Aklı Silin ve
Bedeninizi “Kutsal” Bir İkonaya Dönüştürün!.. (III)
Gerçekçi Edebiyat ve Modernist/Postmodernist karşı duruş
Bir önceki bölümde de değinmiştik. Marksist, yani tümcül bilimci
edebiyatçılar açısından bir edebiyat eserinde, bütünlüğün içindeki,
görece/nedensel ağırlık ve önem sırası (hiyerarşik belirlenim) ve ayrıntı
seçimi(ayıklama); zaten sürecin doğasında ve anda devinen olguların,
hayatın anlamına dönüşmesi için etik sorumluluk gereği belirtilmesidir.
Aynı durum, bugün burjuva ideologları tarafından çarpıtılmış ve burjuva
sanatçılar için tü kaka ilan edilmiş olan “siyasetin”, toplumsal
yaşamdaki karşılığı için de geçerlidir. Yanılsamalı bilinci (burjuva
ideolojisini); yani bize bir illüzyon olarak dayatılan yalanı bir kenara
bırakırsak geriye tek bir esas kalır: Toplumda her şeyden önce ücretli
köle olduğu için sürekli haksızlığa uğrayan, yoksun bırakılmış,
üzerlerinde iktidar kurulmuş çoğunluğun hakiki gücü ve arzusu. O halde
siyasal-toplumsal alandaki politik belirlenim, haksızlığa, adaletsizliğe
uğrayanlardan yana iradi olarak seçimli bir iş birliğinin kurulması ve
direnişe dönüştürülmesidir. Bu herkes için, öz maddi ve zihinsel
ihtiyaçların, arzuların eşit, özgür karşılanmasının koşullarını yaratmak
amacıyla ortak çabanın inşasıdır. Spinoza’nın dediği gibi insan mutluluğu
aslında, insanın tüm özsel arzularını, duygularını yaşayabilmesi için,
yoksunların ortaklığı ve direnişi süreci ile oluşur. Yoksunluktan
(kederden), aşk’a (sevince) bir armağan yaratacak olan bu ortaklık, hep
beraber inşa edilen beden gücünün kendisidir. İnsan doğasına içkin olan
bu tutum, bugün evrimci biyologlar tarafından da savunuluyor. Sarmal
Çevrim'in ikinci sayısında (Mart Nisan 2018),Evrim biyologu olan Julian
S. Huxley'in Evrimde İnsan Evresi başlıklı Marksist bilime ve Spinoza'ya
yakın duruyor: "... Bunlar da insanı sonunda ahlak konusuna götürür. (...) özgür
yaratıcı etkinliğin; kişisel olarak kendini gerçeklemenin haklı ve doğru
olmasını gerektirir. Kısacası evrimci bir biyolog için, bunların ikisi de
üçüncü tür bir ahlakla ilintili olacaktır. (...) Bu açıdan bakılınca,
artık açık bir gelişime olanak veren ve onu öngören bir şey doğrudur;
gelişimi kısıtlayan ya da karşısına çıkan bir şey yanlış. Kısaca evrimsel
doğrultuda bir ahlaktır bu."
Bu bağlamda, Gerçekçi Edebiyat tam da; insanın varoluş özünden; doğal ve
toplumsal evriminden doğan bu etik gerekirliliğin politik bir amaca
dayalı yansıtıldığı edebiyattır. Edebiyattaki izdüşümü ise belirttiğimiz
tarafgirlik ilkesidir. Görüldüğü üzere, mutlağa/ütopyaya varan idealist
bir doğru, şematik bir politik amaç değil insan ve toplum doğasının ve
evriminin ortaya çıkardığı somut duruma içkin olarak, kendine; kendisi
için gelişen ilkedir. Gerçekçi yazar bu somut durumdaki ayrıntıları
seçerken, bireyin mülkiyet toplumu içerisinde kendisine karşıt gelişen
iktidar, devlet, sermaye gibi güçlerle çatışkısını doğru bir şekilde
yansıtarak; önem sırasını bu yabancılaşmanın gösterilmesine olanak
tanıyacak biçimde kurar. Eser öznesini, bireysel özelliklerle sınıfsal
özellikleri hem ayrı özgünlükleri içinde hem de hayatın kendisindeki
bütünlük ilişkileriyle verir.
