Karanlığa düşen bir kar tanesi gibi beyaz badanalı evin beni kendine
çeken harabeliği vardı. Çığlıklar, susmak bilmiyordu. Ölülerini fırlatmış
mezarlıklar kadar iniltili, ürkekti. Beton direklerin hayatımıza girmeyen
zamanları olmalı ki ceviz yaprağına ve çaya doymamış toz kına renginde
keresteden telefon direği, evin giriş kapısının hemen soluna devrilmişti.
Üzerindeki dağınık yuvada gece ile sarmaş dolaş olan siyah, siyaha tezat
beyaz çarpıyordu, gözüme. Merakımla yaklaştım; bir adım, bir adım daha.
Nedir bu? Görüntü daha da netleşti. Neydi, şu dilimin ucunda olan
kanatlının adı? Bir mırıltı ki kesik kesik beynimi tırmalayan işkence
halinde. “ Tava, hacı, yumurta…” Zihnime geldi, gelecek. Daha da
yaklaştım; kanatlarını iki yana açmış, uzun gagası sola yatık. İnce
boğazı kırılmış, biçare. El çırpıyorum, tepiniyorum; korksun, uçsun diye.
Uyanmadı. Bilincim uyandı da o yerdeki bahar kuşu uyanmadı. İnadına
yumdum gözlerimi, uçurayım, diye. Kıpırdamadı. Silikleşmeye başlayan
görüntüleri biraz daha zorladım; kollarım çırpmaktan yorgun, parmaklarım
titrek. Yaklaştım, üç metre uzunluğundaki direğin üzerindeki yuvaya
eğilip leyleğe dokundum. Önce bahşedilip sonra çalınmış gücümle dürttüm.
Yok, kıpırdamadı. Şarkılar tutturdum. “Hacı leylek yuvada. Kanatları can
telaşında.” Yalvardım, uyanmadı. Öldürülmüştü, öldürülmüş, anlıyor
musunuz? Uçmalarına şahit olduğum leylek uykulu ülkelerde öldürülmüştü.
Onunla beraber mevsimler, onunla beraber sıcaklık öldürülmüştü. Bağırdım,
içimde sökemediğim alfabenin tınısıyla bağırdım.
_Kim, kim öldürdü, ben gibi? Hadi çıkın karşıma. Kim, ona bu kötülüğü
yaptı, kim?
Gecelerin, gündüzlerden çok gölgesi olurmuş. Binlerce gölgeler karıştı
birbirine. Gecenin diliyle konuştu lahitleri mesken etmiş, asırlık bir
gölge:
_Daha dün gecenin en suskun saatinde ölülerle oturdum, ölüler ile
konuştum. Hepsinin ağzından iyilikler dökülüyordu. Oysaki sen durmuş
kötülüklerle soruyorsun sorunu.
“Bırak!” dedim. “Bırak!” kelimelerle oynamayı bırak. Kelimeler yetimdir,
benim hanemde. Yetimlerin ahı alınmaz. “Siz…” dedim. “Siz, hiç mi
kötülükten bahsetmezsiniz, sağlarınıza?”
Çökmüş avurtlarıyla en karanlık halleriyle gülüp boş, üç tabutu
gösterdiler.
_Kötülük mü, dedin? Kötülük bizim, ağzı açık tabutlara sağlarımıza
davettir. Kötülük, bizim parmak uçlarımızda ve ayak altlarımızda
çürütmeye müptela topraklarımızdır. Bilir misin sen, ölüler ve sağlar
gibi toprağın da iki vasfı vardır. Biri, yeryüzünün bereketi, diğeri
yeraltının felaketi. İşte kötülüğümüz felaketimizdir; bundandır,
kötülüğümüz söze dökülmez. Şimdi sen söyle bana hangi kötülük hangi güzel
söz ile çağrılır ki?
_ Dilediğin kötülük ve güzellik olsun. Karanlığımız aydınlığımızdır,
bizim. Aydınlığımız Tanrımız. Doğmak ve ölmek ikisinin de hiç için
varlığa koştuğu, hayal ve gerçekçiliğin cenge tutuştuğu yer. Öldürdüğümüz
onca bedenlere rağmen her gün ruhumuzun kapısını süpürdüğümüz; temiz, pak
kalsın diye sonsuzluğa varabilecek bir güçte arınmadır, güzellik ve
kötülük… Ve bir leyleğin, bir zamanlar kanatlarında rüzgarların geçtiği
bir leyleğin boylu boyunca yerde telef olmuş, haliyle uzanmasıdır. Şimdi
bir kötülük yap ve sus, şimdi bir iyilik yap ve yaşat. Hadi yaşat, LEYLEK
öldü!