7 Kasım 1913 tarihinde henüz bir Fransız sömürgesi olan Cezayir’in şirin
kasabası Mondovi’de, İspanyol bir anne ve Fransız bir babanın
evliliğinden dünyaya gelen bebeğin insanlık tarihine damga vuracak bir
değer olacağını kimse bilemezdi elbette. Camus, erkek kardeşi Lucien ve
annesi, Cezayir’in işçi mahallelerinden birindeki iki odalı bir evde,
anneannesi ve felçli dayısıyla birlikte oldukça yoksul bir yaşamın içinde
buldu kendini.
Daha bir yaşına basmadan babasını yitirmesi, yaşamının en önemli kırılma
noktası olarak bütün yaşantısını etkileyecek bir yoksulluğun içinde
kaldığı olay olacaktı. Evin bütün geçimi annesine kalınca, çaresiz
Francine Camus, ev işlerine giderek çocuklarını okutmak için çırpınır
olmuştu. Aldığı ücret evin geçimi için yeterli değildi; küçük Albert iyi
beslenemiyordu.
Yıllar ilerledikçe Albert’in ruhuna sinen isyan duygusu, on beş yaşında
henüz lise yıllarında evden ayrılmasına neden oldu. Bir süre bir
akrabasının yanına sığındı, orada da huzursuz olduğu için köhne bir odada
tek başına yaşama tutunmaktan başka seçenek bulamadı, çeşitli işlere
girip çıktı. Biraz zorlamayla da olsa liseyi bitirince Cezayir
Üniversitesi’ne kabul edildi, çok sevdiği felsefe dalında öğrenim görmeye
başladı. Üniversite öğrencisiyken yakalandığı verem hastalığı nedeniyle
öğrenimi ciddi biçimde aksamaya başladı. Okuldan ayrıldı, ancak bir
yenilgi olarak algıladığı bu dönemi insanüstü bir çabayla aştı,
zorlanarak da olsa üniversiteyi bitirmeye çalıştı. Üniversitede,
özellikle edebiyat ve felsefe alanındaki görüşlerini geliştirmesine
yardım eden, kendisi gibi futbol meraklısı akademisyen Jean Grenier’den
etkilendi. Komünist düşüncenin hızla yayılarak yandaş bulduğu bir dönemde
1934 yılında Fransız Komünist Partisi’ne üye oldu. Troçkist düşüncesi
nedeniyle partiden atılana kadar muhalefetini sürdürdü. Aynı yıl Simone
Hie ile ilk evliliğini yaptı. Camus’un büyük bir aşkla yöneldiği Simone
Hie, iflah olmaz bir morfin bağımlısıydı. Camus’nün aksine kendi başına
buyruk bir kişilik yapısında olan sevdiği kadın Camus’ye hiç de bağlı
gözükmüyordu. Büyük bir düş kırıklığıyla eşinden ayrıldığında düşünce ve
duygu dünyası darmadağın olmuştu. Yine de yılmadı. Plotinus ve Aziz
Augustinus’un felsefi yazılarına dayanarak Yunan ve Hıristiyan düşüncesi
arasındaki ilişkiyi inceleyen teziyle l 936’da yükseköğrenim diploması
aldı.
Edebiyata ve felsefeye merakıyla gelişmesinin yapı taşlarını ören Camus,
üniversite yıllarında; Gide, Montherlant, Malraux gibi çağdaş yazarların
yanısıra Fransız klasiklerini de okumuştu; bu birikimiyle Cezayir’in genç
sosyalist aydınları arasında yer aldı. Theatre du Travail (İşçi
Tiyatrosu) için oyunlar yazdı, uyarlamalar yaptı, oyunlar yönetti ve
oynadı.
Üniversiteyi bitirdikten sonraki birkaç yıl bocalama içinde geçti; ilk
evliliğinin yaşattığı düş kırıklığını aştığına inanmaya başladı; 1940
yılında, ikiz kızlarının annesi olacak piyanist ve matematikçi Francine
Faure ile evlendi.
Yazıya yeteneğini keşfedip de kabul görünce, dergilerde yazmaya başladı.
Yaşam çizgisi artık belli olmuş gibiydi. O işte de tutunamadı, çalıştığı
son derginin de ticari yapısını anlayınca âni bir kararla yazılarına son
verdi, tiyatro oyunlarının çevirisine yönelerek yaşamını kazanmaya
çalıştı. Bedeninin zayıflığı ve yakasını bir türlü bırakmayan verem
illeti uzun soluklu çalışmalarına engeldi ama başka bir seçenek de
bulamamıştı.
2. Dünya Savaşı’ndan önceki iki yıl Alger Republicain gazetesinde
başyazarlık, yayın yönetmeni yardımcılığı, politika muhabirliği ve kitap
eleştirmenliği gibi çeşitli görevler aldı. Sartre’ın ilk edebiyat
yapıtlarının bazılarını tanıttı ve Kabilya bölgesi Müslümanlarının
toplumsal koşullarını inceleyen önemli bir yazı dizisi hazırladı.
Actuelles 3 (1958) adlı kitabında kısaltılarak yeniden yayımlanan bu
makaleler, 1954’te Cezayir Savaşı’na yol açan birçok haksızlığa 15 yıl
öncesinden dikkati çekiyordu. Camus, politik-ideolojik olmaktan çok
insancıl bir tutumla ama sömürgeciliğin yol açtığı haksızlıkları göz ardı
etmeden, Fransa’nın gelecekte de Cezayir yaşamında etkili olabileceğini
düşündü.
