ANLATI

Semih Özcan   







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                                                                 - On Altıncı Bölüm -

‘’AVNİ HER TÜRLÜ MÜLKİYETE KARŞIDIR. ‘MÜLK’İYELİ OLAMAZ’’


Her ne değin İsmet İnönü, siyasal literatürümüze ‘kuyudan adam çıkarmak’ deyimini sokmuşsa da, ‘Türk Siyasal Tarihi’ kuyuya itilen insanların tarihidir.

İsmail Cem, 12 Mart sonrasındaki ilk Ecevit hükümetinde TRT genel müdürlüğüne getirilmişti. Ve TRT’nin görüp göreceği en önemli, en tarafsız tek genel müdürü olarak da tarihteki yerini aldı. Onun döneminde TRT ilk kez Avrupa ölçülerinde bir habercilik ve TV yayıncılığına ulaştı. Bağımsız, nesnel haberciliğin yanı sıra, onun döneminin TRT’sinde izleyiciler Türk ve Dünya edebiyatının seçkin örneklerini, Türk ve Dünya sinemasının en kaliteli filmlerini izleme olanağı buldular. Tiyatro da hiçbir dönemde olmadığı kadar onun döneminde yakın ilgi ve destek gördü. Ancak hemen ardından gelen "Birinci Milliyetçi Cephe" hükümetinin başbakanı Demirel’in iktidara gelir gelmez yaptığı ilk iş İsmail Cem’i kuyuya itmek oldu. Üstelik itmekle de kalmadı, kuyunun ağzını sıkıca bir ‘taş’la da kapattı: Şaban Karataş.

Geçen ay Şaban Karataş’ın ölüm haberini duyduğumda aklıma ilk o günler geldi. Bugünkü kuşağın kuşkusuz tanımadığı, bilinmeyen bir isim olarak dünyamızdan ayrılan Şaban Karataş, 1976-77 döneminin en renkli simalarından biriydi.

İsmail Cem’in genel müdürlükten ayrılması tamamen hukuk dışı, yasalara aykırı gerçekleştirilen bir işlemdi. Ve karşısında , TRT’nin içinden de olmak üzere, geniş bir muhalif kesim buldu. Şaban Karataş’ı hiç kimse tanımıyordu, genel müdürlüğünü kabul etmiyordu. Mahkemeler de tanımadı. Danıştay, ki o zamanlar Danıştay şimdiki gibi sembolik değil, sözü geçmek zorunda olan bir idare mahkemesiydi, ilk aşamada Cem’in görevden alınmasını durdurduğu gibi, Karataş’ın atanma kararnamesini de iptal etmişti. Bununla da yetinmemiş, Karataş’ın kurum içinde yaptığı atamaları da durdurmuştu. Uzun süre direnmeye çalışan Demirel, sonunda pes etmek zorunda kalmış ama ‘taş’ tan vazgeçmemişti. Bu kez de TRT’nin başına Nevzat Yalçıntaş’ı oturtmuştu.
İsmail Cem daha fazla uğraşmayıp işin peşini bırakınca, Yalçıntaş TRT’nin başında genel müdür olarak kaldı

Karataş’ın genel müdürlüğüne herkes karşıydı demiştim, mahkemeler bile. Ölümüyle aklıma o dönemin oldukça ‘komik’ anısı geldi.

Dönemin en çok satan, en popüler mizah dergisi Gırgır, bu hukuksuz atamayı eleştirmek amacıyla bir karikatür yayınlar. Karataş’ı iktidarın kuklası olarak çizer ve üstüne de ‘TRT Genel Müdürü Şaban Karataş’ yazar. Karataş anında mahkemeye verir dergiyi ve çizerini ve şahsına karşı ağır hakaret edildiğini söyler. Mahkeme öyle bir karar verir ki, karikatürden daha mizah yüklüdür ve yüzlerde gülümsemeler yaratır.

