ANLATI

Semih Özcan   







GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE


"MAVİİİİİİİİİİ"                                          

                                                                                                                           - Onuncu Bölüm –

 
Motor iskeleye yanaştıkça,gözümü denizden alamıyorum. O ana dek Karaada’nın denizi kadar temiz, berrak bir deniz görmemiştim desem yanlış olmaz. Öylesine berrak bir deniz ki, motordan dibe baktığınızda, deniz gözlükleriyle dibe dalmışçasına, denizin dibi son derece pırıl pırıl, net olarak görünüyor.

Tam dipte; bir büyük, yanında bir de ortanca tabak olanca netliğiyle gözümle buluşuyor. Yanında da ikişer tane kaşıkla çatal. Tabakların altında da kalsa bir adet bıçak da görebiliyorum. Bıçak neden bir tane diye kafaya takmak üzereydim ki, az ötede bıçağın öbür tekini de görüyorum.

Dalga geçmiyorum, deniz gerçekten de çok çok temiz. Yalnızca denize girecekseniz, ayağınıza bir şeyler batmaması için (çünkü bir süre sonra dipte şişe kırıkları da gördüm) dibe basmamanızda yarar var.

Erol Kavşit kıyıda karşılıyor bizi. Kısa bir hoşbeşten sonra, adaya grup olarak gelen diğer konukları karşılamak için kısa bir süreliğine bizi yalnız bırakıyor. Bu süre içinde, denize girmek isteyebiliriz düşüncesiyle bir de soyunma kabini olarak kullanacağımız bir oda ayarlıyor bize. Bu kısa süreyi biz de adayı gezmeye ayırıyoruz.

Önce Dergah’ta birer çay içiyoruz. Sonra da kıyıda, içinden sıcak su çıkan mağaraya doğru yöneliyoruz. Her zamanki gibi yine kalabalık. Her zamanki gibi insanlar sorunlarına çözüm bulma ya da güzelleşme umudunu çamura bulanmada buluyor. İçinden sıcak su doğan mağaranın içine doğru gitmeyi düşünsem de gözüm yemiyor, hemen vazgeçiyorum bu düşüncemden. Sık sık gelirim buraya. Daha önceki gelişlerimden birinde, içimizden bir arkadaş gözükara bir dalgıçtı. O bile epey gittikten sonra mağaranın ucunu bulamayıp geri dönmüştü. Aklıma o an o geldi.

Çamur banyosunun ardından adanın tepelerine vurduk kendimizi. Bir süre kuşbakışı seyrettik denizi. Manzara nefisti.

Aşağı indiğimizde, Kavşit sofrayı kurmuş, Demgah’ta bizi bekliyordu. Nefis bir sofra..rakılarımız ama en önemlisi müziğimiz de hazırdı. Kavşit’in elinde bir ut, sofrada bulunan diğer bikaç kişinin de ellerinde birer müzik aleti, şarkılar eşliğinde yemeğe başladık. Aslında meze olan yemeğin bizzat kendisiydi.Türk müziğinin birbirinden seçkin parçalarına doğru bir yolculuğa çıkmıştık. İlerleyen saatlerde müziğin yanı sıra dizeler de Demgah’ımıza girdi.Şarkılarla,şiirlerle sürdü günümüz.

İlerleyen saatlerde artık konuya girmek gerekiyordu, girdik. Erol Kavşit’e gerçek geliş nedenimizi,düşüncelerimi en ince ayrıntısına dek anlattık. Dinledi, çok olumlu buldu. Hatta daha da ileri giderek ‘bir dergi ya da sanat gazetesi de Bodrum’da çıkarırız. Hatta bir de radyo istasyonu kurarız burada. Ben bunu sağlarım.Sonuna dek yanınızdayım’ da dedi. İşler umduğumuzdan da iyi başlamıştı.

‘Ancaaaak’ dedi, ‘iki şartım var. Benim de ne zamandır kafamda birtakım tasarılar vardı. Onları da birlikte yaparsak,olur. Size her türlü desteği veririm.’

‘’Oluuur..’ dedim, ‘söyle…’

‘İlki’ dedi, yanındaki şiirlerinin olduğu defteri göstererek, ‘bı şiirleri basacağız.’ ‘Sorun değil’ dedim,’ o kolay.’ ‘Sadece kitap olarak değil ama, ben kartpostal olarak basılmasını istiyorum.’

Bu konu biraz midemi bulandırdı. Oldum olası şiirlerin kartpostallara basılarak yaygınlaşmasına hep soğuk bakmışımdır. Hele o zamanlar, hiçbir şiir niteliği ve yeteneği olmayanların kartpostallarda boy gösterdiği dönemlerdi. Bir de yine o dönemler ‘Mavi Yolculuk’un yozlaşmasını da düşünürsek, bizim için oldukça kötü bir başlangıç olacaktı. Kafam yatmasa da ‘kabul ettik diyelim. İkinci şart ne?’

‘Sinemaya da gireceğiz. Ne zamandır üzerinde çalıştığım bir senaryo var. Onun filmini çekeceğiz. Ben Fikret’le konuştum ( o zamanlar Bodrum’da yaşayan Fikret Kızılok’u kastediyor). Başrolü o oynayacak, kabul etti.’’ ‘ Film sorun değil, kabul’ dedik. ‘Ancaaaak..’ dedi, bu konuda da bir şartım var.’ ‘Ne gibi?’ ‘Yapay plato istemiyorum. Filmde tüm çekimler doğal olacak.’

