RÖPORTAJ

Semih Özcan  







SERMET ERKİN :

"TİYATRODA SEYİRCİ AKTÖR HAMLET’İ OYNADIĞINDA ONUN DANİMARKA PRENSİ OLMADIĞINI BİLEREK SEYREDER. . OYSA İLLÜZYONİSTİ SEYREDERKEN ONUN HİLELİ BİR SANAT OLDUĞUNU BİLSE DE, KIZIN GERÇEKTE KESİLMEYECEĞİNİ BİLSE DE İLLÜZYONİST ONA KIZI GERÇEKTEN KESTİĞİNİ KABUL ETTİRMEK ZORUNDADIR."

Sizlere daha önce yine Süje’de yayınlanan ‘Tarlabaşı’ dizisinde de anlattığım gibi, Osmanlı’nın son dönemleriyle cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’nin Batı’ya açılan ilk ve tek penceresi olan Beyoğlu kültür ve eğlence dünyasına da batılı anlamda farklı ve canlı bir ivme kazandırmıştı. Gece kulüpleriyle, tiyatrolarıyla, sinemalarıyla, kadınların da gidebildiği kahveleri ve gazinolarıyla bambaşka bir yaşamla tanışıyordu toplum. Önceleri Beyoğlu’nda başlayıp sonra tüm İstanbul’a yayılan bu eğlence dünyasının en önemli eğlence mekanları müziğinden dansına, varyete gösterilerinden revülere çok değişik eğlence dünyasının kapılarını aralıyordu. Bu gazino kültürü öylesine tuttu ki, toplumun her kesimini, özellikle de daha orta hatta düşük gelir gruplarına da seslenecek boyutlarda halk gazinolarına, halk çay bahçelerine dönüştü. Buralarda hem batılı anlamda hem de toplumumuza özgü kültürel değerler harmanlanarak izleyicilere sunulmaya başlandı.

Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Zeki Müren gibi çok sayıda ses sanatçımız ilk kez buralarda ortaya çıkıp adlarını duyurdular. Bu gece kulübü ve halk tipi eğlence mekanlarında sesin yanısıra, farklı alanlardan farklı gösteriler de bu kadrolara dahil edilip, sözcüğün tam anlamıyla ‘dört başı mamur’ bir zengin içerikli programla halkın karşısına çıkarlar. Örneğin; önceleri tuluat sonraları skeçler biçiminde aralara serpiştirilen güldürü bölümleri, akrobat gösterileri, palyoçalar ve illüzyonizm namı diğer sihirbazlık gösterileri.

Bu gece kulübü ve halk gazinoları öylesine tuttu ki, turnelerle Anadolu’nun hemen her yönüne ulaşılmaya başlandı. Bir de bunlara özenen, daha alt düzeyde, Çadır Tiyatrosu diye de adlandırılan topluluklar hızla artmaya başladı. Bunlar da daha çok Anadolu’nun en ücra kasabalarında özellikle bayramlarda, çocuklar için kurulan lunaparkların vazgeçilmez eğlence mekanları oldular.

80 başlarına dek tek tük ayakta kalmaya başlayan bu eğlence mekanlarından hiç biri kalmadı. Özellikler halk gazinoları tümden ortadan kayboldu. Gece kulübü niteliğinde ayakta kalanlar da eski eğlence anlayışının çok dışında alanlara yöneldiler.

Artık günümüzde müzik, gülmece ya da tiyatro ile uğraşanlar bağımsız bir dal olarak bu işlevlerini sürdürmeye çalışıyorlar. ‘Sirk’ geleneğimiz olmadığı için akrobatlar tümden ortadan kalktı. Sihirbazlara yani illüzyonistlere gelince…

İşte burası biraz ilginç. Kendilerini ‘sihirbaz’ ya da ‘medyum’ olarak ortaya atan, insanları dolandırma amaçlı kişilerin sayısında son yıllarda artma var.

‘İllüzyon’ ortadan kalkmak üzere ama Şu an Türkiye’de tek bir kişi kararlılıkla bu işi sürdürüyor: Sermet Erkin.

Aslında Sermet Erkin’den önce ‘illüzyon’ alanında özellikle vurgulamamamız gereken önemli bir isim var: Zati Sungur.

