ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   







DÖNGÜ


Işığın en az ulaştığı köşeye çektiği sandalyesine yan oturarak sırtını duvara dayamış, başının bir tarafına eğdiği kasketinin altından gelene gidene bakıyordu. Genç bir erkek ile genç bir kadın, biraz üzgün ve birbirlerine dokunmaktan korkarcasına önünden geçtiler. Genç kadın ağlamaklı bir ses tonuyla konuşuyordu.

- Neden uğraşmıyorsun?

Erkeğin yüzünde konuşmanın sıkıntısı asılı kalmıştı. Kısık bir sesle cevap verdi,

- Denedim, olmadı.

Ayaklarının altındaki taş döşemelerden kırgın adımların hüzünlü sesi duyuluyordu. Birbirlerini anladıklarını zanneden gençler ya da anlaşılmadıklarını düşünen gençler küçük bir kuruntuya geleceklerini feda etmezler mi? Onlara yardımcı olmak istedi ve bağırdı.

- Bırakın mızmızlanmayı, sarılın birbirinize. Cezalandırmayın birbirinizi.

Kafasını sağa sola salladı yanında duran masadaki bardağından bir yudum aldı, dirseğinin altına koyduğu kitabı masanın diğer tarafındaki kitaplara doğru itti. Masanın üzerinde uyuklayan kedi korkuyla sıçrayıp kaçtı.

Koltuğunun altına sıkıştırdığı kitabı ile iskeleye doğru bir delikanlı yürüyordu. Önünden geçerken ona seslendi,

- Oku, oku sen de oku! Dipsiz bir kuyudur okumak, sonu gelmez. O kitaplar yok mu, o kitaplar? Önce hava olsun diye koltuğunun altına sokuşturursun, sonra paravan olarak kullanır, arkasına saklanırsın. Dikkat et bak, sen onu kullanırken o seni kullanmaya başlar. Ne demiş Nietzsche! “Başka benlikleri dinlemekten başka nedir okumak?” Kendini oku!

Delikanlı bu ilginç adama gülümseyerek, selamladı. Adam delikanlının davranışından mutlu olmuştu. Elinde tuttuğu bardağını gence doğru kaldırdı. Delikanlı gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı. Tanıdık hayatlar, tanıdık insanlar gibiydiler.

Az ilerde kıyıda banka oturmuş bir adam gördü. Alaca karanlıkta adam bir şeyler yapıyordu. Altına aldığı ayağını aşağıya indirdi, sırtını dikleştirdi. Biraz daha öne doğru eğilerek adamı incelemeye başladı. Orta yaşlarda, atletik yapılı bir adamdı. Sokak lambasının ışığı adamın saçlarındaki beyazlıkları gümüşten tellere dönüştürüyordu. Metalik ışıltılar oluşturuyordu. Birkaç martı, adamın attığını yakalayabilmek için alçalıp yükseliyordu. Her eğilip doğruluşunda saçlarındaki gümüş tellerin pırıltısı lambanın denizde oluşturduğu yansımalarla birleşerek karanlıkta aydınlığa açılmış bir kapı siluetini andırıyordu. Ve adam bu sihirli kapıdan girmeye çalışıyormuş gibi görünüyordu. Dayanamadı ve bağırdı,

- Heyyyy! Gündüzler torbaya mı girdi? Gecenin bu vakti martılara yiyecek atıyorsun. Bırak mahlûkat geceyi bilsin, uyusun. Her şey sistem içinde, sen de onun içinde. Bozma dünyanın düzenini!

Beyaz saçlı adam duymuyor, aynı harekete devam ediyordu. Belki de duyuyor ama ilgilenmek istemiyordu. Kendi dünyasının yansımasında gidip geliyordu. Elindeki son simit parçalarını da denize doğru fırlattıktan sonra karanlıklara doğru yürüdü gitti. Onun gitmesiyle, sokak lambasının denizin üzerindeki pırıltıları yok olmuş yerini karanlık bir boşluğa bırakmıştı.

- Umutlarını kaybedenlerin yokluğunda yitip gitmişsin, yazık. Oysa ne kolay kendin olmak, dedi.