Yaşamında önemli bir yer tutan bir aşkı vardı, sonra kaybetmiş o kişiyi. Ve şiirlerde yaşatmış o güne dek. Hatta bir de güzel parça yapmıştı Türk Sanat Müziği formunda. Radyolarda sık sık çalınan. Şimdi de bunu senaryoya dökmüştü ve bunun çekimini istiyordu. Güzel bir düşünce ve duyguydu ancak iş, işte bu noktada sarpa sarıyordu. Film boyunca unutamadığı o aşkını yeniden yaşamak istiyordu, bunun için de hiç bitsin istememecesine tüm çekimleri doğal ortamda istiyordu.Duygu olarak saygı duyulacak çok güzel bir duyguydu ancak, bu sinemada hiç bitmeyecek, sonu getirilemeyecek bir film demekti. ‘Yapay yağmur, rüzgar istemiyorum’ diyordu.’Senaryoda yağmurlu, rüzgarlı bir sahne mi var. Film hilesi istemem. Yağmurun yağması, rüzgarın çıkması beklenecek. Ayrıca kurgu da istemiyorum. Tüm senaryo sırasıyla çekilecek.’ Yani, yağmurlu bir günde tüm yağmur sahnelerinin toptan çekimine de karşıydı. Her yağmurlu sahne için ayrıca yağmurun yağması beklenecekti.

‘Abicim bu film bitmez ama..’ diyecek oldum, kesin kararlıydı. Bu olmazsa olmaz şartıydı. ‘Ya senaryoda kar sahnesi olursa?’ dedim, ‘var zaten’ dedi. ‘Yapma’ dedim, ‘Bodrum’a kar kırk yılda bir yağar. Ya yirmi yıl sonra yağarsa? ‘Bekleyeceğiz’ dedi. ‘Ya yağmazsa…?’ ‘’Yağasaya dek bekleyeceğiz.’

Sonuçta bizim iş orada yattı. Gerçi o zaman kapıyı hemen kapatmamıştık ama gerçek ortamda bunun yaşama geçirilmesi şansı da kalmamıştı.

Doğrusunu isterseniz, şimdi bu konuda biraz pişmanım. Belki film henüz yeni bitmiş olurdu ama yine de onun o güzel duygularını, düşüncesini yaşama, yaşatma şansı vermeli miydik diye kafamda soru işaretleri hala var. Kabul etseydik sonrasında oyuncu sorunu yaşayacaktık büyük olasılıkla, orası kesin. Çünkü biz bu konuşmayı yaptıktan birkaç yıl sonra Fikret Kızılok öldü. Büyük olasılıkla film o zaman bitmemiş olacak- belki de tüm çekimlere baştan başlamak zorunda kalacaktık. Yine de kafamda bu işe başlasa mıydık sorusu hep takılı kaldı.

Biz kafamızda bu projeyi bitirmemiş olduğumuz için Karaada ziyareti sonrasında da çalışmalarımızı sürdürdük.

Yine o dönemler Ankara’dan tanıdığım, sevdiğim ressamlardan Cemil Eren’le bir söyleşi yaptık örneğin. Türkbükü’nde, kulübe gibi küçücük, sevimli bir yazlığı vardı. Orada, bir yandan kestiği irikıyım bir karpuzu yedik bir yandan da orada yaptığı tüm resimleri inceleyerek resim üzerine saatlerce süren tatlı bir sohbet yapmış olduk.

Bodrum’a gidip de hele kaynağını o topraktan alan bir kültürel etkinliğe girişilip de Bodrum Kalesi es geçilir mi? Geçilmez. Biz de öyle yaptık ve sıradaki çalışmamızı kaleye ayırdık.

Kalenin, daha doğrusu resmi adıyla Bodrum Sualtı Müzesi’nin o zamanki müdürü Oğuz Alpözen bizi çok iyi karşıladı.Ve Bodrum Kalesi’ni, onun engin bilgisinden de fazlasıyla yararlanarak, tepeden tırnağa birlikte gezdik. Bu benim için unutulmaz bir gezi oldu. Çünkü yıllardır arkeolojiye çok büyük ilgi gösteren ve seven bir kişiyim. Bodrum kalesi de aslında tek bir kaleden oluşmuyor. Kale dediğimiz o dev alan içinde, eski çağlardan Osmanlılara o bölgede yaşamış tüm uygarlıkların kendi izleri, kendi kaleleri var. Yani, kale dediğimiz alan içinde çok sayıda kale var. Tüm bu tarihi, bu işin uzmanıyla birlikte inceleyerek görmek özellikle benim için paha biçilmez bir değer taşıyordu.

Alpözen’le birlikte kalenin gezmedik köşe bucağı kalmadı. Öyle ki, normalde, ziyaretçilere kapalı kimi bölümler var. Bunlardan kimisi üzerinde çalışma yapılacak ve benzerleri olan batıklar kimileri de paha biçilmez değer taşıyan, koruma maçlı olarak kapatılan bölümler. Böyle 6-7 oda vardı. Oğuz Alpözen bize o girilmez kapıları da açtı. İnanılmaz manzaralarla karşılaştık. Tıpkı ‘Ali Baba ve Kırk Haramiler’ filmlerinde gördüğümüz hazine odalarından farkı yoktu gördüklerimizin. Öyle bir servet yatıyor ki o odalarda, inanılmaz, anlatılmaz. Tabi girdiğimiz her odanın, gördüğümüzü her eserin tarihini en ince ayrıntısıyla anlatıyordu bize Alpözen.