Mahkeme Karataş’ın davasını geri çevirir, gerekçe olarak da hakaret edilmemiştir falan da demez. Aksine hakareti mahkeme de kabul etmiştir. Ancak davanın red nedeni kararda aynen şu sözlerle açıklanır:

‘’Söz konusu karikatürdeki hakaret, kişi olarak Şaban Karataş’a değil, TRT Genel Müdürü Şaban Karataş’a edilmiştir. Siz şu an hukuken TRT genel müdürü olmadığınız için şahsınıza yönelik bir hakaret söz konusu değildir.’’

Evet, karar aynen bu sözlerle açıklandı.

Gırgır dergisi o dönemler dediğim gibi, Türkiye’nin en çok satan ve en popüler olan mizah dergisiydi. Aynı zamanda dünyanın da en çok okunan ve satan üçüncü büyük dergisiydi, mizah dergileri içinde de Krokodil’den ( Sovyetler Birliği'nde döneminde yayınlanan bir dergi)  sonra ikinci. Daha yayın dünyasına girer girmez 400 bin net satış grafiğine yükselmiş, gittikçe bu sayıyı da aşmıştı.

12 Eylül’ün hemen öncesinde okulda yıllardır yapılmayan Mülkiye’nin geleneksel ‘İnek Bayramı’nı düzenlemiştik. Konuklardan biri de Gırgır dergisinin yaratıcısı ve genel yayın yönetmeni Oğuz Aral’dı. Aral geldi, büyük amfide öğrencilere yönelik bir konuşma yaptı ve soruları yanıtladı. Konuşma sonrasında da şölenin düzenleme komitesi olarak onu Kuğulu Park’ta ağırladık. Saatler süren bir sohbetimiz de orada oldu.

Okuldaki konuşmasında kendi yaşamı, Gırgır ve yarattığı Avni tiplemesiyle ilgili sorulan her soruyu yanıtlarken, o sıralarda gazetecilik yaşamına yeni başlayan sınıf arkadaşım Sedat (Ergin) söz isteyip hem öğrenci hem de gazeteci sıfatıyla bir soru sordu:

- ‘’Avni’yi Mülkiyeli olarak çizseydiniz nasıl çizerdiniz? ‘’

Yanıt tüm amfiyi kahkahalara boğar:

-  ‘’Avni her türlü mülkiyete karşıdır. ‘Mülk’iyeli olamaz.’’

Dediğim gibi toplantı bitiminde Kuğulu Park’a gittik. Bir yandan biralarımızı içerken, bir yandan da Gırgır ve mizah dünyası üzerine derin bir sohbete girdik. Orada, Oğuz Aral’la Cumhuriyet gazetesi arasında oldukça kökü eskilere dayanan derin bir kavganın ve küslüğün olduğunu gördük. Sohbetin ilk başlarında Avni’nin ortaya çıkış sürecini ve artık tüm yaşamına onun girdiğini, Avni’nin dışında özel yaşamı kalmadığından dem vuran Aral, söz Gırgır’ın doğuşuna gelince içini döktü.

Kafasında ilk Gırgır projesi uyandığında, tasarıları ve ilk çizgi ve hazırlıklarıyla Cumhuriyet’in kapısını çalar Oğuz Aral. Ancak, Cumhuriyet onu ciddiye almaz. Almadığı gibi, o zamanlar gazetede etkin olan Tan Oral ve çevresi, ‘yazı balonlarına, yazıya dayanan’ karikatür anlayışına karşı olduklarını, böyle bir çizgi anlayışını sanat olarak görmediklerini de belirtirler. Bunun üzerine Günaydın gazetesine gider Oğuz Aral. Onlar önce gazete içinde yarım sayfalık bir alan ayırırlar, tutunca tam sayfaya çıkarırlar. Ardından da bağımsız bir dergiye dönüştürürler ve Gırgır dünyanın sayılı dergileri arasına girer.

Ve o günden ölümüne dek Oğuz Aral’ın Cumhuriyet’e olan küskünlüğü ve karşıtlığı dinmez. Hatta bu karşılıklı çekişme Türk Mizahında bir süre ‘yazılı- yazısız karikatür’ tartışmasını doğurur. Her iki kesimin tarafları da uzun bir süre birbirini tanımaz, yaptıkları işi sanat olarak görmez. Aral’a göre hele ‘kara mizah’ kesinlikle mizah değildir. Sonuçta, yıllarca süren bu tartışmanın kökeni, işte Gırgır ilk doğum sürecinde anlattığım nedenle başlar.

