ANLATI

Semih Özcan   







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                         - Yirmi İkinci Bölüm -

12 MART’TAN 12 EYLÜL’E..
SİNDİRMEKTEN SİLMEYE…



"Bülent Nuri’nin suçu neymiş bilir misiniz? Hukuk Fakültesi’ndeki boykotlardan birinde, dekanlık kapısında öğrencilerle karşılaşmış. Öğrenciler, hiçbir öğretim üyesinin içeriye giremeyeceğini söyleyince, Esen, o her zamanki şakacılığı ile başındaki kasketi göstererek bağırmış:

- Savulun, Lenin geliyor!

Ve böylece öğrencileri yarıp, fakülteye girmiş. Gözaltına alınma nedeni bu. Belki acısını şakayla, bu tür davranışlarla unutmak istiyordu. Elinde hortum [ Mamak’ta] yüznumarayı temizliyordu." (Uğur Mumcu, Sakıncalı Piyade, Tekin Yayınevi, Kasım 1979 / İstanbul, s.62)

12 Mart döneminde, dönemin Ankara Hukuk Fakültesi dekanı Bülent Nuri Esen’in içeri alınma ve Mamak’taki günleri böyledir de diğerleri farklı mıdır? O zamanlar Ankara’da küçük bir kitapçı dükkanı olan Erdal Öz’ün içeri girme nedeninin de bundan aşağı kalır yanı yoktur. Yine Mumcu’nun anlatımına göre polisler birçok kez dükkana baskın yaparlar ama her seferinde de hiçbir ‘kanıt’ bulamayıp, büyük bir hüsran ve hüzünle geri dönerler. Ancak son kez gittiklerinde kitapların sarılı olduğu ambalaj kağıtlarına gözleri takılır. Öz; Marks, Engels, Platon; Aristoteles… gibi kimi düşünürlerin sözlerini ve resimlerini kağıtlara bastırmış, bunu da ambalaj kağıdı olarak kullanmaktadır. Tamam işte, bundan büyük kanıt mı olur? Anında, ‘örgüte şifreli mesaj yollamaktan’ Erdal Öz içeri alınır.

12 Mart çok sayıda aydın, bilim adamının içeri alındığı bir dönemdir. Neredeyse alınmayan kalmamıştır. Ve tümünü içerde ağır işkenceler, tuvalet temizletmek gibi kişiliklerini ezici uygulamalar beklemektedir. İşkencelerin merkezi yeri İstanbul’dur. MİT bizzat işkence seanslarının içindedir. 17 Haziran 1974 tarihli Cumhuriyet gazetesine göre İstanbul’daki işkenceler dört merkezde yoğunlaşmaktadır: 1) MİT İstanbul Bölge Başkanlığının Erenköy Ethem Efendi Caddesi, Hünkar sokak No:8’deki köşkü, Zihni Paşa Köşkü ( halk dilinde bilinen adıyla Ziverbey köşkü), 2) Harbiye Merkez Komutanlığı’ndaki yeni yapı, 3) İstanbul Emniyet Müdürlüğü 1.şubenin Sirkeci Sansaryan Hanı üçüncü katındaki eski yeri ve 4) İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Gayrettepe’deki yeni binasının ikinci katı.

Buralarda akla gelebilecek en ağır işkenceler uygulamaya sokulur. Özellikle Sansaryan Hanı’nda sanıkları bir çuvalın içine fare ya da köpeklerle koyup coplamak en bilinenleridir.

Burada amaç topluma korku ve dehşet duygusu saçarak sindirmek, kimseyi konuşamaz hale getirmektir. Bu dönem sindirmek amaçlanmaktadır ama sorgulayanların ve polis örgütünün yeterince bilince sahip olmamaları hatta bilgisizlikleri yüzünden, yazının başında da gördüğünüz türden gülünç olaylar da sıkça yaşanmaktadır. Lenin’i altıncı Lenin olarak bilen, Marks’ı içeri aldıkları kişilerin nur yüzlü dedeleri sanıp onlara öğütler vermeye kalkışan sorgucular bu dönemdedir. Daha da ötesi 9 Ağustos 1979 tarihinde aradıkları anne ve babasını bulamayınca Aslı adında 3 yaşında küçük bir çocuğu gözaltına almaları da yine bu dönemin uzantılarından biridir. (Erbil Tuşalp, Bin Belge, Yazılama Yayınları, Ekim 2014 / İstanbul, s.158-159)

12 Eylül’le birlikte konum oldukça farklıdır. Artık bu kez sorgucular da istihbarat elemanları da nispeten bilinçlidir ve en önemlisi artık sindirmek değil susturmak, yok etmek amaçlanmaktadır. Kişiler ya hafızalarını sıfırlayacaklardır ya kendileri sıfır olacaklardır. Ve toplumun yaşam biçimi ve düzenlenişi, yoğun bir algı operasyonuyla kitle iletişim araçları tarafından yeni baştan düzenlenecektir. Artık kavramlara bile onların istediği yeni anlamlar verilecektir.

