"Bülent Nuri’nin suçu neymiş bilir misiniz? Hukuk Fakültesi’ndeki
boykotlardan birinde, dekanlık kapısında öğrencilerle karşılaşmış.
Öğrenciler, hiçbir öğretim üyesinin içeriye giremeyeceğini söyleyince,
Esen, o her zamanki şakacılığı ile başındaki kasketi göstererek bağırmış:
- Savulun, Lenin geliyor!
Ve böylece öğrencileri yarıp, fakülteye girmiş. Gözaltına alınma nedeni
bu. Belki acısını şakayla, bu tür davranışlarla unutmak istiyordu. Elinde
hortum [ Mamak’ta] yüznumarayı temizliyordu."
(Uğur Mumcu, Sakıncalı
Piyade, Tekin Yayınevi, Kasım 1979 / İstanbul, s.62)
12 Mart döneminde, dönemin Ankara Hukuk Fakültesi dekanı Bülent Nuri
Esen’in içeri alınma ve Mamak’taki günleri böyledir de diğerleri farklı
mıdır? O zamanlar Ankara’da küçük bir kitapçı dükkanı olan Erdal Öz’ün
içeri girme nedeninin de bundan aşağı kalır yanı yoktur. Yine Mumcu’nun
anlatımına göre polisler birçok kez dükkana baskın yaparlar ama her
seferinde de hiçbir ‘kanıt’ bulamayıp, büyük bir hüsran ve hüzünle geri
dönerler. Ancak son kez gittiklerinde kitapların sarılı olduğu ambalaj
kağıtlarına gözleri takılır. Öz; Marks, Engels, Platon; Aristoteles… gibi
kimi düşünürlerin sözlerini ve resimlerini kağıtlara bastırmış, bunu da
ambalaj kağıdı olarak kullanmaktadır. Tamam işte, bundan büyük kanıt mı
olur? Anında, ‘örgüte şifreli mesaj yollamaktan’ Erdal Öz içeri alınır.
12 Mart çok sayıda aydın, bilim adamının içeri alındığı bir dönemdir.
Neredeyse alınmayan kalmamıştır. Ve tümünü içerde ağır işkenceler,
tuvalet temizletmek gibi kişiliklerini ezici uygulamalar beklemektedir.
İşkencelerin merkezi yeri İstanbul’dur. MİT bizzat işkence seanslarının
içindedir. 17 Haziran 1974 tarihli Cumhuriyet gazetesine göre
İstanbul’daki işkenceler dört merkezde yoğunlaşmaktadır: 1) MİT İstanbul
Bölge Başkanlığının Erenköy Ethem Efendi Caddesi, Hünkar sokak No:8’deki
köşkü, Zihni Paşa Köşkü ( halk dilinde bilinen adıyla Ziverbey köşkü), 2)
Harbiye Merkez Komutanlığı’ndaki yeni yapı, 3) İstanbul Emniyet Müdürlüğü
1.şubenin Sirkeci Sansaryan Hanı üçüncü katındaki eski yeri ve 4)
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Gayrettepe’deki yeni binasının ikinci
katı.
Buralarda akla gelebilecek en ağır işkenceler uygulamaya sokulur.
Özellikle Sansaryan Hanı’nda sanıkları bir çuvalın içine fare ya da
köpeklerle koyup coplamak en bilinenleridir.
Burada amaç topluma korku ve dehşet duygusu saçarak sindirmek, kimseyi
konuşamaz hale getirmektir. Bu dönem sindirmek amaçlanmaktadır ama
sorgulayanların ve polis örgütünün yeterince bilince sahip olmamaları
hatta bilgisizlikleri yüzünden, yazının başında da gördüğünüz türden
gülünç olaylar da sıkça yaşanmaktadır. Lenin’i altıncı Lenin olarak
bilen, Marks’ı içeri aldıkları kişilerin nur yüzlü dedeleri sanıp onlara
öğütler vermeye kalkışan sorgucular bu dönemdedir. Daha da ötesi 9
Ağustos 1979 tarihinde aradıkları anne ve babasını bulamayınca Aslı
adında 3 yaşında küçük bir çocuğu gözaltına almaları da yine bu dönemin
uzantılarından biridir.
(Erbil Tuşalp, Bin Belge, Yazılama Yayınları, Ekim 2014 / İstanbul,
s.158-159)
12 Eylül’le birlikte konum oldukça farklıdır. Artık bu kez sorgucular da
istihbarat elemanları da nispeten bilinçlidir ve en önemlisi artık
sindirmek değil susturmak, yok etmek amaçlanmaktadır. Kişiler ya
hafızalarını sıfırlayacaklardır ya kendileri sıfır olacaklardır. Ve
toplumun yaşam biçimi ve düzenlenişi, yoğun bir algı operasyonuyla kitle
iletişim araçları tarafından yeni baştan düzenlenecektir. Artık
kavramlara bile onların istediği yeni anlamlar verilecektir.