Yıllarca Gırgır’la Cumhuriyet arasında bu anlamsız çekişme ve tartışma sürmüştür ama Gırgır mizah dünyamıza çok önemli isimler kazandırmış, her biri günümüzde ‘ustalık’ düzeyine ulaşmış değerler yaratmıştır. Bu anlamıyla bir dergiden çok mizah ve özellikle de karikatür alanında bir ‘okul’ işlevi görmüştür. Bu isimler arasında tanıdığım çok kişi var ama özellikle de üçünün adını anmadan geçemeyeceğim. İlki, size daha önce Sivas Katliamını anlatırken sözünü ettiğim, katliamda yitirdiğimiz yakın arkadaşım, sevgili dostum Asaf Koçak. Ve Ankara’dan yine yakın arkadaşım, özellikle ‘arandığım’ ve bu nedenle de geceleri kalacak yer sorunum olduğu dönemlerde, sık sık gecenin bir yarısı evine damladığım, büyük iyilik ve dostluğunu gördüğüm Cumhur Gazioğlu ve yine Ankara’da Mülkiye’de açtığı bir sergide tanıma olanağı bulduğum ve sanatını ve kişiliğini çok sevdiğim sevgili Avni Odabaşı. Bu üç isim de mizah güçlerini dünya çapında saygın bir ada dönüştüren, Türk Mizahının önemli kilometre taşlarındandır.

Elimde şu an Can’ın, Can Dündar’ın bir kitabı var: ‘Yakamdaki Yüzler.’ Uzun yıllar editörü olarak çalıştığım İmge’den, İmge Kitabevi yayınlarından çıkmış bir kitap. Can Dündar burada tanıdığı ya da sevdiği kişilerden ölenlerin ardından yazdığı yazıları derlemiş. Kitabı ilk çıktığında zaten okumuştum, sizlere bu yazıyı yazarken yeniden bir göz attım, daha önce uzun süre kendisiyle birlikte çalıştığım için ortak anılarımızı, tanıdıklarımıza bakmak için..

Ve kuşkusuz en önemli ortak tanıdığımız ve birçok ortak anılarımız olan kişi sevgili Nihat Subaşı’ydı. Nihat Subaşı bizim derginin yani YANKI’nın genel yayın danışmanıydı. Ama kendisi geçmişin o en önemli gazetelerinden, Ulus’ta gazetecilik yapmış duayen bir isimdi.Ulus’un yazıişleri müdürüydü. Can’ın da söylediği gibi, büronun koridorunda bütün gün volta atar, hem bizi denetip gözetler ama hem de gözetir, her sorunumuzda yanımızda olurdu. (Ben bir ara izinsiz İzmir’e tüydüğüm işten atılmıştım, Kışlalı’ya gidip dil döküp beni yeniden işe aldırmıştı örneğin.) Bu arada Bülent Ecevit’i Ulus’a aldırıp onu gazeteciliğe başlatan kişinin de Nihat hoca olduğunu vurgulayayım. İlginç bir rastlantı Ecevit de benim gibi işe tiyatro ve sanat yazılarıyla başlamış…

Kızdığı ya da sevdiği zaman ağzından çıkan her söze ‘ulan kerata’yla başlardı. Bir gün işe oldukça geç kaldım, on buçuğu bulmuştu işe geldiğimde. Normalde saat dokuzda büroda olmamız gerekiyor. ‘Nerdesin ulan? ‘ diye dikildi karşımda. O sırada, Cumhuriyet gazetesi de karşımızda ve ben sık sık kimi zaman oradaki arkadaşlarla sohbete kimi zaman da haber alışverişine ve arşiv taramasına sık sık oraya giderdim. Orada, Uğur Mumcu aklıma geldi. Mumcu her gün öğlenleri gazeteye gelir, yazısını bırakır ya da orada yazar, bir-iki saat kalır, çeker giderdi. Aklıma o geldi. ‘Sabahın köründe niye geleyim yaa? Bak, karşıda Uğur Mumcu geliyor mu? Adam her gün bir iki saatliğine uğruyor, yazısını bırakıp gidiyor.’’ Köpürdü: ‘’Ulan kerata, kendini Uğur Mumcu’yla bir mi tutuyorsun?’’ Ben de adamı delirteceğim ya, yapıştırdım cevabı: ‘’Neyim eksik? Siz bana o olanağı verin bak ben ne yazılar döşerim?’’ ‘’Geç yerine, kerata. Ukalâ!’’ Geçtim yerime.