Camus, 2. Dünya Savaşı yıllarında Nazilere karşı durdu ve Fransız
Direnişi adlı gruba katıldı. Bu grupta, Jean Paul Sartre da vardı. Onunla
tanışması bu nedenle oldu. Sarte ile çok yakın arkadaş değillerdi.
Düşünceleri sürekli çatışıyordu.
Fransız işgalinin son yıllarıyla kurtuluşu izleyen yıllar en etkili
gazetecilik dönemi oldu. Paris’in günlük Combat gazetesinin genel yayın
yönetmeni olarak adalete, gerçeğe ve her türlü siyasal eylemin sağlam bir
ahlaki temele dayanması gerektiği inancına dayanan bağımsız bir sol çizgi
izledi. Daha sonra gerek sağın, gerek solun kısa vadeli çıkarlara yönelik
politikalarının yarattığı düş kırıklığıyla 1947’de Combat ile ilişkisini
kesti. Artık Camus edebiyat alanında sözü edilen bir değer olmuştu.
Savaştan önce başladığı ve 1942’de yayımlanan ilk romanı Yabancı’da bir
Arabı öldüren, ama bu suçtan çok, yalnızca gerçek duygularını dile
getirdiği ve toplumun istediği kalıba girmeyi reddettiği için toplum
dışına itilen ve ölümle cezalandırılan bir “yabancı” aracılığıyla, 20.
yüzyıl insanının içine düştüğü yabancılaşmayı ele aldı. Çağdaş nihilizmi
saçma (absurd) olgusu bağlamında inceleyen felsefi denemesi Sisyphos
Söyleni, aynı yıl yayımlandı.
Nihilizmin üstesinden gelme yollarını aradığı ikinci romanı Veba, Oran’da
bir salgın hastalığı yenmeye çalışan insanların simgesel öyküsüdür.
Romandaki kişiler, salgına karşı verdikleri savaşında başarısız
olacaklarını bile bile yılmadan, insanın değerini ve insanlar arası
kardeşliği savundukları için önem taşırlar. Bu yapıtıyla Camus,
düşüncesinin temelini oluşturan “saçma” kavramından ahlaki ve metafizik
‘başkaldırı” düşüncesine geçti. İkinci uzun denemesi L’Homme revolte’de
(1951; Başkaldıran İnsan) bu düşünceyi siyasal-tarihsel devrime karşıt
olarak ele alması, Marksist eleştirmenlerle Jean-Paul Sartre gibi
Marksizme yakın kuramcıların sert çıkışlarına yol açtı. Öteki önemli
edebiyat yapıtları, başarılı tekniğiyle dikkati çeken Düşüş adlı romanı
ve Sürgün ve Krallık, (1960)adlı öykü kitabıdır. Hıristiyanlığın
simgelerini kullanma çabasını yansıtan Düşüş, din dışı, insancıl bir
ahlak anlayışının kolaya kaçan biçimlerini zekice alaya alır.
Akademik anlamda bir felsefeci sayılmayan Camus, gene de önemli felsefi
görüşler ortaya koydu. Kierkegaard, Nietzsche ve Heidegger gibi
filozofların başlattığı geleneği izleyerek insanın dünya içindeki
konumuna anlam ve eylem açısından baktı. Felsefe görüşünde önemli bir yer
tutan kişinin toplum ve tarihle ilişkilerini “yalnızlık” ile “dayanışma”
kavramları yoluyla irdeledi.
Düşünsel gelişmesi iki dönemde gerçekleşen Camus, ” saçma” kavramı
üzerinde durduğu birinci dönemde intihar, “başkaldırı”yı işlediği ikinci
dönemde ise cinayet olgusunu ele aldı. İki dönemin ortak yanını oluşturan
mutlak son ölüm ise, yaşamın anlamsızlığını ve dolayısıyla “saçma”
yaşantıyı ortaya çıkaran temel olgudur.
44 yaşında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldüğü açıklandığında, seçici
kurulda bulunsaydı oyunu Andre Malraux’ya vereceğini söyledi.
Etik değerleri, insana ve bir bütün olarak yaşama verdiği değerle
ölümsüzleşen Camus, uzun yıllardan sonra verem hastalığı ikinci kez
bedenini sarsmaya başlayınca kendini bitkin hissediyor yaptığı işten tat
alamıyordu. Tedavisi için 2 yıl kadar inzivaya çekildi. Birçok olayın
ardında çelişkili bir yaşam süren Albert Camus 4 Ocak 1960 yılında trafik
kazası geçirerek yaşama veda etti. Trenle yolculuk yapmak istiyordu ama
yayıncısının ısrarıyla bundan vazgeçmişti. Kişisel eşyaları arasında,
ceketinin cebinde bir bilet bulundu. O da tren için aldığı biletti.
ALBERT CAMUS’NÜN YAPITLARI
ROMAN
Yabancı
Veba
Düşüş
Mutlu Ölüm
ÖYKÜ
Sürgün ve Krallık
DENEME
Tersi ve Yüzü
Düğün Gecesi
Bir Alman Dosta Mektuplar
Başkaldıran İnsan
Koestler ile Birlikte:İdam
Sisyphos Söyleni
GÜNLÜK
Defterler Mayıs 1935-Şubat 1942
Defterler Ocak 1942-Mart 1951
Defterler Nisan 1951- Aralık 1959