Modernist ve Postmodernist yazarda ise durum tam tersidir. İnsan kendi iç
dünyasında,“varlığa atılmış” olarak; o soğuk, kuru yerinde yapayalnız ve
çaresizdir. Kaygı içindedir. İnsan doğasının Aristo’dan bu yana
doğrulanan toplumsal özelliği; güzelliği, sevinci kurma potansiyelindeki
işbirliği gücü yadsınmıştır. Hiçliğe yazgılı ve boğuntulu betimleme,
insanı tarih ve toplumun gelişmesinin ve emek hareketinin bir sonucu
olarak görmeyip; yalıtılmış, kendi yazgısı içinde mekanik bir biçimde
devinen, şeyleşmiş, edilgin bir varlığa dönüştürmesidir. Bu durumda
kişinin türsel özelliği olan akıl ve toplumsallık dolayısıyla anlam ve öz
yadsınır. İnsanın başına gelenler, tuhaf (gizil), önüne geçilmez
ayrıntılar olarak soyutlanır ve ilginç dertler olarak gösterilir.
Ayrıntıyı, tekillikleri toplumsal sınıfsal ilişkilere bağlayan çatışma ya
da sorunsal yok sayılır.
Bütünlüğün ya da özdeşliğin kendi içinde mikro parçalara ayrılması, her
bir tekilin anlamından soyutlanarak farklı bütünlüklerle, tarihsel
imgelerle, mitolojik öğelere bağlantılarına göre sayısız yeni, keyfi
anlamlar kazanması modernizmden post modernizme uzanan yolun felsefi alt
yapısını oluşturuyor. Tarihsel devinim ve diyalektik birlik içerisindeki
nesne ve öznenin toplum ve sınıf ilişkilerinden koparak mitleşmesi,
yaşamın soyut simgelerle; cansız, donuk bir şekilde yansıtılması
Modernist edebiyatın içeriğidir. Bu içeriğin duygusal aktarımı ise
boğuntu, gizem, belirsizlik, karamsarlık ve korkudur.
Bu durum, daha önce de belirttiğimiz gibi, yeni gelişen dünya koşullarını
tarih bilinci içinde anlayamayan yenilikçi sanatın, savaş, yenilgi ve alt
üst olan değerler, ideolojiler sürecini mutlak bir gerçeklik ve kaos
olarak algılaması ve yansıtmasından ileri gelir.
1848 miladıyla keskinleşen sınıf savaşımları, gelen ağır yenilgiler, 1929
bunalımı, paylaşım savaşları, sömürgecilik ve faşizm karşıtı mücadeleler,
küreselleşme ve reel sosyalizmin çöküşü sağ avangart geleneğin sürekli
birbirinden hortlayan ölüler halinde günümüze değin sürmesini
sağlamıştır.
Bu öznel bakış Lukacs’a göre, kendi ilgi alanının dışındaki her şeyi,
özellikle insana ve çevresine toplumsal bir anlam yükleyen her şeyi
dışarıda bırakır. Bu süreç emperyalist dönemim tümünü kapsar.
(a.g.e, s.
82)
Kafka’nın umutsuz K’ları
Lukacs’ın Kafka eleştirisi, alegorinin kullanılan sorunlu biçiminin,
nesnel gerçekliği nasıl çarpıttığını göstermesi bakımından önem taşır.