Ama bu olay benim kafama yattı, işin peşini bırakmadım. Malum çoğu kez akşamdan kalma olduğum için sabahları erken kalkmak zor geliyordu, acilen buna bir çözüm bulmalıydım. Buldum.

Her ne değin sonraları ekonomi ve daha da sonra siyasal gelişmeler de eklendiyse de genelde sanat ağırlıklı yazdığım için zaten haber kaynaklarım ve röportaj yapabileceğim kesim yakın tanıdıklarım, arkadaşlarımdan oluşuyordu. Yeni tanıştıklarım için de fark etmez, insanlarla rahat diyalog, ilişki kurabilen bir yapım vardır. Soruna hemen bir çözüm buldum. Kafamda hazırladığım yazılara hemen tanıdık tayfadan üçer beşer röportaj da yaratıyor, röportajlar için de akşamları yemek ya da içki sofraları planlıyordum. Diyelim ki sizinle bir röportaj yapacağım, hemen telefon açıp, bu akşam Mülkiye’ye (ya da bir başka mekana) gel, hem bir iki tek atarız hem de biraz laflarız, diyorum. Böylelikle ben bütün röportajlarımı dost sohbetlerinde yapmaya başladım. Akşam işten çıkarken de, ‘yarın sabah falan feşmekânla röportajım var, öğleye anca gelirim’ diyordum. Röportaj ve yazıyı akşamdan kotardığım için de sabah erken kalkma derdinden kurtulmuş oldum böylece. Daha sonra sanırım bunu anladılar ama ses çıkarmadılar çünkü gerçekten de çalışma düzeyimi 4-5 katına çıkarmış, ardı ardına yazılar, röportajlar yaratıyordum. Hatta bu röportajların tüm günümü kapladığı yani Mumcu gibi dergiye sadece yazılarımı bırakmak için uğradığım dönemler de oldu. Bu yaptığım biraz üçkağıtçılık gibi gözüküyor belki ama değil. Aksine şunu anlatmaya ve kanıtlamaya çalıştım, ki sadece basın değil daha sonraki yayıncılık alanında da aynı görüşü inatla savundum, basın gibi, yayıncılık gibi işler mesai işi değildir, yani sizin çalışma süreniz 8 saat değil, 24 saattir aslında. Gecenin bir yarısında son derece önemli bir gelişme olsa, ‘yok kardeşim, benim mesaim bitti, bakamam’ mı diyeceksiniz. Basın alanında mesai kavramını kaldırdım, gerçekten de 24 saat çalışmaya başladım. Ardı ardına haberler geçiyordum. Yayıncılıkta da mesaiye hiç uymadım ama her gün sabahlara dek evimde işimle ilgilenerek, mesai usulü çalışsam belki en fazla haftada iki kitaba bakabilecekken, kendi çalışma yöntemimle her hafta her biri birer tuğla kalınlığında en az sekiz kitap yayınlıyordum. Dediği gibi benim çalışma anlayışımda mesai 24 saattir.

Can Dündar kitabında Nihat Subaşı’nın Ulus’taki bir anısını anlatmış. İnönü’nün ünlü ‘sizi ben bile kurtaramam’ sözünü manşet yaptıklarında sabahın köründe gazeteyi toplamaya gelen polisleri ‘henüz gazete basıldı, bir-iki saat sonra gelin’ diye atlatıp, anında kendi olanaklarıyla hızla tüm Türkiye’ye nasıl dağıttıklarını anlatmış. Nihat hocayla ilgili bir anı da ben anlatayım.