Artık bu kez işkence odalarında işkenceciler değil, cellatlar vardır. Ve o günden bu yana onlar yaşamımızda sürekli olacaktır. Yine Tuşalp’e göre;

“12 Eylül döneminde bir işkencecinin itirafı: - Bugün onlar için yarın sizin için cellatız ama biz her zaman varız. – “ (Erbil Tuşalp, a.g.y. s.188)

Var olanı yok edip yeni bir ‘toplum’ yaratmaya T.C.’nin resmi mührüyle başlanır. Öyle ya önce en temeldeki sorun yani Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi değişmelidir. Değişir de.. mühürlerde T.C. yazısıyla birlikte kullanılan ay-yıldız ambleminde, ayın açık yüzü sola kapatılıp  (12 Eylül öncesinde ayın açık yüzü sola doğruydu), sağ manzaralı duruma getirilir.

8 Temmuz 1981 tarih ve 1981/48 sayılı Başbakanlık genelgesi tarihe aynen şu sözlerle geçer:

“Ay’ı sola açık bulunan eski resmi mühürlerin, anarşik faaliyetlerde legal ve illegal teşkilatlarca kullanıldığı yapılan araştırmalardan ve elde edilen belgelerden anlaşılmıştır. Ay’ı sola açılmış mühürleri kullanan daireler tertibat alacaklardır."

Devletin şekli yeniden biçimlendiğine göre artık diğer imha yöntemlerine geçilebilirdi. Diyarbakır ve Ankara Emniyet Müdürlüğü başta olmak üzere ardı ardına gözaltı ve tutukevlerinden ölüm haberleri gelmeye başlar. Uzun süre devlet bunu reddeder. Sonra, ‘intihar’ ettiklerini öne sürer. Daha sonra da yavaş yavaş kabul etmeye başlar.

Doğu’dan da ardı ardına katliam ve zorunlu göç haberleri düşer ajanslara. Bu da uzun süre saklanır ya da reddedilir. Örneğin, bu yöndeki ilk ‘duyumları’ Kamer Genç meclise getirmeye çalışır. 5 Ekim 1984’de dönemin SHP milletvekili Kamer Genç, Tunceli’de operasyon düzenleyen güvenlik güçlerinin 17 köyü yaktığını öne sürer.

Uzun süre bu tür iddiaları ya reddeden ya da suskun kalan devlet, suçunu ilk kez 10 yıl sonra kabullenecektir. Yine o dönemin basın bültenlerine düşen bir haberde, 13 Ekim 1994’de dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Azimet Köylüoğlu, devletin 600 köy ve 800 mezrayı yaktığını resmen açıklar.

Tüm bu tür dönemlerde durumdan vazife çıkaran, devlete yardımcı olan terör örgütleri muhakkak çıkar. O zaman da gelenek bozulmadı ve özellikle doğuda terör estiren Hizbullah devreye girdi. Hizbullah’ın cinayetleri ardı arkası kesilmiyordu. Doğudaki Kürt kökenli vatandaşlarımızdan tutun da toplumun belli başlı aydınlarına dek yoğun bir sindirme eylemleri dizisi başladı. Ve özellikle de merkezleri konumunda olan Batman’da hemen her gün bir faili meçhul cinayet, katliam haberleri gittikçe rutin bir durum aldı. Batman’da ve çevresinde her kesime yönelik saldırılar oluyorsa da öncelikle kadınlar hedefteydi. Güçlü devlet için ilk koşul biat kültürünün beyinlere kazınmasıydı. Bunun için de erkek bir iktidara gerek vardı.

Batman’da cinayetler öylesine yoğunlaştı ve günlük bir olay haline geldi ki, bir gün hiç cinayet işlenmez. Bu Batman için bir ‘olay’dır. Ve bu ‘olay’ yerel Batman gazetesinde bir gün sonra şu satırlarla yer alır:

“Batman’da dün faili cinayet işlenmedi.’’ Haberi yazan gazeteci Bülent Dikmener Haber Yarışması’nda ödül alır. (Adnan Gerger, Uğur Mumcu’yu Kim Öldürdü, İmge Kitabevi yayınları, Ağustos 2011/Ankara, s.439-440)