Zati Sungur, kendine özgü yaratıcılığı ve yeteneğiyle illlüzyonu bir sanata dönüştürmüş, dünya çapında adını duyurmuş en önemli illüzyon sanatçımız. Önceleri ABD başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde sahne gösterilerinde bulunup sonra da ülkemizde kendine özgü yaratıcı fikirleriyle çalışmalarını sürdürmüş bir yeteneğimiz Zati Sungur. Özellikle sahnede insan kesme gösterisi gibi kendine özgü gösterileriyle büyük bir ün yapmıştır. Öyle ki bu ün, halkta kendine karşı büyük bir ilgiye dönüşmüş, tıpkı Nasreddin Hoca fıkralarında karşılaştığımız gibi, birçok söylence kendine mal edilmiş, adına efsaneler yaratılmıştır.

Zati Sungur’un 1984 yılında ölümüyle iillüzyonu aynı zamanda çocukluğundan beri onun yakınında bulunmuş, hem bir dostu hem de öğrencisi olmuş Sermet Erkin bu alandaki çıtayı daha da yükselterek sürdürmektedir.

Çıtayı daha da yükselterek dedim. Çünkü Sermet Erkin, illüzyon gösterilerine tiyatroyu da katmış, onu bir tür içinde illüzyonu da barındıran teatral bir sahne gösterisine dönüştürmüş. Gösterilerini içinde dans ve müziğe de yer veren bir tür müzikal oyun niteliğine dönüştürmüştür.

Erkin illüzyon alanında tanınıyor ama kendisi belki de çok daha fazla tiyatroyla içli dışlı. 1974 Yılında Necdet Mahfi Ayral’ın davetiyle İstanbul Şehir Tiyatrolarına girer. Burada tiyatroyla birlikte illüzyonu da sürdürür. Daha doğrusu tiyatronun içine illüzyonu sokar. Hatta burada çalıştığı dönemlerde Yalçın Akçay tarafından kendisi için yazılmış olan ‘Karagözcü ile Sihirbaz’ oyununda rol alır. Bu oyundaki başarısı ilk kez bir çocuk oyununa ‘gala’ yaptırır. Bir dönem kendi başına tiyatro topluluğu da kuran Erkin, en son Zorlu Çocuk Tiyatrosu’nda ‘Kibritçi Kız’ müzikalinde oynamıştır.

Erkin’de iki büyük ‘güzellik’ hemen ilginizi çekiyor. İlki ‘dev bir kütüphanesi var. Tek bir oda değil, kitaplıklarla dolu odaları var evinde. Neredeyse bütün ev, duvar kağıdıyla kaplanmış gibi kitaplıklarla kaplanmış. İçinde binlerce kitap, cd ve plaklar dolu. Özellikle ilgi alanı olan tiyatroyla ilgili hemen hemen tüm yapıtlar var bu kütüphanede. Bir de; Sermet Erkin’in yıllar önce başlayan sahne yaşamı nedeniyle gerek müzik gerek tiyatro, kısacası sahne sanatlarından oluşmuş çok geniş bir sanatçı çevresi var. Safiye Ayla, Abdullah Yüce, Müzeyyen Senar’dan tutun da günümüzde Genco Erkal, Haldun Dormen’e gelene dek hemen herkesi yakından tanımış bir kişi. Kısacası gerek kütüphanesi gerek varlığı ve anılarıyla tam bir tarih hazinesi.

Yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da çok sayıda gösterilere çıkmış Erkin. Neredeyse gitmediği ülke yok. ABD, Almanya, Avusturya, Azerbaycan, Başkurdistan, Belçika, Bulgaristan, İspanya, Çekoslavakya (1983), Çuvaşistan, Finlandiya, Hollanda, İngiltere, İsrail, İsviçre, Kırgızistan, KKTC, Macaristan, Nahcivan, Özbekistan, Rusya Federasyonu (SSCB) ve Tataristan’ da ya oyunlar sergilemiş ya varyete şovlarına çıkmış ya da sirklerde çalışmış.

Süje’nin bu sayısında sayfalarımıza Sermet Erkin’i konuk ettik.