Artık bu kez işkence odalarında işkenceciler değil, cellatlar vardır. Ve
o günden bu yana onlar yaşamımızda sürekli olacaktır. Yine Tuşalp’e göre;
“12 Eylül döneminde bir işkencecinin itirafı: - Bugün onlar için yarın
sizin için cellatız ama biz her zaman varız. – “
(Erbil Tuşalp, a.g.y. s.188)
Var olanı yok edip yeni bir ‘toplum’ yaratmaya T.C.’nin resmi mührüyle
başlanır. Öyle ya önce en temeldeki sorun yani Türkiye Cumhuriyeti’nin
simgesi değişmelidir. Değişir de.. mühürlerde T.C. yazısıyla birlikte
kullanılan ay-yıldız ambleminde, ayın açık yüzü sola kapatılıp (12
Eylül öncesinde ayın açık yüzü sola doğruydu), sağ manzaralı duruma
getirilir.
8 Temmuz 1981 tarih ve 1981/48 sayılı Başbakanlık genelgesi tarihe aynen
şu sözlerle geçer:
“Ay’ı sola açık bulunan eski resmi mühürlerin, anarşik faaliyetlerde
legal ve illegal teşkilatlarca kullanıldığı yapılan araştırmalardan ve
elde edilen belgelerden anlaşılmıştır. Ay’ı sola açılmış mühürleri
kullanan daireler tertibat alacaklardır."
Devletin şekli yeniden biçimlendiğine göre artık diğer imha yöntemlerine
geçilebilirdi. Diyarbakır ve Ankara Emniyet Müdürlüğü başta olmak üzere
ardı ardına gözaltı ve tutukevlerinden ölüm haberleri gelmeye başlar.
Uzun süre devlet bunu reddeder. Sonra, ‘intihar’ ettiklerini öne sürer.
Daha sonra da yavaş yavaş kabul etmeye başlar.
Doğu’dan da ardı ardına katliam ve zorunlu göç haberleri düşer ajanslara.
Bu da uzun süre saklanır ya da reddedilir. Örneğin, bu yöndeki ilk
‘duyumları’ Kamer Genç meclise getirmeye çalışır. 5 Ekim 1984’de dönemin
SHP milletvekili Kamer Genç, Tunceli’de operasyon düzenleyen güvenlik
güçlerinin 17 köyü yaktığını öne sürer.
Uzun süre bu tür iddiaları ya reddeden ya da suskun kalan devlet, suçunu
ilk kez 10 yıl sonra kabullenecektir. Yine o dönemin basın bültenlerine
düşen bir haberde, 13 Ekim 1994’de dönemin İnsan Haklarından Sorumlu
Devlet Bakanı Azimet Köylüoğlu, devletin 600 köy ve 800 mezrayı yaktığını
resmen açıklar.
Tüm bu tür dönemlerde durumdan vazife çıkaran, devlete yardımcı olan
terör örgütleri muhakkak çıkar. O zaman da gelenek bozulmadı ve özellikle
doğuda terör estiren Hizbullah devreye girdi. Hizbullah’ın cinayetleri
ardı arkası kesilmiyordu. Doğudaki Kürt kökenli vatandaşlarımızdan tutun
da toplumun belli başlı aydınlarına dek yoğun bir sindirme eylemleri
dizisi başladı. Ve özellikle de merkezleri konumunda olan Batman’da hemen
her gün bir faili meçhul cinayet, katliam haberleri gittikçe rutin bir
durum aldı. Batman’da ve çevresinde her kesime yönelik saldırılar
oluyorsa da öncelikle kadınlar hedefteydi. Güçlü devlet için ilk koşul
biat kültürünün beyinlere kazınmasıydı. Bunun için de erkek bir iktidara
gerek vardı.
Batman’da cinayetler öylesine yoğunlaştı ve günlük bir olay haline geldi
ki, bir gün hiç cinayet işlenmez. Bu Batman için bir ‘olay’dır. Ve bu
‘olay’ yerel Batman gazetesinde bir gün sonra şu satırlarla yer alır:
“Batman’da dün faili cinayet işlenmedi.’’ Haberi yazan gazeteci Bülent
Dikmener Haber Yarışması’nda ödül alır.