Bu tarihi gezinin en ilginç ve unutulmaz bölümü de şu oldu. Bir ara kalenin en tepe noktasında durduk. Denize bakmamızı söyledi bize Alpözen. Baktık ama önce anlamadık. ‘Aşağıya iyice bakın, mendireğin olduğu yere’ dedi. Baktık. ‘Mendireğin altında üç farklı renk tonu var, gördünüz mü?’ Bu kez görmüştük. ‘’İşte o gördüğünüz üç farklı ton, eski zamanlardan kalma üç ayrı mendirek. ‘’ Ne dediğini daha iyi açıklaması için yüzüne baktık. ‘’Denizin altında üç Bodrum daha var. Şu an yaşadığımız dördüncü Bodrum. Şehir bundan önce de üç kez kurulmuş ama deprem gibi çeşitli felaketlerce yıkılıp sulara gömülmüş. İşte ben burada o eski Bodrum şehirlerini çıkarmaya çalışıyorum.’’

O zaman bize kafasındaki projeyi açıkladı. Aslında tam da kalenin gerçek adına uygun bir projeydi bu. Gerçek adı Bodrum Sualtı Müzesi’ydi ya, Oğuz Alpözen’in düşü de su altında bir müze kurmaktı. ‘’ Öyle değerli batıklar, hazineler var ki, onları dışarı çıkardığımızda koruyamıyoruz. Güneş yüzü gördüğünde hemen bozulmaya başlıyorlar. Onların o alıştıkları ortamda, denizin altında korunması şart. Bu nedenle denizin altında bir müze kurmayı düşünüyorum. Hiçbir şeyi çıkarıp buraya getirmeyeceğiz. Aşağıda sergi ortamları yaratacağız. Ve onları görmek isteyen ziyaretçiler balık adam elbiselerini giyip, aşağıya inerek gezecekler. Örneğin amforalar. O kadar çoklar ki. Üstelik buraya çıkardığımızda hem hemen bozulmaya başlıyorlar hem de artık onları koyacak yer bulamıyoruz. Zaten artık amfora çıkarmayı da bıraktım. Aşağıda çok daha güzel duruyorlar. Onları çıkarmayalım. Görmek isteyen suyun altında görsün. Böylelikle eski Bodrum şehirlerini de daha yakından görmüş olurlar.’’

Oğuz Alpözen tanıdığım en değerli,nitelikli ve bilgili arkeolog ve tarihçilerdendi. Her seçkin değer gibi onu da değerlendiremedik. Kale içinde bir yere sonradan şeytana ait olduğu iddia edilen bir sözü kafasından eklediği gerekçesiyle – ki o söz ve yazıt gerçekte vardı- görevinden alındı. ( Gerçek neden kale içindeki şapeli cami yapma düşüncesiydi.) Ve onun belki de dünyada tek olabilecek müthiş projesi de rafa kalktı.

O zamanlar Bodrum Kale’sinde hoşuma giden bir başka olay da, içinde korsanlar döneminden başlayarak Cenevizliler, İngilizler ve Osmanlılara varasıya dek birçok uygarlığın bayraklarının olduğu salonda yaratılan bir hoşluktu. Bu salon o dönemler bir tür bistroya dönüştürülmüştü. Orada çalışan genç stajerler keşiş ya da korsan kıyafetleriyle yine eski dönemlerde olduğu gibi, tahta maşrapalarda şarap servisi yapıyorlar, siz de Bodrum’un o yakıcı sıcağında kendine özgü serinliği olan o salonda, eski usul masalarda dinlenme olanağı buluyordunuz. Böylelikle küçük de olsa, kaleye bir gelir de sağlanmış oluyordu.

En son beş yıl kadar önce Bodrum’a gittiğimde o kadar aramama rağmen burayı bulamadım. En sonunda orada görevli olan genç bir kıza sordum. Yirmili yaşlarda anca vardı. ‘’Afedersiniz’ dedim, ‘buralarda bir bistro vardı. Kaldırıldı mı, yeri mi değişti? ‘’ Afallayarak biraz da alaycı gülümsemeyle yüzüme baktı. ‘Ne?’’ dedi. ‘’Bistro’ dedim, ‘’ yani bir tür şarap evi. Şarap servisi yapılan bir yer vardı buralarda.’ Kızın yüzündeki alaycı gülümseme ve şaşkınlık daha da arttı. Yok, ben anca M.Ö 3000 yıllarını bilirim,daha eskileri değil, der gibi yüzüme bakıyor. ‘’Uzun zamandır buradayım, böyle bir şeyi ilk kez sizden duydum ‘’ dedi. ‘Eski derken ne kadar? ‘’Dört yıldır buradayım. Hiç böyle bir yerle karşılaşmadım.’’ ‘’Tamam’’ dedim, ‘’anlaşıldı. Çok olmuş kaldırılalı.’’ Soranda kabahat. Oğuz Alpözen’i yerinden eden, kalenin içine cami diye tutturan zihniyet, orada bistroyu yaşatır mı? Sadece bisro mu, en son gittiğimde kalenin içindeki buluntuların sayısının önemli oranda azalmış olduğunu da gördüm.