[ Semih Özcan ] Yıllardır ‘illüzyon’ alanında gösteriler sunuyorsunuz. Ancak bir de sizin ‘tiyatrocu’ yanınız var. Hem İstanbul Şehir Tiyatrolarında çalıştınız hem de kendi adınıza tiyatro topluluğu kurdunuz. Yaptığınız işi nereye koyuyorsunuz? Tiyatrodan büyük oranda etkilenen ve yararlanan bir sahne sanatı mı iilüzyon ya da bir gösteri mi? Bunu genel anlamda illüzyonun ‘ne’liği üzerine sorduğum gibi, sizin yaptığınız işin niteliği üzerine de soruyorum. Yani siz, illüzyona tiyatroyla yoğurarak farklı bir yapı kazandırıyor musunuz? Örneğin, gösterileriniz kendi başına bir oyun uzunluğunda sürüyor, dans ve müzik öğeleri içeriyor. Bir de buna büyük oranda kostüm hatta dekoru da katarsak… İllüzyon gösterilerinizi bir tiyatro oyunu sunar gibi konu bütünlüğü içinde mi gerçekleştiriyorsunuz?

[ Sermet Erkin ]   Bu soru bana sizin beni sahnede hiç seyretmemiş olduğunuzu ispatlıyor. Çünkü gazino ve gece kulüplerinde konuşmadan müzikle yaptığım show çalışmalarının dışında tiyatro salonlarında gerek çocuklara gerek büyüklere yaptığım gösterilerimin hepsi tiyatro tarzı temsillerdir. 46 yıldır zaman zaman büyüklere ama çoğunlukla çocuklara sunduğum illüzyon gösterileri aslında illüzyonu aksesuar olarak kullanan tek kişilik piyeslerdir. Fakat bu gösteriler gerek yerinden gerekse sahneye gelen seyirciler de içine katılarak oynandığı için tıpkı bir orta oyunu temsili gibi temelde belli oyunları içermekle beraber her gösteride farklı espriler, farklı sunumlarla çok değişiklik gösterir. Bunun olması için dediğiniz gibi dramatik öğelerin yanında dekor, kostüm,ışık ve bilhassa müzik başlı başına birer faktör olarak temsilin sahneye getirilmesinde çok önemli rol oynar . Bütün bu detayların hepsi benim meslek bilgime, tecrübeme, yaratıcılık yanıma bağlı olarak benim düşünüp kurgulayıp ortaya koyduğum meselelerdir. Sonuç olarak herhangi bir temsilimde seyircinin sahnede seyrettiği, duyduğu her şey hiç kimsenin katkısı olmadan benim yaratıcılığımın sonucudur. Buna bir de sunumun artistik yönünü de eklerseniz işte ancak o zaman ortaya bir gösteri çıkar.

[ Semih Özcan ] Neredeyse herkesin, her çocuğun elinde bir akıllı telefon olduğu yani bilgisayarın anormal boyutlarda insanları tutsak aldığı bir ortam, sizin çalışmalarınızı etkiliyor mu? İnsanların, özellikle çocukların ilgisi ne yönde? Bir de sanal dünyanın hemen her konuda kolaylıkla ‘göz boyama’ yaratabildiği bir dünyada, bu ortamı kendinize zorlu bir rakip olarak gördüğünüz ya da ‘benim yaptığım bunlardan daha gerçek’ dediğiniz oluyor mu? Bir de bu sanal teknolojiden sizin de yararlandığınız oluyor mu?

[ Sermet Erkin ]   İllüzyon sanatı tamamen insanın duygularına hitap eder. Yani seyreden herkesin şaşırmasını, gülmesini, heyecanlanmasını sağlayabilirseniz ancak o zaman başarılı olmuş olursunuz. Yani kızı kestiğinizde seyirci heyecanlanmıyorsa, nasıl kesildiğini merak etmiyorsa siz sanatçı olarak nasıl başarılı olursunuz? Dolayısı ile 19.yüzyılda- ki insanın heyecanlanması, şaşırması ile günümüz insanının tepkileri aslında aynıdır. Burada marifet temsili seyirciye seyrederken düşünme, değerlendirme fırsatı bırakmadan sürdürebilmektedir. İşte bu yüzden illüzyon sanatı seyirciyi etkilemek bakımından en zor sahne sanatıdır. Tiyatroda seyircinin aktör Hamlet'i oynadığında onun Danimarka Prensi olmadığını bilerek seyreder. Onun gerçek olmayan prensliğini baştan kabul etmiştir. Oysa illüzyonisti seyrederken onun hileli bir sanat olduğunu bilse de, kızın gerçekte kesilmeyeceğini bilse de illüzyonist ona kızı gerçekten kestiğini kabul ettirmek zorundadır. Seyirci burada bir ikilem içinde kalır. İllüzyonist eğer onda var olan bu ikilemin sanatı ile önüne geçebilirse başarılı olur. Bu da bir önceki cevapta söylediğim gibi gösteri öncesindeki faktörlerin sahneye gelip kullanılması ve sunulmasına bağlıdır. Ayrıca bütün bunlar tek bir kişinin bilgi ve kabiliyetine bağlıdır. O yüzden illüzyon tartışmasız en zor sahne sanatıdır. Tiyatroda bir piyes metin yazarı, rejisör, dekoratör, desinatör vs. gibi çeşitli meslekleri bir araya toplar, illüzyonda bu meslekler tek kişide toplanmak zorundadır. Sadece zaman içinde sahne için gerekli olan dekor, aksesuar gibi malzemelerin yapısı çağa ayak uydurur. Örneğin müzikler ilk temsillerimde makara banttan verilirken, daha sonra kasetlerden verilir oldu. Sonra CDler kullanılmaya başlandı. Şimdi flash bellek kullanılıyor. Teknoloji illüzyona bu şekilde ayak uydurmakta.

