KURGUSAL ÖYKÜ

Özgecan Dalkılıç   







LEYLEK ÖLDÜ


Karanlığa düşen bir kar tanesi gibi beyaz badanalı evin beni kendine çeken harabeliği vardı. Çığlıklar, susmak bilmiyordu. Ölülerini fırlatmış mezarlıklar kadar iniltili, ürkekti. Beton direklerin hayatımıza girmeyen zamanları olmalı ki ceviz yaprağına ve çaya doymamış toz kına renginde keresteden telefon direği, evin giriş kapısının hemen soluna devrilmişti. Üzerindeki dağınık yuvada gece ile sarmaş dolaş olan siyah, siyaha tezat beyaz çarpıyordu, gözüme. Merakımla yaklaştım; bir adım, bir adım daha. Nedir bu? Görüntü daha da netleşti. Neydi, şu dilimin ucunda olan kanatlının adı? Bir mırıltı ki kesik kesik beynimi tırmalayan işkence halinde. “ Tava, hacı, yumurta…” Zihnime geldi, gelecek. Daha da yaklaştım; kanatlarını iki yana açmış, uzun gagası sola yatık. İnce boğazı kırılmış, biçare. El çırpıyorum, tepiniyorum; korksun, uçsun diye. Uyanmadı. Bilincim uyandı da o yerdeki bahar kuşu uyanmadı. İnadına yumdum gözlerimi, uçurayım, diye. Kıpırdamadı. Silikleşmeye başlayan görüntüleri biraz daha zorladım; kollarım çırpmaktan yorgun, parmaklarım titrek. Yaklaştım, üç metre uzunluğundaki direğin üzerindeki yuvaya eğilip leyleğe dokundum. Önce bahşedilip sonra çalınmış gücümle dürttüm. Yok, kıpırdamadı. Şarkılar tutturdum. “Hacı leylek yuvada. Kanatları can telaşında.” Yalvardım, uyanmadı. Öldürülmüştü, öldürülmüş, anlıyor musunuz? Uçmalarına şahit olduğum leylek uykulu ülkelerde öldürülmüştü. Onunla beraber mevsimler, onunla beraber sıcaklık öldürülmüştü. Bağırdım, içimde sökemediğim alfabenin tınısıyla bağırdım.

_Kim, kim öldürdü, ben gibi? Hadi çıkın karşıma. Kim, ona bu kötülüğü yaptı, kim?

Gecelerin, gündüzlerden çok gölgesi olurmuş. Binlerce gölgeler karıştı birbirine. Gecenin diliyle konuştu lahitleri mesken etmiş, asırlık bir gölge:

_Daha dün gecenin en suskun saatinde ölülerle oturdum, ölüler ile konuştum. Hepsinin ağzından iyilikler dökülüyordu. Oysaki sen durmuş kötülüklerle soruyorsun sorunu.

“Bırak!” dedim. “Bırak!” kelimelerle oynamayı bırak. Kelimeler yetimdir, benim hanemde. Yetimlerin ahı alınmaz. “Siz…” dedim. “Siz, hiç mi kötülükten bahsetmezsiniz, sağlarınıza?” Çökmüş avurtlarıyla en karanlık halleriyle gülüp boş, üç tabutu gösterdiler.

_Kötülük mü, dedin? Kötülük bizim, ağzı açık tabutlara sağlarımıza davettir. Kötülük, bizim parmak uçlarımızda ve ayak altlarımızda çürütmeye müptela topraklarımızdır. Bilir misin sen, ölüler ve sağlar gibi toprağın da iki vasfı vardır. Biri, yeryüzünün bereketi, diğeri yeraltının felaketi. İşte kötülüğümüz felaketimizdir; bundandır, kötülüğümüz söze dökülmez. Şimdi sen söyle bana hangi kötülük hangi güzel söz ile çağrılır ki?

_ Dilediğin kötülük ve güzellik olsun. Karanlığımız aydınlığımızdır, bizim. Aydınlığımız Tanrımız. Doğmak ve ölmek ikisinin de hiç için varlığa koştuğu, hayal ve gerçekçiliğin cenge tutuştuğu yer. Öldürdüğümüz onca bedenlere rağmen her gün ruhumuzun kapısını süpürdüğümüz; temiz, pak kalsın diye sonsuzluğa varabilecek bir güçte arınmadır, güzellik ve kötülük… Ve bir leyleğin, bir zamanlar kanatlarında rüzgarların geçtiği bir leyleğin boylu boyunca yerde telef olmuş, haliyle uzanmasıdır. Şimdi bir kötülük yap ve sus, şimdi bir iyilik yap ve yaşat. Hadi yaşat, LEYLEK öldü!


Rüyaların İz(düş)ümü / 5

dizin    üst    geri    ileri  

 



 33 

 SÜJE  /  Özgecan Dalkılıç  /  yirmi beş mart iki bin on beş     9