Sadece Bodrum Kalesi değil ki, bu ülke tarihindeki birçok önemli dönem bizzat bu ülkenin tarih kurumunda yok artık. Türk Tarih Kurumu’nun çalışmalarını yakından izleyenler bilir. Eskiden hatta 12 Eylül döneminin başlarında bile, özellikle de Şerafettin Turan döneminde kurumda, bu toprakların tarihine ilişkin her türlü bilgi, belge rahat bulunurdu. Türk Tarih Kurumu gerçekten de tarih araştırmaları yapanlar için de, tarihi sevenler için de çok önemli kurumlarımızdan biriydi. Hiç unutmam o yıllarda Yurt yayınlar vardı. Ve o yayınevi oldukça güzel bir de ansiklopedi çıkarmıştı tarih üzerine. O ansiklopedinin yazın aşamasında görevli bir genç arkadaş Ankara’ya geliyor. Bizim okulun yakınlarında bir kahveye oturup çevresindekilere tarihle ilgilenen ve kendisine yardımcı olabilecek bir kişi aradığını söylüyorlar. Arkadaşlar da bana getirdi. Ve o kişiyle Tarih Kurumu’na giderek hem güzel bir araştırma yapmış hem de yayınevinin çalışması için epeyce de kitap almıştık. Ve o zamanlar kurumdaki o belgelerle çok da kaliteli bir ansiklopedi yazıldı.

Gidin bakayım şimdi tarih adına ne bulacaksınız? Sekiz-on yıl kadar önce, arkeolojik tarihi ortadan kaldırmakla başladılar işe. Ulaşabildiğiniz en uzak tarih Selçuklulardı. 5-6 yıldır o da kalmadı. Artık Türk Tarih Kurumu tarih deyince yalnızca Osmanlıları anlıyor. Ondan öteye köy yok. Çok eskilere ait bir kaynak aradığınızda ya doğrudan yok deniyor ya da var gözükse de arayıp arayıp bulamıyorlar.

Bunun nedenleri 12 Eylül’e dek gidiyor aslında. Birer bağımsız ve özerk kuruluş olan ve öyle de olması gereken tarih ve dil kurumlarının devlete bağlanmasıyla başladı tüm sorunlar.

12 Eylül’den kısa bir süre sonra darbeciler bir toplumu devlet güdümünde biçimlendirmenin en etkili iki aracının tarih ve dil bilinci olduğunun ayırtına vararak bu iki özerk kuruluşu ortadan kaldırıp, tarihi ve dili devletin bir egemenlik alanı yapmak için kolları sıvadılar. Nedense, Ermeni sorunu gibi kendi tarihi söz konusu olunca ‘tarihi tarihçilere bırakalım’ diyen devlet, 12 Eylül’de tarihi ve dili tarihçilere ve dilcilere bırakmaktan kaçınmıştı.

Üstelik dil ve tarih kurumlarının devlete bırakılamayacağı konusunda önemli bir engel de vardı. O da Atatürk’ün vasiyeti. Bu vasiyetle Atatürk, bu iki kurumu devletten bağımsız birer özerk kuruluş olarak belirlemiş ve mirasından onlara da pay ayırmıştı, varlıklarını bağımsız olarak sürdürebilmeleri için. Şimdi bu vasiyet çiğnendiği gibi, Atatürk’ün mirası da devletin eline geçmiş olacaktı.

Bu nedenle o dönem tüm yazar,çizer, gazeteci, aydın kesimi olarak tarih ve dil kurumlarını devlete kaptırmama savaşı veriyoruz. Bu konuda özellikle de Atatürk’ün bir sır gibi saklanan vasiyetnamesinin peşindeyiz. Çünkü kulaktan kulağa yayılan söylentilerde, bu vasiyete ek olarak Atatürk’ün özellikle dil ve tarih kurumları devlete bağlanamaz şeklinde bir özel mektubu olduğu söylentisi de yayılıyor.

Ben de bu iki kurumu kaptırmama savaşına girip tarih ve dil kurumlarıyla ilişkiye geçtim. Amacım her iki kurumun yöneticileriyle güzel bir röportaj yapıp bu konuda bir kamuoyu baskısı, kampanya başlatmak.

Bu konuda önce Türk Tarih Kurumu başkanı Şerafettin Turan’la görüştüm ilk, hemen ardından da Türk Dil Kurumu genel yazmanı Cahit Külebi’yle. Külebi genel yazmandı ama başkandan da çok kurumda sözü geçen, ağırlığı olan isim oydu.Burada özellikle ilgimi çeken konu Şerafettin Turan’la Cahit Külebi’nin birbirine zıt yapıları oldu. Şerafettin Turan, sözünü esirgemeyen, taşı gediğine koyan, cuntaya karşı sert muhalefet yapan bir kişiliğe sahipti. Külebi ise daha ihtiyatlı, kurumu kaptırmamak için daha sakınımlı davranan bir kişilikteydi.