[ Semih Özcan ] Her ne değin ‘illüzyon’ her kesime seslenen bir sahne sanatı olduğu halde özellikle ülkemizde ana izleyici tabanı olarak çocuklar seçiliyor. Örneğin siz de gösteri duyurularınızda ‘çocuklar ve kendini çocuk hissedenler’e sesleniyorsunuz. Oysa içinde gizem barındıran bir gösteriye her kesimin ilgisi yoğun olur. Bunun nedeni ne? Çocuklar daha rahat mı kandırılabiliyor yoksa onların düş evrenlerinin daha büyük ve gelişmiş olmasından mı kaynaklanıyor? Aksine onlar düş güçleri hatta sorgulayıcı olmaları nedeniyle sizi daha mı iyi anlıyorlar? Ya da tümüyle ticari kaygılar mı ağır basıyor? Niye çocuklar?

[ Sermet Erkin ]   İllüzyon sanatı sizin de söylediğiniz gibi her yaştan, her kültürden, her dilden seyirciye hitap edebilen ortak değerleri olan bir sanattır. Tıpkı sirk gibidir. Ben de tiyatro salonlarında temsil vermeye başladığım ilk yıllarda daima yetişkin seyirciye hitap eden gösteriler hazırlıyordum. Bunu yıllarca da sürdürdüm. O zamanlar gündüz matinede çocuklara onların düzeyinde ayrı temsil verirdim. Sonra televizyonda büyük programlarından çok çocuk programlarına çıkardım. Üniversite de felsefe ile birlikte pedagoji de okumuştum. Kendime has bir oyun tarzım da olduğu için açıkçası bir de gece temsilleri geniş kadrolu olduğundan daha çok dert barındırır, bu sebeple bir süre sonra sadece çocuklara yöneldim. Ayrıca çocuklara temsil vermek büyüklerden daha zordur. Çocuklar akıllarından geçen her şeyi rahatça söylerler buna rağmen ben çocukları hem çok seviyorum hem de onları çok eğlendirebiliyorum. O yüzden kendi tarzımla senelerdir özellikle çocuk gösterisi yapıyorum, fakat inanın gelen hiç bir büyüğün de "sıkıldım" dediğine hiç rastlamadım.

[ Semih Özcan ] Türkiye’de illüzyon denince yıllardır akla ilk gelen isim Zati Sungur’dur. Siz de onun öğrencisi oldunuz, onun sayesinde bu işe girip onun geleneğini sürdürüyorsunuz? Zati Sungur yıllardır dillerden düşmeyen efsaneler de yaratmıştır. Ne derece doğru bilemem ama örneğin ben halk ağzında onunla ilgili çok söylenti duydum; ‘berbere gidip traş etmesi için kafasını çıkarıp berberin önüne koyması’ gibi. Ve Zati Sungur’un etkisi tüm Türk toplumunda vardı. Yukarıdaki soruya biraz da bu nedenle sordum, son yıllarda illüzyon gösterisi, çocuklara yönelik oldu. Onun öğrencisi ve onu yakından tanıyan bir kişi olarak; Zati Sungur’dan günümüze illüzyon alanında ne gibi değişikler oldu? Teknolojinin bu kadar gelişmediği o dönemler daha mı yaratıcılık gerektiriyordu örneğin? Bir de; Zati Sungur bildiklerini size aktarırken nasıl bir yol izlerdi? Yani tüm bildiklerini hemen size aktarır mıydı yoksa sizi zora koşar, sizin bulmanızı mı isterdi? Onunla ilgili neler anlatabilirsiniz? Ve..sizin de, adınızla özdeşleşmiş, kendinize özgü çalışmalarınız oldu mu? Neler örneğin?