Modernist yazarın ilk klasik örneklerinden Kafka- burada Lukacs’a
katılacağım üzere- olağanüstü yansıtma başarısına, detaylardaki
etkileyici betimlemelere, zengin bir çevre duyarlılığına rağmen insanı ve
toplumu gerçekçi yansıtamamıştır. Onun eserlerinde belirli bir dönemi
simgeleştirerek resmettiği karamsar tablo, başka türlüsü mümkün olmayan
mutlak bir yazgıya dönüşmüştür. Kapitalist toplumun içinde sıkışan birey
için tek çıkış noktası hiçliğe açılır.
Dönüşüm ve Dava en çarpıcı hiçlik romanlarından ikisidir. Sistem
tarafından kuşatılmış, yaşamı hapishaneye çevrilmiş birey için böceğe
dönüşmek, tüm insan özelliklerinden vazgeçmekten başka yazgı yoktur; ya
da insan kendisinin dışında oluşmuş, asla müdahale edemediği acımasız bir
sistem içerisinde başından itibaren bir idam mahkûmudur, ne kadar
çabalarsa çabalasın, durumu değiştirmek için adımlar atarsa atsın, sonuç
değişmeyecektir. Dava romanındaki kahraman K Kafka’nın diğer romanlarında
da aynı estetik kavrayış ile karşımıza çıkar. Amerika romanındaki K, bir
kabahati yüzünden mensubu olduğu burjuva aileden kovulan bir
delikanlıdır; yaşamla baş başa kaldığında ise, uğraşılarına rağmen hiçbir
şekilde hayata tutunamayan bir paryaya; sığıntıya dönüşür, Şato’da ise K,
sürekli bir karabasanın içindeymiş gibi, bir şatoya hizmetten ibaret olan
mesleğini dahi yapamayan, hiçbir toplumsal kesime aidiyet kuramayan,
tutunmak için çıkar güden, alçalan bir zavallıya dönüşür. Kafka’nın
eserlerindeki gerçekliğe ilişkin bir sapma olarak nitelenecek durum,
belli bir dönemin koşullarına doğan bu öznel yaşayışların,
ayrıntılarının; nesnel gerçekliğin kendisi olarak verilmesidir. Hiçliğin,
boşluğun, karamsarlığın dünyanın genel kuralı olarak
aşkınlaştırılmasıdır.
Lukacs Kafka’yı da bu boyutlarıyla eleştirdiği Çağdaş Gerçekçiliğin
Anlamı eserinde, önemli bir varoluşsal durum olarak boğuntunun, insan
imgesinin ve betimlenen gerçekliğin yoksullaşmasına, gerçek boyutlarını
yitirmesine ve çıplaklaşmasına yol açtığını vurguluyor:
“(…) özellikle kendisine ve çevresine toplumsal bir anlam yükleyen her
şeyi dışarıda bırakır.” (a.g.e, s.82)
"(…) Franz Kafka gözü dönmüş ve ürkütücü bir boğuntu karşısında ne
yapacağını bilmeyen modern yazarın klasik örneğidir (a.g.e, s. 86) (…)
Kafka’nın ayrıntıları, gerçeklikte olduğu gibi, bireysel ya da toplumsal
hayatın kesişme noktaları değildir; bunlar sınırları bilinmeyen bir
aşkınlığın anlaşılmaz simgeleridir. Ayrıntıların çağrışım gücü ne kadar
çoksa, uçurum o kadar derin, varlıkla anlam arasındaki boşluk o kadar
belirlidir." (a.g.e, s. 88)
Diyalektik belirlenimin reddi, yapısöküm ve Ulysses örneği
Estetiğin İdeolojisi’nde Terry Eagleton bu konuda güvensiz bakan
radikallere estetiğin ırk ayrımcılığı kadar önemli olup olmadığını
kendilerine sormalarını ister. Sınıfsal bütünlüklü belirlenimi yok