Şerafettin Turan dediğim gibi, söyleşimizde, cuntaya verdi veriştirdi. Tarih anlayışlarını yerden yere vurdu. Ve oldukça keyifli geçti görüşmemiz. O dönemler 12 Eylülcüler dışarıya şirin gözükmek için gelen turistlere karşı,biraz da abartarak son derece görkemli karşılama törenleri düzenliyorlardı. Her gelen turist grubu daha havaalanında folklor gösterileriyle dahası Bursa’nın ünlü kılıç-kalkan ekibinin gösterileriyle karşılanırdı. Turan bu konuya sinir oluyor ve bunu yerden yere vuruyordu. Tarihe sahip çıkma adına göstermelik görüntülerle tarihin yok edildiğini belirtiyordu ve ekliyordu ‘’ İspanya’ya gittiğinizde sizi havaalanında boğalar mı karşılıyor. Boğa güreşi izlemek isteyen veriyor parasını gidiyor arenaya. Bunlar bu işi de bilmiyor. Gelen insanları havaalanına iner inmez kılıç kalkanla korkutuyorsun. Bu kafayla insanları aksine kaçırırsın. Tarihe bilinçli olarak sahip çıksan, o insanlar da o gösterileri para vererek yerinde izler’ diyordu örneğin. Söyleşinin bir noktasında konuyu Atatürk’ün vasiyetine ve bu iki kurumun kapatılamayacağına ilişkin mektubuna getirdim. ‘Evet’ dedi, ‘var. Afetinan’da. Ama nedense bir sır gibi saklıyor ve kimseye de vermiyor. Çok kişi uğraştı almak için. Sanmıyorum ama istersen bir de sen dene’ dedi. Kabul ettim. Bu arada ‘benden duyduğunu da sakın söyleme’’ diye de ekledi. Tamam dedim, bir de şansımı ben deneyecektim.

Dergiye döner dönmez Afetinan’ı aradım ev telefonundan. Başlarda çok iyi, çok güzel konuşuyor, çok tatlı sohbet ediyoruz oradan buradan. Ama ne zamanki vasiyet ve mektup konusunu açtım bir den sinirlendi. ‘Kim söyledi size bunu’ diye bağırmaya başladı. Alttan alıp, haber kaynağımı söyleyemeyeceğimi belirterek, ‘sizde olduğunu biliyorum. Ve bu iki kurumun geleceği sizin elinizde ‘ dedimse de dinletemedim. Yalnız bir yerde ‘başımı belaya sokmayın’ dediğini çok iyi anımsıyorum. Nedense 12 Eylül’den müthiş çekiniyordu.

Afet hanımı o günden sonra da iki gün üst üste aradım. Genel olarak çok iyi sohbet ediyor, çok tatlı konuşuyor ama iş o can alıcı noktaya geldiğinde birdenbire havası değişiveriyordu. Sonuçta, onun inadını kırmayı ben de beceremedim. Ve bu iki kurumun belki de geleceğini değiştirebilecek nitelikteki sözü edilen belge, gerçekten varsa, onunla birlikte yok oldu. Ya da onun ölümünün ardından devletin eline geçtiyse, hala açıklanmıyor.

Cahit Külebi’yle söyleşimizse bir başka alemdi. Külebi dediğim gibi ihtiyatı elden bırakmayan ve kurumu da sakınan bir kişi. Bu nedenle de Şerafettin Turan’ın aksine söyleyeceklerini tarta tarta söyleyen, özeni elden bırakmayan bir kişi.Söyleşimizin başında uzunca bir süre genel durum üzerine konuştuk. 12 Eylül’den yakınmalarını, dostlarına karşı yapılan baskılardan dem vurdu uzun uzun. Özellikle de o günler Emil Galip Sandalcı üzerine büyük bir baskı vardı. Hatta sanırım işkenceden de geçmiş. Tanıdığı ve sevdiği bir kişiymiş. Ondan söz açtı. Bu arada sık sık beni de uyarmaktan da geri durmadı. ‘’Nolur kendine dikkat et, bu adamlar senin başına da iş açmasınlar’ diye…sonra kurumu kurtarmak için yapacağımız çalışmaları, söyleşimizi planladık. Dil kurumunun yararlı çalışmalarını, kültürel faaliyetlerini ön plana çıkaracaktık. Sonra konuşmamız dil sorunlarına geldi. Ben bir ara, Türkçeleşme çalışmalarının sadece sözcük düzeyinde kalmaması gerektiğini, dilimizde dilbilgisi alanında da yığınla eski kurallar olduğunu, bunların da gözden geçirilmesi gerektiğini belirttim. Çok doğru buldu ve ekledi ‘hatta bu dediğin konuda dün bir toplantı yaptık. Harflerin başlarına konan imleri, özellikle de a’ların başlarındaki şapkayı kaldırma kararı aldık. Artık Türk Dil Kurumu olarak, karşılığı bulunamayan ve Türkçeleşen, bu şekilde kabul ettiğimiz sözcüklerde eski imlaları ortadan kaldırdık. Ve şapkalı a’ları kabul etmiyoruz’ dedi. Bu ilginç ve yeni bir gelişmeydi dil açısından. Ben de konuşmanın ağırlık merkezini bu konu üzerinde tuttum.

Ertesi gün dergide tam yazıyı bitirdim, sonunu bağlayacağım, zrrrr telefon. Açtım. Karşımda Külebi:

‘’Semih bey kardeşim. Semih’çim..’’