[ Sermet Erkin ]   Bu cevabı çok uzun bir soru ama ben mümkün olduğu kadar ve kısa cevaplamaya çalışacağım. Çünkü yakında araştırmacı-yazar Ümit Çetin'in yazmakta olduğu bir kitap çıkacak. Bu başlıklar zaten orada uzun uzun olacak. Sungur başlıbaşına bir konu. Onun hakkında dediğiniz gibi günümüze kadar gelmiş pek çok efsanevi hikayeler vardır.Bunların bir ikisinin dışında hepsi halkın muhayyellesinin ürünüdür. Halk Nasrettin Hoca, Bektaşi gibi Zati Sungur'u da benimsediği için pek çok hikaye oluşturmuştur. Zati Sungur da ben de bir başkası da temelde ilk bulunan oyunların günümüz endüstriyel malzemeleri ile imal edilmiş şekillerini kullanırız. Buluşlar üzerinde pek fazla değişiklik olmamış ama zaman içinde kuşlarla, iskambillerle temel bilgilerin geliştirilmesi ile branşlar doğmuştur. Burada illüzyonu yapan buluşlar ise de onu sanat yapan sahnedeki sunumdur. Dolayısı ile teknoloji daha çok bu sunum tarafında değişiklik göstermeye yaramaktadır. Zati Sungur ile benim öğrenciliğime gelince, bu Zati Beyin yıllar sonra bana bir fotoğrafını imzalarken ortaya koyduğu bir tanımdır. Çünkü ben onu bir öğrenci olmak isteği ile tanımadım.Bir tesadüf bizi karşılaştırdı, zaman içinde yakınlığımız bir dede torun ilişkisine dönüştü ve ben illüzyonu önceleri farkında olmadan öğrenmeye başladım. Zaman içinde gitgide daha çok severek ,sarılarak öğrendim. Öğrenme metodu diye bir sistem içinde olmadığımız için bir şeyi bazen birlikte bir malzemeyi ararken tesadüfen, bazen isteyerek, bazen birlikte seyrettiğimiz film sırasında, bazen birtakım malzemeyi imal ederken, bazen boyarken yani kısaca her an her şekilde ama zaman içinde öğrenmiş oldum. Bu da 1965 ten 84'e tam yirmi yıl gibi uzun bir sürede oldu.

[ Semih Özcan ] Özellikle eskilerden; çok geniş ve önemli bir dost, tanıdık çevreniz var. Düşünüyor musunuz bilmiyorum ama anılarınızı yazsanız Türk sanat tarihine çok önemli katkıları olacağı kesin. Vasfi Rıza Zobu; Toto Karaca, Abdullah Yüce,Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Necdet Mahfi Ayral, Tevhid Bilge, Adile Naşit, Bedia Muvahhit, Müzeyyen Senar, Safiye Ayla’ya varana dek çok geniş ve önemli bir çevre.. Olur olmaz her yerde ve sık sık sorulduğu için hiç sevmediğim bir sorudur ama burada durum farklı. Bu değerlerle yaşadığınız, unutamadığınız, yarına kalmalı diyebileceğiniz anılarınız var mı?

[ Sermet Erkin ]  Türkiye’nin sanatlarında yıldız isim olmuş pek çok insan tanıdım. Bunlar içinde Safiye Ayla, Zati Sungur, Suzan Yakar, Muzaffer Akgün, Jeyan Mahfi Tözüm gibi pek çok sanatçı ile aile bağı gibi bir yakınlığım olmuştur. Bu isimlerle o kadar çok şey yaşadım ki bunları ancak bir kitap yazarsam anlatabilirim. Hepsi ile ayrı bir anım var. Hepsi ile ortak olan şey onların beni çok sevip bana değer vermeleridir. Mesela Safiye Ayla benim bir sözümü iki etmeden on sene sonra tekrar sahneye çıkmıştır. Hele Zati Bey ve hanımı ile çok anım var. Ben bu anıları bendeki fotoğraflarla birleştirerek Atlas Tarih dergisinde yazıyorum. Bu ayki sayıda Feridun Karakaya'yı anlatacaktım fakat Celal Şahin'i kaybedince onu yazmak istedim. Çok kişi tanıdım, o insanların yakını oldum bu her kula nasip olamayacak büyük bir şans olduğu kadar, hepsinden öğrendiğim pek çok şey ile birlikte onların, benim sanatçı kişiliğimin oluşmasında ve benim bugünkü sanat seviyeme gelmemde çok önemli rolleri olduğunu düşünürüm.