Bu yazı dizisinde bundan önce de sık sık vurguladım. 12 Eylül en büyük zararı üniversitelere, akademik yaşama vermiştir. Düzene uygun yeni toplum, yeni insan modeli yaratmak için ilk koşul toplumun bilimle bağını kesmekti. Bu konuda her türlü ‘önlem’ alındı. 1402 sayılı yasa hem üniversiteyi hem de üniversitelerdeki öğretim üyelerinin ve devlet kademelerindeki kimi memurların yaşamını bitirdi. Muhalefet susturulmak değil yok edilmek isteniyordu. Bu nedenle muhalif olan görünen kim varsa 1402’yle devletle ve akademik yapıyla ilişikleri kesildi. Ve kamuda hiçbir alanda çalışmalarına da izin verilmedi. 1402 tek sözcükle ölüm demekti. Bu konuda 1402’nin en güzel açıklamasını, Mülkiye’deki hocalığını sürdürürken, üstelik emekliliğine birkaç ay kalmışken atılan, benim de öğrencisi olmaktan onur duyduğum değerli hocam Bahri Savcı yaptı:

‘’İnsanın yüreğinde kalan, bir ok gibi giderek daha çok kanayan ve acı veren bir üzüntü." (Mülkiye dergisi, sayı:265, Kış / 2009 / Ankara, s.178)

Bahri hoca atıldıktan kısa bir süre sonra da öldü.

Kimilerini 1402’yle doğrudan attıkları gibi kimilerini de aba altından sopa göstererek kendilerinin biçimlendirdiği insan olmaları yönünde baskı uygulanarak ya isteyerek ya da zorla susturulmaları istendi. ‘Sakal’ baskısı bu yöndeki en bilinen uygulamaydı. Bir bölüm hocaya sakalını kesmeleri yoksa atılacakları duyuruldu. Bu baskı karşısında da çoğu üniversite hocası istifa etti çünkü bu da bir göstermelik oyundu. Bu açıklamayı yapanlar 1402 kartını zaten ceplerinde taşıyorlardı. Bu konuda ilk istifa edenlerden biri de Prof. Emre Kongar oldu. Hacettepe Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılan Kongar, kendisini atanlara en ‘veciz’ yanıtı 24 Mayıs 1985’te Cumhuriyet’te verdi:

"Sakal benim eşimin egemenlik alanıdır, devletin değil"

Toplum tepeden tırnağa yeniden biçimlendirilir de ‘dil’ durur mu? Toplumsal yaşamın tek iletişim aracı olan dil de bu yok etme kampanyasından nasibini alır. 10 Ocak 1985’de TRT’den Türkçeye yasak gelir. Artık “anı, anımsamak, bellek, bileşim, devrim, dinsel, gereksinim, görsel, öykü, özgürlük, söyleşi, söylev, ulus, yandaş, yaşam, yasal ve zorunlu” sözcüklerinin kullanımı yasaktır. (Cumhuriyet)

Yok etme kampanyasının ileri evresinde artık kavramlar, sözcüklere de yeni anlamlar yüklenir. Yoğun bir algı operasyonuyla toplumun cehaletinden de yararlanılarak baskı toplumu yaratmanın ve yok etmenin araçları tam tersi bir anlam yüklenerek topluma ‘özgürlük’ diye servis edilmeye başlanır. Bu da ona karşıymış gibi gösterilip aslında 12 Eylül’ün felsefesine ve işlevine en uygun parti olan, dahası sırf bu amaçla kurulan ANAP iktidarı eliyle yapılır.

ANAP iktidarında 12 Eylül’ün tüm istekleri tek tek yerine getirilir. Faili meçhuller, doğuda köy yakmalar, gözaltında insan kaybetmeler en çok bu dönemde olur. Ve bir süre sonra da son darbe gelir. Dönemin başbakanı Özal, devleti küçültmek, bireyin özgürlüklerini daha çok arttırmak için bürokrasiden dem vurmaya başlar. Ve bürokrasiyi kaldıracağını açıklayarak bu yönde adımlar atar. Bunu da bizim birtakım kör cahil liberal aydınlarımız alkışlar. Burada büyük bir cehalet var. Çünkü bürokrasinin anlamını bilmeyen sadece liberal kesim değil, diğer kimi aydınlarımız için de geçerli. Örneğin o dönemin (ve bildiğim kadarıyla şimdinin) Türk Dil Kurumu’nda bürokrasinin karşılığı ‘kırtasiyecilik’ olarak verilir. İlgisi yok.

Türkiye’deki bürokrasinin ‘kırtasiyeci’ bir görünüm vermesi, burada bürokrasinin varlığını değil aksine yokluğunu ya da hantallığını gösterir. Yapılması gereken de bürokratik sistemi ortadan kaldırmak değil yeniden inşa etmektir. Çünkü bürokrasi, toplumda devleti frenleyen yegane güçtür. Bireyin devlet karşısındaki hakları ancak bürokratik ‘mevzuat’ sayesinde korunabilir. Bir ülkede bürokrasi ne kadar güçlüyse demokratik özgürlükler de o denli güçlü, bürokrasi ne denli zayıfsa yine demokrasi ve özgürlükler de o denli güçsüz demektir. Bürokrasinin hiç olmadığı bir devlet düzeni de, kusura bakmayın, faşizmdir.