(Adnan Gerger, Uğur
Mumcu’yu Kim Öldürdü, İmge Kitabevi yayınları, Ağustos 2011/Ankara,
s.439-440)
Bu yazı dizisinde bundan önce de sık sık vurguladım. 12 Eylül en büyük
zararı üniversitelere, akademik yaşama vermiştir. Düzene uygun yeni
toplum, yeni insan modeli yaratmak için ilk koşul toplumun bilimle bağını
kesmekti. Bu konuda her türlü ‘önlem’ alındı. 1402 sayılı yasa hem
üniversiteyi hem de üniversitelerdeki öğretim üyelerinin ve devlet
kademelerindeki kimi memurların yaşamını bitirdi. Muhalefet susturulmak
değil yok edilmek isteniyordu. Bu nedenle muhalif olan görünen kim varsa
1402’yle devletle ve akademik yapıyla ilişikleri kesildi. Ve kamuda
hiçbir alanda çalışmalarına da izin verilmedi. 1402 tek sözcükle ölüm
demekti. Bu konuda 1402’nin en güzel açıklamasını, Mülkiye’deki
hocalığını sürdürürken, üstelik emekliliğine birkaç ay kalmışken atılan,
benim de öğrencisi olmaktan onur duyduğum değerli hocam Bahri Savcı
yaptı:
‘’İnsanın yüreğinde kalan, bir ok gibi giderek daha çok kanayan ve acı
veren bir üzüntü." (Mülkiye dergisi,
sayı:265, Kış / 2009 / Ankara, s.178)
Bahri hoca atıldıktan kısa bir süre sonra da öldü.
Kimilerini 1402’yle doğrudan attıkları gibi kimilerini de aba altından
sopa göstererek kendilerinin biçimlendirdiği insan olmaları yönünde baskı
uygulanarak ya isteyerek ya da zorla susturulmaları istendi. ‘Sakal’
baskısı bu yöndeki en bilinen uygulamaydı. Bir bölüm hocaya sakalını
kesmeleri yoksa atılacakları duyuruldu. Bu baskı karşısında da çoğu
üniversite hocası istifa etti çünkü bu da bir göstermelik oyundu. Bu
açıklamayı yapanlar 1402 kartını zaten ceplerinde taşıyorlardı. Bu konuda
ilk istifa edenlerden biri de Prof. Emre Kongar oldu. Hacettepe
Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılan Kongar, kendisini atanlara en
‘veciz’ yanıtı 24 Mayıs 1985’te Cumhuriyet’te verdi:
"Sakal benim eşimin egemenlik alanıdır, devletin değil"
Toplum tepeden tırnağa yeniden biçimlendirilir de ‘dil’ durur mu?
Toplumsal yaşamın tek iletişim aracı olan dil de bu yok etme
kampanyasından nasibini alır. 10 Ocak 1985’de TRT’den Türkçeye yasak
gelir. Artık “anı, anımsamak, bellek, bileşim, devrim, dinsel,
gereksinim, görsel, öykü, özgürlük, söyleşi, söylev, ulus, yandaş, yaşam,
yasal ve zorunlu” sözcüklerinin kullanımı yasaktır.
(Cumhuriyet)
Yok etme kampanyasının ileri evresinde artık kavramlar, sözcüklere de
yeni anlamlar yüklenir. Yoğun bir algı operasyonuyla toplumun
cehaletinden de yararlanılarak baskı toplumu yaratmanın ve yok etmenin
araçları tam tersi bir anlam yüklenerek topluma ‘özgürlük’ diye servis
edilmeye başlanır. Bu da ona karşıymış gibi gösterilip aslında 12
Eylül’ün felsefesine ve işlevine en uygun parti olan, dahası sırf bu
amaçla kurulan ANAP iktidarı eliyle yapılır.
ANAP iktidarında 12 Eylül’ün tüm istekleri tek tek yerine getirilir.
Faili meçhuller, doğuda köy yakmalar, gözaltında insan kaybetmeler en çok
bu dönemde olur. Ve bir süre sonra da son darbe gelir. Dönemin başbakanı
Özal, devleti küçültmek, bireyin özgürlüklerini daha çok arttırmak için
bürokrasiden dem vurmaya başlar. Ve bürokrasiyi kaldıracağını açıklayarak
bu yönde adımlar atar. Bunu da bizim birtakım kör cahil liberal
aydınlarımız alkışlar. Burada büyük bir cehalet var. Çünkü bürokrasinin
anlamını bilmeyen sadece liberal kesim değil, diğer kimi aydınlarımız
için de geçerli. Örneğin o dönemin (ve bildiğim kadarıyla şimdinin) Türk
Dil Kurumu’nda bürokrasinin karşılığı ‘kırtasiyecilik’ olarak verilir.
İlgisi yok.
Türkiye’deki bürokrasinin ‘kırtasiyeci’ bir görünüm vermesi, burada
bürokrasinin varlığını değil aksine yokluğunu ya da hantallığını
gösterir. Yapılması gereken de bürokratik sistemi ortadan kaldırmak değil
yeniden inşa etmektir. Çünkü bürokrasi, toplumda devleti frenleyen yegane
güçtür. Bireyin devlet karşısındaki hakları ancak bürokratik ‘mevzuat’
sayesinde korunabilir. Bir ülkede bürokrasi ne kadar güçlüyse demokratik
özgürlükler de o denli güçlü, bürokrasi ne denli zayıfsa yine demokrasi
ve özgürlükler de o denli güçsüz demektir. Bürokrasinin hiç olmadığı bir
devlet düzeni de, kusura bakmayın, faşizmdir.
