MAKALE

Kenan Kalecikli   







Yabancılaşma ve Sevgi Devrimi


İnsanın özüne yabancılaşarak nesneleşmesinin, en eski çağlardan beri süregelen, madde dini adını verdiğim bir kültün pençesinde geliştiğini çok açık belirtileriyle biliyoruz artık. Dün köleci sistemde ve derebeylik sisteminde, insan üzerinde korkunç ve ayırt edilmesi çok güç bir egemenlik kuran madde, anamalcı (kapitalist) sistemde iyice pekişmiş, yabancılaşmayı görülmemiş boyutlarda artırmıştır. Tek ayrım, nesneleşmiş kişilerin kendilerini özgür sanmalarıdır. Çağdaş kölelik böylesine yaman ve etkili bir tasma sunmuştur bireylere.

‘’İçinde yaşadığımız Batı kültüründe sinemaların, radyoların, televizyonların, spor olaylarının ve gazetelerin (günümüzde akıllı cep telefonlarının ve tablet bilgisayarların, sosyal medyanın, K.K.) yalnızca dört hafta için bulunmadığını düşünelim. Bu büyük kaçış yolları kapanınca, kendi olanaklarıyla baş başa kalan insanlar ne yapacaklardır? Hiç kuşkum yok ki, bu denli kısa bir sürede bile binlerce kişi sinir bunalımı geçirecek, daha çok sayıdaki insan da klinik anlamda nevrozlu denen durumdan pek de değişik olmayan korkunç bir huzursuzluğa kaptıracaktır kendisini. Toplumun dokusuna işleyen sakatlığı yatıştırmak için, verilen uyuşturucu kesildiği anda hastalık bütün belirtileriyle dökülecektir ortaya,’’ diyor Erich Fromm.

Yabancılaşmanın niteliğini saptamak, çürümeyi tersine çevirerek sömürü adına küreselleşmeyi değil, insanlaşma sürecini tamamlamak adına küreselleşmeyi önce insanın günlük yaşantısına, sonra toplumun bütününe, dokusuna, giderek yaşadığımız gezegenin her coğrafyasına kazandırmak, insanlığın daha geç olmadan kendine bir çekidüzen vermesi bakımından yaşamsal önem taşır. Bunun biricik koşulu da madde uygarlığı çağından insan uygarlığı çağına geçecek bilincin kazanılmasıdır. Ben buna Sevgi Devrimi diyorum.

Kuşkusuz ki, Sevgi Devrimi’ni her birey önce kendi içinde yapmalıdır. Sürüye uymayı reddedip gerekirse yalnız kalmayı göze alarak kendi bireyselliğini var etmeli, içindeki kompradoru hiçbir iz kalmayacak biçimde öldürerek yok etmeli, böylece çürümeyi kusarak aslına dönmelidir. (Birey, kendini insanca değerlere adayarak, bu değerlerle bütünleşerek çözüm üretebilecek yetenektedir. Bu durumda çoğalarak gerçek anlamda toplumsallaşması gibi bir ödülü de hak edecektir. Kalabalık yalnızlıkların yerini, mutlak bir çoğalma alacaktır.)

Bu sorgulamadan sonra, bu yazının ana iletisini verebiliriz artık: Sevgi, maddeye direnip kendisi olarak kalabilenlerin şöleni olabilirdi ancak. İnsan, evrende özüne yabancılaşarak nesneleşmiş kişilerin yanında azınlıktadır. Bu durumda, sevginin bir azınlık uygarlığı olduğunu söylemek hiç de abartı değildir.

Dibe vuran insanlık karşısında bu görkemli direniş, insanlığın son umududur. Günümüzde nesneleşerek özüne yabancılaşmış kişilerin egemen olduğu dünya ortadadır. Albert Camus’nün ‘’Bir tek çocuğun gözyaşlarına değmez’’ dediği vahşetin kuşattığı toplumlarda kanıksanmış acılardan başka hiçbir şey yaşanmıyorsa, herkesin öncelikle bir özeleştiri yapması, aksayan yanlarını onararak Sevgi Devrimi için ‘’ben de varım’’ bilinciyle kendini donatması gerekir. Aksi durumda, içinde bulunduğumuz süreç, özgür olduğumuza inandırıldığımız tasmalı kölelik sürecidir. Genelde toplumların, özelde bireylerin ayrımına varamadıkları binlerce yıllık müthiş yanılsama budur.
 

dizin    üst    geri    ileri  

 



 25 

 SÜJE  /  Kenan Kalecikli  /  yirmi üç mart iki bin on altı    / 15