İleriye doğru ittiği kitaplardan birini açtı, ışığın ulaşamadığı köşesinde sayfaları çevirdi. Yüzündeki çizgiler düzeldi, gözleri büyüdü ve kasketini düzeltti. Gece de olsa gündüz de olsa çıkarmadığı kasketi sanki onun gözleriydi. Anlamlandıramadığı bir karanlık, önündeki kitabın sayfalarına düşmüştü. Sayfalardaki karanlıkta sürüklenmeye başladı. Önce, önünden geçen sevgilerini yitirmiş gençleri gördü. Kadın ağlıyordu. Tıpkı otuz beş yıl önce karısıyla ayrılmaya karar verdikleri an gibi. Yanlarından geçerken, yüzlerini gördü. Yarım bırakılan aşkın, evliliğinin unutamadığı kadınıydı. Adam ise çaresiz bakışlarla boşluğa doğru bakıyordu. Bu gözler hiç yabancı değildi. Kendi çaresizliğinin gözleriydi. Birisi sanki geçmişine ayna tutuyordu. Hızlıca kaçmak istedi.

Kaçamadı. Bir gence çarptı. Kitapları olan delikanlıydı bu. Kitaplar yere düşmüş, genç onları almak için yere eğilmişti. Yardım etmek istedi, eğildi, yine kendi gözleriyle göz göze geldi. O gözlerde uçup giden umutlarını gördü. Gençliğinde bitirmesi gereken üniversite eğitimini tamamlayamadığı anı hatırladı. Sınava yetişmek için hızlıca yürürken çarptığı yaşlı adamın ölmesi her şeyin sonu olmuştu. Bir insanın yaşamı sonlanacaksa bunun sebebi kendisi olmamalıydı. Olmaması gereken.. ama olan olaylar girdabında benliğini, yaşama sevincini kaybedip gitmişti.

Kötü sonuçlanacak hiçbir olayın içinde olmamalıydı, bu kaygıyı kafasından atamıyordu. Günler geçtikçe kaygılarının çeşidi daha da artıyordu. Biriyle mücadele ederken öbürü ortaya çıkıyordu. Bu durumdayken onu seven, yanından bir an olsun ayrılmayan kadını bırakmak istemeyip onunla evlenmişti. Evlilik iyi gelir diye düşünmüş ama yanılmıştı.

Onu saran, kendisine çeken karanlıkta yürümeye devam etti. İleride beyaz saçlı adamı ve etrafında uçuşan martıları görür gibi oldu. Adımlarını sıklaştırdı. O, sokak lambasının altında denizde martılara bir şeyler atan adamdı. Yine kendisi miydi? Sonunda adama yetişti. Yanına iyice yaklaştı, kolundan tutup çevirmek istiyordu ama yapamıyordu. İki farklı kesitte gibiydiler. Adamın yüzüne dikkatlice baktı. O yüz, her şeyi bırakarak kendisine yeni bir dünya kurmaya karar verdiği, kendisine birden yabancılaştığı anın yüzüydü. Öğrendiği bütün doğruların tıkandığı ve o doğrular ile anlaşılabilir bir cümle dahi kuramaz olduğu, anlamsızlaştığı gecenin yüzüydü. Araf’taydı. Bildiği bütün doğrulardan vazgeçerken, yeni doğrularda kendisini aramak istediği bir sonun başlangıcında sıkışıp kalmıştı. Şimdi o yüz ile karşı karşıyaydı. O yüz, tek bir doğru olan var oluşun düzleminde gidip gelen parabol gibiydi. Sanki her şey yeniden oluşuyordu. Önce kendisine yabancılaşıyor, sonra sancılar çekiyor, çıkış için arayışlara başlıyor ve o anda doğru bildiği benini yok edip yenisini oluşturuyordu. Tüm zamanları ötede tekrar beliriyordu. Hep bir döngüydü. Az önceki karanlık ve boşluk gibi. Kıyıdaki beyaz saçlı adamın yaptığı gibi pırıltılardaki sihirli bir kapıdan girmek istiyordu. Bir anda kendini duyumsadı. Ötekilerinin kendisinden uzaklaştığını gördü. O duyumsama içinde büyük bir haz alıyor, kendi döngüsünde yeniden doğuyordu. Bacaklarının etrafında dolaşan kediyi fark etti. Sıcacık ve sevimli bakışlarıyla kedisi ona bakıyordu. Toparlandı.

- Kalkma zamanı geldi diyorsun. Haydi, o zaman gidelim. Düş bakalım önüme Senben.

Kedi onu anlamışçasına koşturdu, adam arkasından ağır adımlarla ilerledi. Gecenin içinde, sokak lambalarının ışığında kayboldular.

- 2017 -         
 

 dizin    üst    geri    ileri  


 



 20 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  yirmi sekiz mart iki bin on yedi  / 21