Anımsarsınız, bir dönemler tüm dünya televizyonlarıyla birlikte ülkemizde
de gösterilen tanınmış ve sevilen bir dizi vardı: ‘Emret Bakanım.’
Sonlara doğru ‘Emret Başbakanım’a evrildiyse de ilki daha çok tuttu.
Dizide bildiğiniz gibi bakan ne derse desin, neyi isterse istesin,
emrindeki danışmanının yani bürokratının dediği oluyordu. Bu dizide
anlatılanlar sadece senaryo değil, İngiltere’de sistem aynen böyle
işliyor.
Adına ister burjuva demokrasisi, ister Avrupa tipi demokrasi deyin;
Avrupa’da en demokratik ülke İngiltere’dir. (Sonra İskandinav ülkeleri
gelir.) Ve yine Avrupa’da en güçlü bürokrasiye sahip olan ülke de
İngiltere’dir. Öylesine güçlü bir bürokrasi vardır ve toplumsal kümelerin
ve devletin birbirleriyle olan ilişkileri öylesine mevzuatlarla,
bürokratik kurallarla biçimlenmiştir ki ayrıca yazılı bir anayasaya gerek
bile duymazlar. İngiltere bu nedenle dünyada yazılı anayasası olmayan tek
ülkedir.
Aklımda kaldığı kadarıyla 1977 yılıydı. İngiliz devlet televizyonu BBC,
üç İRA militanını ekranına çıkararak röportaj yaptı. İRA, bildiğiniz gibi
İngiltere’nin özellikle o yıllarda can düşmanı olan ‘ayrılıkçı örgüt’.
Orada da ortalık ayağa kalktı. Kraliçe küplere bindi, İngiltere
parlamentosunda uzun tartışmalar yaşandı. Ama haberi yapanlar da, BBC’nin
müdürü de ne görevlerinden alındılar ne de haklarında bir soruşturma
açıldı. Burada amacım İRA’nın ( ya da benzeri bir örgütün) bir devlet
televizyonuna çıkıp çıkamayacağı tartışması değil, sadece ve sadece
BBC’nin dokunulamayan özerklik durumunu anlatmak. İşte buna bürokrasi
diyoruz. İngiltere’de BBC ve diğer tüm devlet kurumları özerktir. Orada
soruşturmaları ve kararları kendi meslekdaşlarından oluşan bir kurul
verir. Yürütmenin başı kesinlikle karışamaz. Kraliçenin de başbakanın da
bu tür özerk kurumlara karışmaya, onları yönlendirmeye hele hele
yönetimini değiştirmeye hak ve yetkileri yoktur.
Bir grup insan dilediği zaman sarayın önüne dolaşıp kraliçeyi protesto
edebilir. Bizim Mümtaz hocanın deyimiyle orada da anında grup polislerce
çevrilir. Ancak onları dağıtmak için değil, başka grupların saldırısından
koruyarak, özgürce gösterilerini yapmaları için… İşte bürokrasi
bu..kırtasiyecilik değil. Bürokrasi, devlete karşı bireyin haklarının
güvence altına alınmasıdır.
İsveç’te Olof Palme’nin ölümünün ardından bizim basın hakkında çeşitli
haberler yazdı. ‘Demokratlığından’ örnekler verdi. Orası kesin, Palme
gerçekten de dünyada sayılı demokratik görüşe sahip insanlardan biriydi.
Ancak sadece bu değil.
Örneğin bir haberde; Palme’yi sinema kuyruğunda gösteriyordu. Dediğim
gibi, Palme’nin demokratlığı su götürmez. Ancak burada es geçilen konu şu
ki, İsveç’te başbakanlar sinemaya gideceklerse ve gişe önünde kuyruk
varsa o kuyruğa girmek zorundalar. Yani, orada Olof Palme değil de Hitler
kafalı bir kişi de olsa o kuyruğa girecek. Kuyruğun önüne geçmek hele
hele koruma ordusuyla birlikte sinemayı kapatıp tek başına filmi izlemek
hakları yok. İşte buna bürokrasi diyoruz. Yürütme erkinin yurttaşlar
lehine yetkilerinin sınırlanmasıdır bürokrasi, kırtasiyecilik değil.
O kuyruktaki kişi başbakan da olsa, öne geçmeye ya da sinemayı kapatmaya
diretirse, anında kuyruktan atılır ve oradan uzaklaştırılır.