‘’Buyur abi…’’

‘’Hani dün konuştuk ya, bu a’ların üzerindeki şapkalar konusunda. Sonra biz kurum olarak düşündük. Bunlar şimdi bunu kabul etmezler. Şimşekleri üzerimize çekeriz. O bölümü çıkaralım.’’

‘’O bölümü çıkarırsak geriye bir şey kalmıyor ki…’’

‘’Hiç olmazsa, sadece kullanılmayan Osmanlı sözcüklerde kaldırdık diyelim biz ona. Ama örneğin kar gibi kullandığımız sözcüklerde ellemediğimizi belirtelim.’

Bu onca konuşmamızın tam tersi bir durumdu. ‘’Abicim yapma’’ dedim, ‘’adamların işi gücü yok da a’nın üzerindeki şapkaya mı kafayı takacaklar?’’

‘’Takarlar onlar. Zaten kapatmak için bahane arıyorlar. Onlara bu olanağı vermeyelim. Sen konuşmayı ona göre yeniden düzenle.’

Sonuçta, zorunlu olarak ‘tamam’ dedim ve ortaya hiçbir özelliği olmayan tatsız tutsuz bir yazı çıktı.

Şimdi bu anıyı anlatmamın nedeni, Cahit Külebi’yi eleştirmek hele onu 12 Eylül’den çekinen, korkan bir kişi olarak göstermek değil. Aksine Külebi, yakından tanıdığım bir kişi ve birçok konuda sert muhalefetini de gördüm. Özellikle de cuntayla kişisel olarak karşı karşıya kaldığı zamanlarda onları karşısına almaktan çekinmedi. Örneğin yine o günlerde, 12 Eylül’ün faşist cuntası, Türkiye’deki belli başlı on şaire, cumhuriyetin ellinci yılında marş olarak kullanılmak üzere güfte ısmarladı. Ve Külebi bu ‘emre’ karşı gelen, kabul etmeyen üç şairden biridir. Bunu biliyorum.

Bu anıyı yazmamın nedeni, o zamanlar çoğumuz hatta hepimiz, 12 Eylül’ün o yoğun, faşist baskısı karşısında kendi kendimize bir tür ‘oto-sansür’ uygulayan insanlara dönüşmüştük. Bunu söylemek istiyorum. Aslında o günlerde tümümüzün ‘halet-i ruhiye’sini, yine o günlerde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan Gülgeç’in bant karikatürü çok iyi veriyordu. Hepimiz birer ‘entel ayı’ydık.

Öyle bir entel ayıydık ki, bir yandan pipomuz, kaşkolumuz, keçi sakalımızla kendimizi kamufle etmek için elimizden geleni yapar ama öte yandan da hiç umulmadık bir delikten çıkıp ‘maviii’ derdik. Mavi bildiğiniz gibi, o günlerde 12 Eylül’e muhalefetin rengiydi.

12 Eylül kendi faşist anayasasını oluşturmuş ve bunu göstermelik bir referandumla, zorla topluma kabul ettirmeye çalışıyordu. Evet oyları beyaz, hayır oyları ise maviydi. Enayiler, bize özgürlüğün, okyanusların, gökyüzünün rengini vermişler, aklı sıra kendileri de sütten çıkmış ak kaşık gibi ‘pür-i pak’ kalmışlardı.

Öyle bir referandum ki, hayır oyunuzu, karşı olduğunuzu açıklayamıyordunuz. Bu yönde her türlü propaganda, açıklama, çalışma yasaktı. ‘Mavi’ demek bile suçtu. ‘Entel ayı’ o zamanlar Cumhuriyet gazetesinde çok önemli bir işlev gördü bu açıdan.

Buna karşın darbenin mimarı Kenan Evren her gün bir başka yurt köşesinde ‘beyaz’ın faziletlerini anlatmakla meşguldü. Bu yetmezmiş gibi bir de her akşam TRT’de ana haber kuşağı içinde resmi anayasa ‘reklamları’ vardı. Halkla göstermelik sokak röportajları yapılıyor ve işlerine gelen haber kuşağı içinde allandıra ballandıra veriliyordu. Böyle bir bela benim de başıma geldi.

Bela diyorum çünkü, yıllardır basın ve yayın dünyasının içinde olmakla birlikte nedense kameralardan hiç hazzetmem. Ve bir televizyon kamerası gördüğüm zaman kaçacak delik ararım yakalanmamak için. Sevemedim bir türlü.