[ Semih Özcan ] Zati Sungur’dan günümüze Türkiye’deki illüzyonun durumunu sormuştum az önce; şimdi de yurtdışına bakalım. Houdini’den David Cooperfield’e gelene dek olumlu ya da olumsuz ne değişti? Özellikle Cooperfield’in tekniği dev bütçelerle alabildiğine kullandığını biliyorum. Örneğin; havada uçma ya da yürüme gösterilerinde belirli renk, ışık altında görünmeyen özel alaşımlardan yapılma madeni ip kullanıyor. Houdini’de sanki özel bir yaratıcılık hatta performans var gibi geliyor bana. Özellikle su altında kilitli kafeslerden kurtulma gösterisinde. Teknik hilelerin günümüzde çok kullanılması illüzyonun yaratıcılık yani sanat yönünü bozmuyor mu? Ya da aksine olumlu mu oluyor?

[ Sermet Erkin ]   İllüzyon sanatındaki ilk prensip bir oyunu seyrettiğinde, seyircinin aklına gelecek ilk çözümü ve bütün çözümlerin dışında bir teknik uygulayabilmektir. Bu işin daha başlangıçtaki en zor şeydir. Siz uçma oyununa kendinize göre veya şurdan burdan edindiğiniz bilgiyle bir sebep söylüyorsunuz. Oysa o oyunda illüzyonist seyircilerin aklına gelecek ilk çözüm olan ipe karşı uçurduğu kişinin bedenini sağlam bir çemberin içinden geçirmiştir. Seyirci genelde bir sonuca vararak mutlu olur. Bu yüzden kendi inancını yıkmamak için diğer detaylara dikkat etmez. Oysa ki bir illüzyonisti her kültürden insan seyredecektir şu halde onun başarısı hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir prensibi bulabilmekte saklıdır.Öyle oyunlar vardır ki acemi illüzyonistlerin rüyalarına girer.Bu da tamamen mesleği sevmek ona maddi manevi yatırım yapmakla olur. Biz de ise bu işi uygulamak isteyenler daima işin kolayına kaçarak az emekle çok şey başarma yoluna gitmek istedikleri için sonuç sanat adına hüsran olmuştur. Türk illüzyon sanatı başlangıçta Zati Sungur'u sonrasında birbirlerini taklit ederek yürümüştür. Yanısıra hemen bütün illüzyon uygulayıcıları -bir ikisi dışında- kendilerini medyum, fal bilgini, manyezitör, doktor vs tanımlarla gösterip geleceği bilmek, geçmişi gelecekle birleştirmek türünden gösteriler sunmuşlardır. Bu bakımdan bizim batıda ki seviyeye ne yazık ki ulaşmamız mümkün olamamıştır. Batıda bir oyunun çeşit çeşit sunumu varken bizde herkes birbirini taklit etmekle yetindiği için gelişme görülememiştir. Burada sorduğunuz Houdini de başlangıçta, iskambil, para vb malzemelerle klasik tarzda çalışırken, kendini farklılaştırmak için o güne kadar hiç denenmemiş bir tarzı bularak onun üzerinde yürüyüp dünya çapında olmuştur. Aynı şey diğerleri için de geçerlidir. Zira sanatına farklılık getiremeyip, kendine has olamayan sanatçı yarınlara kalamaz. Bugün Hamiyet Yüceses'i hatırlıyor, özlemle, takdirle, yad ediyorsak bu onun her eseri kendine has yorumla okumuş olmasından kaynaklıdır. Taklit etmeyen sanatçı zaten kesinlikle taklit edilemez sanat gücüne sahiptir. O da onun uzun yıllar sahnede durup, ardından bir isim bırakmasını sağlar. Ben Zati Sungur'un öğrencisiyim ama asla onu hiç bir oyununun hiç bir yönüyle taklit etmiş değilimdir. Bu gerçek olmasaydı, kendime has bir tarzım olmasaydı, kırk altı yıl sahnede durup, koskoca salonları "biletli" seyirci ile doldurmam mümkün olabilir miydi?


dizin    üst    geri    ileri  

 



 19 

 SÜJE  /  Semih Özcan - Sermet Erkin  /  yirmi yedi mart iki bin on sekiz   / 27