Anımsarsınız, bir dönemler tüm dünya televizyonlarıyla birlikte ülkemizde de gösterilen tanınmış ve sevilen bir dizi vardı: ‘Emret Bakanım.’ Sonlara doğru ‘Emret Başbakanım’a evrildiyse de ilki daha çok tuttu. Dizide bildiğiniz gibi bakan ne derse desin, neyi isterse istesin, emrindeki danışmanının yani bürokratının dediği oluyordu. Bu dizide anlatılanlar sadece senaryo değil, İngiltere’de sistem aynen böyle işliyor.

Adına ister burjuva demokrasisi, ister Avrupa tipi demokrasi deyin; Avrupa’da en demokratik ülke İngiltere’dir. (Sonra İskandinav ülkeleri gelir.) Ve yine Avrupa’da en güçlü bürokrasiye sahip olan ülke de İngiltere’dir. Öylesine güçlü bir bürokrasi vardır ve toplumsal kümelerin ve devletin birbirleriyle olan ilişkileri öylesine mevzuatlarla, bürokratik kurallarla biçimlenmiştir ki ayrıca yazılı bir anayasaya gerek bile duymazlar. İngiltere bu nedenle dünyada yazılı anayasası olmayan tek ülkedir.

Aklımda kaldığı kadarıyla 1977 yılıydı. İngiliz devlet televizyonu BBC, üç İRA militanını ekranına çıkararak röportaj yaptı. İRA, bildiğiniz gibi İngiltere’nin özellikle o yıllarda can düşmanı olan ‘ayrılıkçı örgüt’. Orada da ortalık ayağa kalktı. Kraliçe küplere bindi, İngiltere parlamentosunda uzun tartışmalar yaşandı. Ama haberi yapanlar da, BBC’nin müdürü de ne görevlerinden alındılar ne de haklarında bir soruşturma açıldı. Burada amacım İRA’nın ( ya da benzeri bir örgütün) bir devlet televizyonuna çıkıp çıkamayacağı tartışması değil, sadece ve sadece BBC’nin dokunulamayan özerklik durumunu anlatmak. İşte buna bürokrasi diyoruz. İngiltere’de BBC ve diğer tüm devlet kurumları özerktir. Orada soruşturmaları ve kararları kendi meslekdaşlarından oluşan bir kurul verir. Yürütmenin başı kesinlikle karışamaz. Kraliçenin de başbakanın da bu tür özerk kurumlara karışmaya, onları yönlendirmeye hele hele yönetimini değiştirmeye hak ve yetkileri yoktur.

Bir grup insan dilediği zaman sarayın önüne dolaşıp kraliçeyi protesto edebilir. Bizim Mümtaz hocanın deyimiyle orada da anında grup polislerce çevrilir. Ancak onları dağıtmak için değil, başka grupların saldırısından koruyarak, özgürce gösterilerini yapmaları için… İşte bürokrasi bu..kırtasiyecilik değil. Bürokrasi, devlete karşı bireyin haklarının güvence altına alınmasıdır.

İsveç’te Olof Palme’nin ölümünün ardından bizim basın hakkında çeşitli haberler yazdı. ‘Demokratlığından’ örnekler verdi. Orası kesin, Palme gerçekten de dünyada sayılı demokratik görüşe sahip insanlardan biriydi. Ancak sadece bu değil.

Örneğin bir haberde; Palme’yi sinema kuyruğunda gösteriyordu. Dediğim gibi, Palme’nin demokratlığı su götürmez. Ancak burada es geçilen konu şu ki, İsveç’te başbakanlar sinemaya gideceklerse ve gişe önünde kuyruk varsa o kuyruğa girmek zorundalar. Yani, orada Olof Palme değil de Hitler kafalı bir kişi de olsa o kuyruğa girecek. Kuyruğun önüne geçmek hele hele koruma ordusuyla birlikte sinemayı kapatıp tek başına filmi izlemek hakları yok. İşte buna bürokrasi diyoruz. Yürütme erkinin yurttaşlar lehine yetkilerinin sınırlanmasıdır bürokrasi, kırtasiyecilik değil.

O kuyruktaki kişi başbakan da olsa, öne geçmeye ya da sinemayı kapatmaya diretirse, anında kuyruktan atılır ve oradan uzaklaştırılır.

- sürecek -    


dizin
    üst    geri    ileri  

 



 35 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi sekiz mart iki bin on yedi   / 21