Bir gün bizim okula, Ankara Siyasal’ın bahçesine geldiler. Başlarında da TRT’nin çok sevdiğim ve değer verdiğim yapımcı ve sunucularından Zeliha Berksoy var. Berksoy daha çok kültür sanat programlarıyla tanınan önemli ve başarılı bir isim. Ama o dönem sanırım zorunlu olarak böyle bir sokak röportajları hazırlama görevi de yüklenmişti. Baktım, gelen ekip bahçede bizim Mehmet’i yakalamış, onunla konuşuyor. Şimdilerde daha çok fotoğraf sanatçısı olarak tanıdığımız Mehmet Özer. Ben bunu görünce hafiften ne diyor diye Mehmet’in yakınlarına seyirttim ama bir yandan da ufak ufak Hukuk’un bahçesine doğru tüyüyorum röportaja yakalanmamak için. Yarı yola geldim, enselendim. Arkamdan Zeliha hanımın sesi ‘bir dakika. Bakar mısınız? ‘ ‘Buyrun’ dedim çaresizlikle ama bir yandan da hızla bu beladan nasıl kurtulabilirim, onu düşünüyorum. Anında buldum da.. Öyle bir konuşma yapayım ki TRT’nin dillere destan sansüründen asla geçmesin. Berksoy ve kameramanlar yanıma geldiler. Zeliha Berksoy ‘yeni anayasa üzerine halk röportajları yapıyoruz. Siz de bize görüşlerinizi açıklar mısınız ? ‘ ‘Tabii…’’

‘’Anayasa metnini nasıl buluyorsunuz? Siz de okuldaki diğer arkadaşlarınız gibi karşı mısınız?’’

‘’Yooo.. ben savunuyorum.’’

Çevremdeki insanlar şaşkına döndüler. Zaten dibimdeki kamera, nerdeyse burnuma girecek. ‘’Aaaa.. çok ilginç. İlk kez bu okulda savunan bir kişi görüyoruz. Biraz açar mısınız? Neden savunuyorsunuz? ‘ dedi Zeliha Berksoy.

‘’Savunuyorum çünkü bence devrimci bir anayasa’ dedim. Şaşkınlık yerini doruk noktasında şoka bıraktı. ‘’Nasıl yani? ‘’ diyebildi Berksoy belli belirsiz.

‘’Şöyle…’ dedim, ‘ bu anayasa, bu anti-demokratik yapısıyla bizim yıllardır yapamadığımız, beceremediğimiz devrimi yapacak. Tüm hukuki yolları, demokratik hak arama kanallarını o kadar güzel kapatıyor, insanları o kadar güzel baskı altına alıyor ki, bu anayasayla yönetilen halklar anca devrim yapabilir. Başka hiçbir halt yapamaz ‘’ dedim ve konuşmayı sonlandırdım. Ekip teşekkür ederken hala üzerindeki şoku atlatamamıştı. Ben de doğal olarak içimden kıs kıs gülüyorum ‘hadi bunu yayınlayın da göreyim’ dercesine…

Röportaj bitiminde yanıma gelip ne konuştuğumuzu öğrenmek isteyen arkadaşlara olan biteni anlattım. O sırada biri kafama büyücek bir tuğla düşmesine neden oldu. ‘’ Ya kurguda kırparlarsa, ‘savunuyorum’ ve ‘devrimci bir anayasadır’ sözünü alıp diğerlerini yayınlamazsa ne yapacaksın?’’

Şimdi şoka girme sırası bana gelmişti. Hem de ne şok?! Bütün gün kendime gelemedim. Durup durup kendime küfrediyordum, sen kim, TRT’yle aşık atmak kim, diye. Adamlar illüzyonizm ustası. Şapkadan tavşan çıkarmak ne, adamlar filmleri kuşa çeviriyor.

O gün akşam ana haberlerinin gelmesini, bir yandan da o anların hiç gelmemesini isteyerek, zar zor bekledim. Nihayet haber saati geldi çattı. Yine yakınlardaki bir kahveye gittim. Bütün millet, dönem darbe dönemi ya, pürdikkat kesilmiş, haberleri izliyor. Bir süre sonra bizim malum anayasa reklam kuşağı başladı. Birkaç sokak röportajından sonra bizim okuldan görüntülere geçildi. Ekranda Mehmet konuşuyor. Ben bu arada hafiften gerilere doğru tüyüyorum. Napayım, çıkarsam rezil olmamak için kaçacağım. Mehmet de uzun uzun bindirmişti 12 Eylülcülere ama onun konuşmasını da bir kuşa çevirmişler, karşı olduğunu en hafif sözlerini konuşmasından cımbızla alarak hafifleterek vermişlerdi. Mehmet’in konuşması bittiii…..

….tüymeme gerek kalmadı. Kamera beni es geçip Hukuk’un bahçesine yöneldi. Kurtulmuştum.

O güne değin Zeliha Berksoy’u çok severdim. O günden sonra da sevgim katlanarak sürdü.

12 Eylül faşist bir yönetimdir. Ancak tüm faşist yönetimler gibi yaptığı uygulamalara taban desteği yaratma çabasından da geri durmaz. Dil ve tarih kurumlarını ortadan kaldırıp kendine bağlarken de aynı yöntemi uyguladı.

Ankara’da dil ve tarih kurumlarının kapatılmasında da bu süreç yaşandı. 82 ortalarında Ankara’da bu konuda bir dil şurası toplandı, MEB Şura Salonu’nda. Bol bol da Atatürk döneminde yapılan Türk Dil Kurultayı’na atıfta bulunularak aklı sıra o dönemin ruhu canlandırılacak ve bu yolla meşruiyet kazanılacak. Bu toplantıya çağrılanlar arasındaydım. Amaç, zaten baştan yapılan planları basın yoluyla dikte ettirmekti. Bakanlık yetkililerinden birkaç kendi kafalarından ‘dilcilerden’ ve ulusal basın temsilcilerinden oluşuyordu toplantıya çağrılanlar, katılanlar. Hatta telefondaki görevli çağrıyı yaptığında ‘bildiri sunup sunmayacağımı’ da sordu. Tümüyle baştan ayarlanmış bir tezgah olduğunu bildiğim için de ‘hayır’ dedim, ‘sadece gözlemci olarak katılacağım.’