sayarak tekiller ve kimlikler arasında eşitlik kurmaya çabalamak ırk
ayrımcısını, şeriat savunucusunu, homofobik ön yargıyı aynı eşitler
kümesine atıyorsa Eagleton’a göre burada radikallerin de ihtiyaç
duyacakları bir bütünlük kavramı(özdeşlik ilişkisi) ve hiyerarşik
belirlenim vardır. Kişinin siyasi olarak nereye müdahale edeceğini
bildiren ya da belirli bir siyasi hedef doğrultusunda neyin öncelikle
yapılması gerektiğini, neyin ayrıca yapılacağını bildiren bir önem seçimi
ve belirleme bütüncül bir düşünceyi ve perspektifi gerekli
kılıyor. (Estetiğin İdeolojisi, Doruk s. 414)
Eagleton, belirlenimi göz ardı eden ve bütünü mikroskobik parçalara
bölerek ortaya çıkan her bir parçayı herhangi bir kurama gerek duymadan
eşitleyen, böylece bireylerin arasındaki tüm sınıfsal, sömürgesel
karşıtlıkları ve kimliksel paradigmaları ortadan kaldıran, sonra da
anlamdan soyduğu ayrıntıları dilediğince ve keyfince anlama büründüren
Joyce’un Ulysses örneğinde anlatır.
Eagleton’un deyimiyle Ulysses’ın kahramanlarından Leopold Bloom bir
yandan şovenizm ve yerelciliğe tahammülsüzdür, bir yandan ruhban
sınıflara ve elit seçkinlere demokratik hoşgörüsüyle uluslararası
kapitalizmin iyi yanını işaret ediyorsa, burjuva kamusal alanın
iktidarsız evrenselliğini destekliyor demektir. Aynı anda hem yöreci hem
soyut bir kozmopolit olmaktadır. Bu ölçüde de pazarlamacılığını yaptığı
metaların biçim ve içeriği arasındaki çelişkiyi kendi kişiliğinde yeniden
üretmektedir. Bu, Georg Lukacs’ın betimlemesiyle, emeğin değişim
değerinin içinin boşaltılarak farklı biçimlere dönüştüğü; anlamın
soyutlaştığı bir dünyadır. Somut ile soyut arasındaki bağıntı kopmuş,
duyumsal içerik sakatlanmıştır ve evrensel biçim özünü kaybetmiştir.
İnsani özne aynı anda hem deneysel olarak tikel hem de soyut olarak
aşkın, hem görüngüsel olarak belirlenmiş hem de tinsel açıdan özgürdür.
Bu türden tarihsel koşullarda nesne ile özne, biçim ve içerik, duyum ile
ruh birbirinden kopar. (a.g.e, s. 400, 402, 403, 404)
Jemes Joyce'un (Ulysses romanında) Dublin’i; bir anlamsızlaştırma oyunu
içerisinde, cansız anlatmasını ve içeriği kaybedişini çoğu eleştirmen
önemsemez; bilinç akışı tekniğinin ve gerçek üstü imgelerin dâhiyane
kullanılmış olması yeterlidir. Joyce’un insanın başına gelenleri
hiçleştiren, toplumsal içerikten kopartan ve biçimi fetişleştiren yöntemi
alkışlanır. Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci'nde, Walter Benjamin’in
Pasajlar’da altını çizdiği haliyle bu fetişleştirme, emperyalizmin
küreselleşme/malileşme sürecinde, metanın kullanım değerinden değişim
değerine geçişindeki fetişleştirme olgusuyla belirlenir. İnsan emeğinin
sonucu olan meta, (reklâm ve finans kategorisiyle) nasıl
yabancılaşmasını; gerçekliğinden koparak yeni, çoklu anlam
soyutlamalarında buluyorsa, bunalım döneminin yazarı, anlamdaki bu
bozulmayı çok daha ileri durumlara götürecektir.