12 Eylül’ün ardından Amerika Türkiye’ye ilk ziyareti yapacak. Dönemin dışişleri bakanı Haig Türkiye’ye gelecek. 12 Eylülcülere ilk ABD ziyareti önemli tabi ki. Bütün basın işin peşinde, biz de. Ancak haftalık bir haber dergisi olduğumuz için kimi handikaplarımız var. Dergi Cuma gecesi baskıya giriyor, Pazar günü Ankara, pazartesi günü de tüm Türkiye’ye dağılmış oluyor. Hafta sonu baskıya girdiğimiz için zorunlu olarak bazı gelişmeleri önceden ‘öngörmek’, yazı ve haberleri ona göre ayarlamak gerekiyor. Bu da riskli bir iş. Haig olayında da öyle oldu. Biz baskıya Cuma gecesi giriyoruz, adam pazartesi sabaha karşı gelecek. Doğal olarak, nasılsa gelecek diye tüm hazırlıklarımızı, yazılarımızı buna göre yaptık. Dahası adamın bir fotoğrafını da kapağa alıp, üstüne de yazdık:’ Haig Türkiye’de..’

Ve son dakika gelişmesi yaşandı, adam gelmedi. Ziyaret iptal. Biz o kapakla çıktığımızla kaldık.

Pazartesi sabahı hepimizde kızgınlık, şaşkınlık ve gülmeyle karışık rezil olduk duygusu. ‘Noluyo size yahu? ‘diye sordu Nihat hoca.

Anlattık. ‘’Hocam, Haig Türkiye’ye gelecekti ve biz de bunu kapak yaptık ya..’’ ‘’eeee..?’’’ ‘’eee’si, son dakikada ziyaret iptal edildi, gelmedi, rezil olduk.’’

Dergiyi şöyle bir eline aldı, bir süre kapağa baktı, sonra da gülümseyen bir kızgınlıkla, elindeki dergiyi masalardan birinin üzerine attı:

‘’Hiçbir şey olmadık. Gelseydi pezevenk.’’

***

Can’ın kitabında bir diğer benim için önemli isim, Bahri hoca. Bahri Savcı.

Bahri Savcı ilk Anayasa Hukuku hocamdı okulda. Daha sonra Mümtaz Soysal oldu. Bahri hocayla Mümtaz hoca arasında bence önemli bir fark var. Bahri hoca anayasaya bakış konusunda daha radikal. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül gibi faşist dönemlerde anayasaların rafa kaldırıldığı, bu nedenle anayasal hak arama yoluyla bir sonuca ulaşamayacağını savunur. Bunu kişisel olarak yaptığım sohbetlerden biliyorum. Mümtaz hoca ise her koşulda anayasanın zorlanması, sonuna dek hukuki süreçlerin kullanılmasından yana bir kişi. O daha anayasacı. Bahri Savcı bu konuda radikal olmakta haklı da. 12 Eylül, emekliliğine 4 ay kala, bekleyemedi, onu işinden attı, 1402’yle. Atıldıktan kısa bir süre sonra da öldü. Onun atılması ve ölümünün ardından dersi Mümtaz hoca yüklendi.

Mümtaz hoca anayasa konusunda daha ‘ılımlı’ gözükse de, derslerdeki ve okuldaki tavrı son derece radikaldi. Açıkçası, Mümtaz hoca denince benim aklıma önce ‘cesaret’ geliyor. Okulumuzun olduğu Cebeci, ortada bir ada gibidir. Dört bir yanımız faşistlerin elinde olduğu bölgelerle çevrili. Bir tek bizim Cebeci var sağlam. Bu nedenle örneğin Kızılay’a giderken, yayan gitmez, mutlaka arabalara binerdik, başımıza bir iş gelmesin diye. Aynı şekilde, Dikimevi’ne de kolay kolay yalnız başımıza gidemezdik. Bir gün, postanede bir işim nedeniyle zorunlu olarak Dikimevi’ne gittim, kenardan köşeden, sağıma soluma bakınarak, hani biraz da tırsarak. Bir baktım, yolun tam ortasında, aslanlar gibi, elini kolunu sallaya sallaya Mümtaz hoca gidiyor Dikimevi yönüne. Ki o günler arka arkaya birçok üniversite hocasının, aydının öldürüldüğü günler. Adamın hiç umurunda değil.