Bu arada baştan belirtmekte yarar var. O dönemler, herkes bilir, Oktay Akbal’la Ahmet Kabaklı’nın arası hiç de iyi değildir. Hatta ‘kanlı bıçaklılar’ desek yeridir. Aynı ortamlarda bir arada bulunmaları bile sakıncalıdır. Birbirlerini hiç mi hiç sevmezler.

Toplantı günü salona girdik. Herkesin koltuklarının üzerine gelen konukların adı yazılı. Koltuk dediğime de bakmayın. Eski dönem, rahat koltuklar nerde?! (Ama en son 4-5 yıl önce Kütüphanecilik Haftası nedeniyle aynı salonda yine bulundum. Bu kez hem daha büyükçe ve güzel bir salon olmuştu hem de koltuklar rahattı.) Okullarda kullanılan, bir yanında yazı yazmak ve kitap koymak için çıkıntısı bulunan bildiğimiz koltuk süsü verilmiş tahta sandalyeler var içerde. Yerimi gördüğüm an çıldırdım. Hangi akıllı bu düzeneği ayarlamışsa tüm gün boyunca beni mahvetti.

Adımın yazılı olduğu koltuğun solundaki isim Oktay Akbal, sağımda da Ahmet Kabaklı. Bu arada Nazlı Ilıcak da tam önümde oturuyor. Nasıl bir adaya düştüğümü anlayın. Gerçi Nazlı Ilıcak yönünden bir sorunum olmadı. Aksine, o gün gün boyu bir kurtarıcı gibi dört gözle beklediğimiz, ihtiyaç ve çay-sigara molalarında kuliste sık sık bir araya geldik. ( O dönemler, kapalı mekanlarda, devlet mekanları da olsa, sigara içmenin henüz ‘ceza-i Müeyyedesi’ yoktu. Rahatlıkla bu keyfi yaşayabiliyorduk.)

Şimdi, gerek Akbal gerekse Kabaklı özellikle enlemesine cüsseli kişiler. Ben de ortalarında varla yok arası bir çizgi gibiyim. Hani dünya haritasını göz önüne getirin. Oktay Akbal’la Ahmet Kabaklı, eski Sovyet ve Amerika toprakları gibiler. Ben de ortalarında ipince bir şerit gibi gözüken İsrail toprakları gibiyim. Her ikisi de birbirine bakıp bakıp surat asıp sırtlarını dönüyorlar. Dönüyorlar da bu arada da sırtlarını daha iyi göstermek istediklerinden olacak, olanca cüsseleriyle koltuğa yanlamasına kaykılıp gömülüyorlar. Her ikisi de bunu yaptığı için de ben de tam ortalarında daracık bir alanda varlığımı sürdürmeye çalışıyorum. Bir ara Oktay Akbal hınçla Kabaklı’ya baktı. Baktı baktı, sanki suratına patlatırcasına hınçla kolunu koltuğun yanına vurdu yine sırtını dönerken. Gitti sol kol. Ahmet Kabaklı durur mu, kopyala-yapıştır yapar gibi aynısını o da yaptı. Sağ da gitti.

Arada bir ben de coşup, oturduğum koltuğun daha doğrusu sandalyenin yanlarına olanca gücümle pat diye sertçe dirseğimi indiriyorum. Bu sıralar biraz düzeliyor gibi oluyorlar ama o da bir iki dakika ya sürüyor ya sürmüyor. Sonra yine eski durum. Kısacası gün boyu nefes alma savaşı verdiğim için ben o kurultaydan hiçbir şey anlamadım. Konuşmalar da anlaşılmamak üzere kuruluydu zaten.

Bir ara Kabaklı kürsüye çıktı. Artık dinlemekten bıktığımız, ‘anlaşamayan dedeyle torun’ hikayesine başladı. Ben iyice sıkıntıdan patlar haldeyim. ‘’Yok ben burada, yanımda size alışmıştım.Böyle bir garip oldu. Gelin yine yanıma’’ dememek için zor tuttum kendimi, şamar oğlanı olmayı göze alarak.

Oldum olası bu dedeyle torun masalı delirtti beni. Ben yıllardır her iki dedemle de çok iyi anlaştım. Bu anlaşamayan dedeyle torunlar kimler, yıllardır o kadar çok merak ettim ki? Bir türlü de kendilerine ulaşamadım.

Kabaklı’nın hemen ardından ‘torunlar adına’ Oktay Akbal fırladı kürsüye. Ama güzel konuştu. Hani ‘hislerime tercüman oldu’ derler ya..ondan.

Uzun sözün kısası, kendilerine bir türlü ulaşamadığım ve bir türlü anlaşamayan bu dedeyle torunlar yüzünden Türk Dil ve Tarih Kurumları yok edildi.

Şimdiyse torunlar büyüdü, dedeler öldü. Ama biz bu dertten yine kurtulamadık. Bu kez de başımıza o ölen dedelerin mezar taşlarını okuma sorunu çıktı.
 

 - sürecek -

dizin    üst    geri    ileri  

 



 30 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi beş mart iki bin on beş     9