Bilge Karasu ve Gece Alegorisi’ndeki kavramsal yapıbozum
Nesne ve olgulardaki, çok katmanlılığın(zamansızlık, mekânsızlık) ve çok
anlamlılığın hedonist tutumunu bizdeki Modernist ve Postmodernist
tutumdaki yazar ve eleştirmelerde sıklıkla görmek mümkün. Örneğin
Lacivert dergisinin Mayıs- Haziran 2017 sayısında, Bilge Karasu’nun
postmodern yapıtlarının ele alınış tarzına bakalım: Gece, yetmiş ve
seksen darbelerinin toplumsal yıkımlarından sonra yazılmış bir eserdir.
Totaliter, baskıcı rejimlerin şiddet ortamını, gece alegorisi üzerinden
karamsar bir bakışla veren, şehri yıkıntılı, çıkışsız bir labirente
dönüştürerek bu karamsarlığı yazgı halinde sunan romanının birçok kalem
tarafından her yönüyle olumlu değerlendirilişi; tüm farkları, zıtlıkları
eşitleyen ve bütüncül anlamdan soyan postmodern bakışın ürünüdür.
Kötülüğü üreten, yıkımı hazırlayan ayrıntının “gece işçileri” olarak
seçilmesi bir özerkleştirmedir. Bedenlere işkence eden, yok edici kötücül
bir güç; işçi kavramının yapı sökümüyle keyfi olarak işçi olarak tayin
edilebilmektedir. Yine “gece gelecektir” mitinin her koşulda
kaçınılmazlığı, yazgıya dönüşen belirsizliği romanda, akış içindeki
olgunun içeriğinden kopartılarak yazarın öznel bakışına hapsedilmesinin
bir sonucudur; kavram ve olgular somutluk içerisinden, tarihsel ve
toplumsal kavrayışlarından ayrıştırılarak; özdeşlikler parçalanarak;
kavramlar tekil mitlere dönüşmektedir. Yazar onlara artık tıpkı metaya
yapılan anlam dönüşümleri gibi istediğini yapabilmektedir. İşçi, sermaye,
devlet, otorite, şiddet, katliam kavramları bir celsede gece alegorisi
içerinde eşitlenmişse; bunu dilin mükemmel gücü olarak görmek de ancak
tarih bilinci yoksulu modernist ve postmodernist eleştirmenlere “kısmet
olabilir” Eagelton’a göre sistemi parçalara bölerek minyatürleştirme;
parça bütün ilişkisinin dönüştürüldüğü, mekanik, daraltılmış bir
sosyolojidir. Birbirlerinden tarihsel ve toplumsal bağları kopartılmış
her tekil artık türlü simgesel kodlar altında mitleşir ve yazar
tarafından oluşturulan keyfi bir belirlenmişliği kavramamız istenir. (a.g.e,
s.412)
Elif Şafak'ın Havva'nın Üç Kızı; kimliklerin mekanik eşitliği
Yakın zamanda Elif Şafak'ın Havva'nın Üç Kızı romanı, tüm kimliklerin
eşitlenmesi ve insanın özgürleşme sürecini çarpıtması bakımından benzer
bir Postmodernist örnektir. Günümüzde emperyalistlerin eşitsiz gelişim
savaşlarının yeni bir biçimi olan İslami dincilik ve İslamcı çeteleşmeye
dayalı vekâlet savaşları olgusu çarpıtılarak pozitivizm ile İslamcı
teoloji arasında bir çatışma gibi gösterilmiştir. Soyut olarak ele alınan
bu iki “karşıt” kimliğin eşitlenmesi için üçüncü bir uzlaşı kimliği
uydurulmuştur. Havva'nın iki kızı bu karşıt kimlikleri taşırken Elif
Şafak'ın neoliberal kafasından fırlayan üçüncü Havva kızı, iki eli
birleştirme sancıları çeken; masum, empatik iyi niyet elçisine
dönüşmüştür. Bu kutsal ikonanın, liberalizmin uzlaşma dümeni olduğu su
götürmezdir: “Önce cehenneme çevir, sonra ihtiyaç duyulan o iyilik
meleğini icat et.”