Mümtaz hocayla ilgili hemen her yerde anlattığım ve daha önce de başka bir yazımda yazdığım bir anı var ki onu burada da anlatmamak ayıp olur.

1980 yılının 12 Mart’ı. Okul boykotta. Kimse derslere girmiyor ama Mümtaz hocanın dersine aksine hepimiz girdik. Büyük amfi ful dolu, ayakta bile yer bulmanın olanağı yok. 12 Mart’ta okulumuzda dekandı ya, o günleri, anılarını anlattıracağız.

Kürsüye çıktı, içimizde bir arkadaş anılarını anlatmasını istedi. ‘Tamam’ dedi, başladı anlatmaya :

"12 Mart olmuş, arka arkaya herkes içeri alınıyordu. Baskı, inanılmaz boyutlardaydı. Dışarıda adam bırakma niyetleri yoktu. Yine bir gün kürsüye çıktım, ancak ders anlatmaya başlamadan, öğrencilerimi uyarma gereği duydum. Hem içeri alınmalar çok büyük boyutlardaydı, onları düşündüğüm için hem de dekan olduğum için biraz da onun getirdiği uyarma görevi nedeniyle, ben çocuklara durumu anlatmaya çalıştım. Aman çok dikkatli olun, attığınız her adıma dikkat edin. Yoksa…

….tam ‘yoksa’ dedim, kapı açıldı, fakülte sekteri göründü ‘hocam geldiler’ dedi. Zaten bekliyorduk. Sekreterle birlikte içeriye ikişer polisle asker girdi. Sınıfta kelepçeyi taktılar. Kapıdan çıkarken son kez çocuklara döndüm, kelepçeli elimi gösterdim… ‘yoksa işte böyle olur.’ ‘’

Hoca bir süre daha anılarını anlattıktan sonra yavaş yavaş ders moduna girdi. İngiliz demokrasisini anlatıyor ama aslında dönemle ilgili güzel konuları işliyor. Örneğin ‘’İngiltere’de de siz sarayın önünde kraliçeyi protesto edip, gösteri yaptığınızda hemen çevrenizi polisler sarar. Ama sizi dağıtmak için değil, sizi başka grupların saldırılarından korumak için yapar bunu. Size karışmaz. Dilediğiniz gösteriyi özgürce yapabilirsiniz.’’

Bunun üzerine bizden bir aklı evvel kalktı, Mümtaz hocaya diklenecek oldu: ‘’ Yaaa hocam, biz buraya sizden anılarınızı anlatmanız için geldik. Siz hemen derse girdiniz.’’

Mümtaz hoca anında susturdu o kişiyi. ‘Sen benim ne anlattığımı sanıyorsun. Size İngiliz demokrasisini anlatıyorum çünkü yıllardır anlattıkları gibi bu ülkede burjuva demokrasisinin olmadığını söylemek istiyorum. Sen benden bugün için 12 Mart’ı anlatmamı istiyorsan hiç boşuna bekleme, anlatmayacağım. Çünkü ben size sadece bugün değil, her gün 12 Mart’ı anlatacağım. 12 Mart bu ülkede ne zaman bitti ki bugünle sınırlayayım. Bu ülkede her gün 12 Mart.’’

Mümtaz hocanın içeri alınma ve tutuklanma nedeni, yazdığı ‘Anayasaya Giriş’ kitabında komünizm propagandası yapmaktı. 6 yıl 8 ay hapsi istenen hocanın bu kitabı bizim dönemimizde de ders kitabımız oldu.

Mümtaz hoca tutuklandığında TRT’den Sevgi Sabuncu ile evlilik hazırlıkları yapıyordu. İçerde evlendiler. Evlendikten 3 hafta sonra da Sevgi Sabuncu da tutuklandı. Ardından da Adana’ya sürüldü. Üç yıl sonra kanserden öldüğünde, Türk Edebiyatına dev bir 12 Mart külliyatı, dev bir Sevgi Soysal adı kazınmıştı.

 - sürecek -

dizin    üst    geri    ileri  

 



 35 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi üç mart iki bin on altı   / 15