KURAMSAL

Ömer Gençer   




 


ŞİİRİ ..BİLMEK (5)

Şiiri İşlevlendirebilmek / 3
(*)


Sanatta biçim, üreticisi ve ürünü arasında yaşanan bir sorundur. Biçimsel yapılar kurarak bir araya gelmiş sanatçıların dünya görüşleri ile biçimin varlığı arasında çoğu zaman bir ilişki olsa da biçimin varlığını sürdürmesi ile dünya görüşü arasında kalan bağıntı süreç içerisinde oldukça zayıflar. Örneğin Dadaistlerin yarattığı biçim, yaratan sanatçıların savaşın yıkıcılığı ve saçmalığından beslenen umutsuzluk üzerine oluşan bir kuram üzerine kurulsa da, savaşların kısmi olarak durulduğu bölge ve zamanlarda Dada kalıcı bir biçim olarak sanatın kazanımıdır. Kısaca biçimsel yapılar kurucularının kimi zaman toplumun var oluşuna, devinimine, doğrulara ve gerçekçi gereksinimlerine aykırı olarak yersiz, orantısız dünya görüşleri ve manifestolarıyla doğsa da süreç içerisinde sanatın kazanımları olarak kalıcı olurlar. Başka bir deyişle biçimsel hiçbir yapı idealist, materyalist ya da bilinemezci bir dünya görüşünü temsil eden yapıya ya da düşünceye bürünemez. Sanatçının toplumcu olduğu ya da olmadığı unsuru üretiminin biçiminde değil ürünün ereğinde, özünde, içeriğindedir.

Sanat ürünü yaratma serüveni olarak ele alındığında ise yöntem olarak biçimcilik ya da soyut yapılarla üretim bir yöntem olduğu kadar; gerçekçilik de bir üretim yöntemidir ve tüm yöntemler özünde toplumsal yarar ve devrimsel olgular içerebilir. Toplumculuk ideolojisi ve gerçekçilik biçiminin birleşiminden doğan toplumcu gerçekçilik biçimi, özellikle Ekim Devrimi sonrasında bir parti politikası olarak, tüm kesimlerce daha anlaşılır ve kolay tüketilebilir olması yönüyle benimsenmiştir. Özellikle devrim döneminde, içeriğinde parti politikasını destekleyen, toplumsal tezler ve yararlar içeren bir sanat akımı öngörülerek gerçekçilik yöntemi ele alınmış, bunu sağlayan sanatçılar yüceltilmiş, bu durum bir politik sanata yöneltmiş, bu anlamda toplumsal sıkıntılar ve kaygıların sesi olma işlevini üstlenmeye özen göstermiştir. Toplumcu Gerçekçiliği -bir biçim değil de akım- olarak ele aldığımızda özellikle toplumcu yönünün ağır bastığı, ideolojik ve politik olmasının temel özelliklerinden olduğu görülebilir.

Bu çerçeveden bakıldığında Lunaçarski, Sanat ve Edebiyat üzerine adlı eserinde şu sözleriyle konuyu açıklar durumdadır : “Bizim görevimiz dünyayı anlamaktır ama yorumlamak amacıyla değil onu yeniden inşa etmek amacıyla. Bu nesnelciliğin düşünülebilecek en büyük utkusudur ama bunun içinde de öznellik öğesi girmektedir. Çünkü bu, şu anlama gelir: Dünyanın şimdilik kusurlu olduğunu biliyoruz, bunu yalnızca bir sorun olarak kabul ediyor, dünyayı yoğrulması gereken bir gereç kabul ediyor ve ona yeniden biçim verecek gücü kendimizde buluyoruz. Burada söz konusu olan güçlü yaratıcı süreçlerdir; dünyaya yeniden biçim vermek dev boyutlu bir mimarlık işidir; aynı zamanda nesnel bir iştir, çünkü gereciniz olan dünyayla kendi kökeniniz sizin kendi kaynağınız olan dünyanın doğasıyla ilgili kesin bilgi gerektirir.

Ama dünyaya böyle yaklaşabilmek için, dünyayı yeniden biçimlendirebilecek gücü kendinde bulan yaratıcı sınıftan olmak gerekir.”


Sanatın işlevi, öncelikle üretim ve tüketim açısından en önemli konulardan biridir. Bu anlamda konunun boyutlarını biraz daha derinleştirip, genişletmek istiyorum.

Öncelikle sanat her şeyden öte -bilgisel değil, bilgeseldir.- Bu yönüyle sanatın işlevsel yönü gerçeği ve yaşamı bilgisel yordamlarla değil, dönüştürücü, değiştirici, geliştirici bir kurum olarak var olmasında yatar.

Sanat, üretim açısından bakıldığında; yaşamı, gerçeği, doğayı idealize de eder, estetize de!

Bu iki olgu üretimde çok temel ayrımları barındırır. İnsanı, “kabullenmiş köle” durumuna getirerek, sömürme anlayışına dayalı güncel baskın sistemler, evcilleştirilmiş, uysallaştırılmış, farkındalıkları köreltilmiş birey ve toplumun yaratılmasında en etken araçlardan biri olarak sanatın idealist üretimlerini kullanmakta ve önemli yatırımlar yapmaktadırlar. Bunu yaparken yaşam, doğa ve gerçeğe ilişkin idealize edilmiş anlayış kalıpları kurarak, algıyı manüpüle ederek ve modern toplumda algı mühendisliğiyle bunu işlemektedirler. İdealist anlayışın uygulamada en temel sakıncası gerçeği çarpıtması, yok sayması ya da yanılsamaya yol açmasıdır. Tüm bunların sonucu bugünkü çağdaş toplumların alık, benimsemiş, direnmeyen yapısının kurulmasına araç olmasıdır. Henüz evren içerisinde konumumuzu ve durumumuzu bilemediğimizden herhangi bir düşünsel, felsefi yaklaşımın doğruluğunu ya da yanlışlığını tümüyle kanıtlamamız pek olası değildir. Ancak bilimsel ve akılcı göstergeler ışığında bakıldığında idealizmin bilimsel ve akılcı bir yapı olmadığı, özellikle bu yönüyle gerici bir yaklaşım önerdiği ve ilerleme ve büyük çaplı bilimsel gelişmeler sonucu ileride kanıtlanacak herhangi bir olgunun bilimden bağımsız ve materyalist anlayışa uzak olamayacağı açıktır. Bu yazının amacı dışına daha fazla taşmadan bakıldığında sanat, öncelikle egemen kurumlardan bağımsız, ilerletici, geliştirici ve dönüştürücü olabilmeli ve bu çerçevede yaşamı estetize etme rolünü üstlenerek yaşamda önemli bir olgu olarak varlığını sürdürmelidir.

Son olarak; temel varoluşunda yaşamı estetize etmesi gereken sanata engeller koymak, kurallar belirlemek, kalıplar içerisinde ilerlemesini beklemek anlamsız ve saçma bir tutumdur. Veron’un belirttiği üzere; “hiçbir bilim estetik kadar metafizik düşlemler alanına bırakılmamıştır.” L.N.Tolstoy, Sanat Nedir? yapıtında “Aynı zamanda sanat, bilimin düşselliğinin ve gelişiminin kaynaklarını barındırır.”der.


________________________
(*) Önceki yazılar 1, 2, 4 ve 7.sayılardadır.



dizin    üst    geri    ileri  

 



  7  

 SÜJE  /  Ömer Gençer  /  yirmi beş mart iki bin on beş     9