Tümcül bilimsel yöntemi yok sayarak kimlikler üzerinden anlam soyma
çabası konusunda özellikle roman adının Havva’ya dayandırılması da iyi
bir “buluş”tur. Havva henüz cennette iken; yasak meyveye dokunmadığı
haliyle günahsızlığı, etik ihtiyaçsızlığı, ideolojilerden, siyasal
amaçlardan azade; sezgi yoluyla “saf” kavrayışı temsil etmektedir. Elif
Şafak, yabancılaşma toplumunun, kapitalist sömürü ve rekabet şiddeti
içerisindeki karşıtlıklarının bir zorunlu sonucu olan, bizatihi
egemenlerce inşa edilen kimliksel araçları görmezden gelmiştir. Ona göre
sorun, şeriat isteyen bir dinciyle laiklik isteyen bir aydınlanmacı
arasındadır ve eşit temelde yaklaşımla çözümlenebilir. Şeriatçı bir
kimliğin ırkçı temelde değerlendirilmeyişi ise Şafak'ın hezimetidir.
Bir bütünlüğü, özdeşliği parçalara ayırarak, tekilleri/farkları
eşitlemenin ve olgulara, nesnelere keyfince anlamlar yüklemenin günümüz
romanında, öykücülüğünde ve şiirinde çok sayıda örnekleri mevcuttur. Şiir
için özellikle günümüzdeki edebiyat dergilerinin bir kısmına bakmak
yeterlidir. Bu tür bir edebiyatın, roman türünün belirgin örneklerinin
incelenişi, önemli edebiyat bilimcilerden Cengiz Gündoğdu tarafından,
Estetik Kalkışma kitabında kuramsal açıdan yapıldı. Özellikle günümüz
Modernist ve Postmodernist yazarlarından pek çok ismin yapıtları gerçekçi
bir düzlemden ele alınıyor.
Gündoğdu, Estetik Kalkışma adlı kitabının 929’uncu sayfasında şunları
yazar: “Umut yoksulun ekmeğidir derler. Sistem kanlı çekiçlerle
kafasını, parmaklarını parçalaya umudu aldı insanlardan. Umutsuz
insanların bir kümesi yazar oldu. Umutsuz okurlar pazarı hazırdı.
Sorun budur.
Peki, bu sorunun temeli nedir. Zamanı kötü, çirkin bir uğrakta donduran,
geleceksiz bu yazarların nesnel gerçekliğin yandaşı oldukları söylenemez.
İnsan soyunun, çirkin, kötü bir zaman uğrağında yaşadığı da doğrudur. Ama
insan soyu bu uğrağı aşacaktır. İnsan soyunun tarihsel boyutunu görmeyen
yazar, öznelde kalır, tür bilincine çıkamaz. Bu yüzden olumlamadığı
uğrağın estetiğine uygun karşı gerçekçi konuma düşer. "
Yine İzzet Harun Akçay’ın 2008’den öldüğü tarih olan Ekim 2011’e kadar
dört yıllık bir dönemde, Berfin&Bahar dergisinde, Elif Şafak, Perihan
Maden, Orhan Pamuk, Oya Baydar, Ahmet Altan v.b yazarların romanları
üzerine yazdığı eleştiriler; özellikle Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar yapıtı
üzerindeki değerlendirmeleri, Modernist/Postmodernist edebiyatın
eleştirisi açısından önemini koruyor.
Diğer Okumalar: Kafka, Amerika, Oda Y; / Kafka, Dava, Can Y; / Kafka, Dönüşüm, İlya
Y, Can Y;
/ Kafka, Şato, Cem Y. /
Elif Şafak, Havva’nın Üç Kızı, Doğan Kitap; / Bilge Karasu, Gece, Metis Y.