetede yazılıydı,
kitaplarını vitrine koymuşlar hemen.." 'Fırsatı' kaçırmamışız, 'ölü'
ticareti yapıyormuşuz gibi pis bir duygu kaplıyor içimi. Sanki Mavi
Yolculuk ilk çıktığında, Ulus Gazetesi'nde yazdığım yazıyı, Azra, Vedat
Günyol aracılığıyla benden istememiş gibi. Bütün iyi duygular, saygılar,
kendilerini, burada, evrensel eşdeğerle özdeşleştiriyor gibi. Gitseler,
ayrılsalar vitrinden, hemen kaldıracağım kitaplarını Azra'nın. Ve
kaldırıyorum da...
Barıştırıyor beni de kitaplarla. Bazı yayınevlerinin kitaplarını bile
görmek istemezdim. Nice değerli kitabın, nice babıali/bizans entrikasına
'kurban' edildiğini ve nice yüce bilimsel incelemenin, tecimsel tutkulara
adak olarak adanıp yaşlı horoz gibi boğazlandığını bildiğim için, görmek
bile istemezdim bazı değerli kitapları. Bazı yazarların kitaplarını da...
Şimdi hepsini 'barış içinde bir arada' yaşatma gibi bir zorunlulukla da
karşı karşıya kaldığımı içten içe anlıyorum. Tecim, burada da düşüncenin
ayrılan çizgilerini, gerçek eşdeğerin ortak çizgisinde birleştiriyor.
Ne kadar oldu kitabevini açalı diye düşünüyorum. Onur'u (1982) temmuz başında, İlhanİlhan'ı kasım başında, ikisi de yeni sayılır. Biri kundakta, biri
emekliyor da denilebilir. Ama kitabevi olgusu, 'ben'i benden aldı, bir
başka 'ben' oluşturdu bana karşı. Yayınevinin zorlukları, bulandırıcı
yanları yok muydu? Ama orada sürekli arar, okur, düşünürdüm. Kendimle
bütünleşen, beni bütünleyen, düşüncelerime yön veren ve arayışlarımı yer
yer çözüme kavuşturan. Hepsinden önemlisi, akan bir düşünceye dönüşmüştüm
giderek. Kimi zaman taşkın, kimi zaman içten içe de olsa... Bazan
coşkulu, bulanık, bazan dingin ve duru da olur. Gene de giderek
yoğunlaşan bir düşünce akışına çekiliyordum. Şimdi ise kurudum, suyu
çekilmiş dereye dönüverdim.
Nedir kitap? Bir ağacın dalında, bir denizi derinliğinde, bir bitkinin
köklerinde, kısacası doğada bulunan bir şey değildir kitap. İnsanın
insanlaşması ve bilinçli eylemi sonucu, tarihsel olarak oluşmuştur.
Dilden, yazıdan, kağıttan, makineden ve bunların türetim ve üretiminden
yalıtılamayacağı gibi, bilimden, felsefeden, sanattan ve yazından da
yalıtılamaz. Kitap, yalnızca onu yaratan kişinin değil, insanlığın ortak
kazanımlarının toplamı ve kendisidir.
Sevdiğimiz bir insanın fotoğrafının yırtılması, biliriz ki, o insanın,
insanal yanına, bir düşün insanıysa düşüncelerine bir saygısızlıktır.
Sevdiğimiz bir insanın kendisine yapılan bir saldırının artık o insanın
bedensel varlığına değil, onun bizim için taşıdığı anlama, bizim
paylaştığımız ve biraz da bizim olan yanlarına bir saldırı olduğunu da
biliriz. Kitap, bu bakımdan daha da önemli. Orada, insanın, kişinin,
evrensel emeğinin ürünü, yarattığı değerlerin tümü ya da bir bölümü, onu
yaratan bedenden ayrılır, ve insanlar açısından, geleceğin insanları
açısından yaşamaya devam eder. Onu yaratan bedenden ayrılmıştır ama, o
insandan, insanlığın tarihsel gelişiminden doğmuştur. Onun içindir ki,
kitaba yönelen saldırı, içerdiği düşünce ve duyguları oluşturan insanlara
bir saldırı, yaratılmasında onların payı olacak geleceğin insanına
saldırıdır. Kitaba saygı, insanın insan olma özelliğine, yani düşüncesine
ve duygusuna, kendisine saygıdır.
Düşüncenin baskı altına alındığı dönemler, ayrılmaz bir biçimde, kitaba
baskıyla bütünleşmiştir. Bunun gibi, kitaba yönelik baskıları, düşüncenin
serbestçe açıklanmasına, düşünce ve duyguların serbestçe gelişmesine
yönelik baskılardan ayırmak olanağı yoktur.
Geçen gün elimde hesap makinesi, gelişigüzel aklıma gelen sayıların
karekökünü çıkarıyordum. Tam da o günlerde bir gazetede, çocuklara çarpım
cetveli öğretmenin, onların gelişmelerini geciktiren yanlış bir eğitim
yöntemi olduğunun ileri sürüldüğünü yazan bir haberi okudum. Karekök,
küpkök almak aynı açıdan daha da geçerli. Aramanın, araştırmanın
yalın/basit basmaklarıdır bunlar. Peki ama dedim, karekök ya da küpkök
alan hesap makinelerini kim yapacak? Biz yapmıyoruz, ve doğal olarakdır
ki, böyle bir eğitimi benimsemeyi biz hiçbir zaman yapamayacağız. Peki,
biz toplum olarak, ulus olarak ne yapacağız? Bize buyurulan işleri,
buyurulduğu biçimde yapmaya yargılı bir kuşak mı yetiştireceğiz!
Kuşku yok ki, toplumsal gelişme, toplumun gelişmesi, toplumun geleceğini
kendisinin belirlemesi, düşüncenin serbestçe gelişmesiyle, bilimin
serbestçe açıklanmasıyla olanaklıdır.Çağımız için bu, daha da belirgin
bir biçimde böyledir. Bağımsızlaşmanın, özgürleşmenin, demokratikleşmenin
anahtarı, bilimde, felsefede, yazında, serbestçe düşünen, araştıran
düşüncelerini serbestçe açıklayan bir toplum olmakla olanaklı. Bu da,
bilim, felsefenin, yazının kendisinde somutlaştığı kitabın, serbestçe
üretiminin ve tüketiminin olanaklarının yaratılmasına bağlıdır.