Motor iskeleye yanaştıkça,gözümü denizden alamıyorum. O ana dek
Karaada’nın denizi kadar temiz, berrak bir deniz görmemiştim desem yanlış
olmaz. Öylesine berrak bir deniz ki, motordan dibe baktığınızda, deniz
gözlükleriyle dibe dalmışçasına, denizin dibi son derece pırıl pırıl, net
olarak görünüyor.
Tam dipte; bir büyük, yanında bir de ortanca tabak olanca netliğiyle
gözümle buluşuyor. Yanında da ikişer tane kaşıkla çatal. Tabakların
altında da kalsa bir adet bıçak da görebiliyorum. Bıçak neden bir tane
diye kafaya takmak üzereydim ki, az ötede bıçağın öbür tekini de
görüyorum.
Dalga geçmiyorum, deniz gerçekten de çok çok temiz. Yalnızca denize
girecekseniz, ayağınıza bir şeyler batmaması için (çünkü bir süre sonra
dipte şişe kırıkları da gördüm) dibe basmamanızda yarar var.
Erol Kavşit kıyıda karşılıyor bizi. Kısa bir hoşbeşten sonra, adaya grup
olarak gelen diğer konukları karşılamak için kısa bir süreliğine bizi
yalnız bırakıyor. Bu süre içinde, denize girmek isteyebiliriz
düşüncesiyle bir de soyunma kabini olarak kullanacağımız bir oda
ayarlıyor bize. Bu kısa süreyi biz de adayı gezmeye ayırıyoruz.
Önce Dergah’ta birer çay içiyoruz. Sonra da kıyıda, içinden sıcak su
çıkan mağaraya doğru yöneliyoruz. Her zamanki gibi yine kalabalık. Her
zamanki gibi insanlar sorunlarına çözüm bulma ya da güzelleşme umudunu
çamura bulanmada buluyor. İçinden sıcak su doğan mağaranın içine doğru
gitmeyi düşünsem de gözüm yemiyor, hemen vazgeçiyorum bu düşüncemden. Sık
sık gelirim buraya. Daha önceki gelişlerimden birinde, içimizden bir
arkadaş gözükara bir dalgıçtı. O bile epey gittikten sonra mağaranın
ucunu bulamayıp geri dönmüştü. Aklıma o an o geldi.
Çamur banyosunun ardından adanın tepelerine vurduk kendimizi. Bir süre
kuşbakışı seyrettik denizi. Manzara nefisti.
Aşağı indiğimizde, Kavşit sofrayı kurmuş, Demgah’ta bizi bekliyordu.
Nefis bir sofra..rakılarımız ama en önemlisi müziğimiz de hazırdı.
Kavşit’in elinde bir ut, sofrada bulunan diğer bikaç kişinin de ellerinde
birer müzik aleti, şarkılar eşliğinde yemeğe başladık. Aslında meze olan
yemeğin bizzat kendisiydi.Türk müziğinin birbirinden seçkin parçalarına
doğru bir yolculuğa çıkmıştık. İlerleyen saatlerde müziğin yanı sıra
dizeler de Demgah’ımıza girdi.Şarkılarla,şiirlerle sürdü günümüz.
İlerleyen saatlerde artık konuya girmek gerekiyordu, girdik. Erol
Kavşit’e gerçek geliş nedenimizi,düşüncelerimi en ince ayrıntısına dek
anlattık. Dinledi, çok olumlu buldu. Hatta daha da ileri giderek ‘bir
dergi ya da sanat gazetesi de Bodrum’da çıkarırız. Hatta bir de radyo
istasyonu kurarız burada. Ben bunu sağlarım.Sonuna dek yanınızdayım’ da
dedi. İşler umduğumuzdan da iyi başlamıştı.
‘Ancaaaak’ dedi, ‘iki şartım var. Benim de ne zamandır kafamda birtakım
tasarılar vardı. Onları da birlikte yaparsak,olur. Size her türlü desteği
veririm.’
‘’Oluuur..’ dedim, ‘söyle…’
‘İlki’ dedi, yanındaki şiirlerinin olduğu defteri göstererek, ‘bı
şiirleri basacağız.’ ‘Sorun değil’ dedim,’ o kolay.’ ‘Sadece kitap olarak
değil ama, ben kartpostal olarak basılmasını istiyorum.’
Bu konu biraz midemi bulandırdı. Oldum olası şiirlerin kartpostallara
basılarak yaygınlaşmasına hep soğuk bakmışımdır. Hele o zamanlar, hiçbir
şiir niteliği ve yeteneği olmayanların kartpostallarda boy gösterdiği
dönemlerdi. Bir de yine o dönemler ‘Mavi Yolculuk’un yozlaşmasını da
düşünürsek, bizim için oldukça kötü bir başlangıç olacaktı. Kafam yatmasa
da ‘kabul ettik diyelim. İkinci şart ne?’
‘Sinemaya da gireceğiz. Ne zamandır üzerinde çalıştığım bir senaryo var.
Onun filmini çekeceğiz. Ben Fikret’le konuştum ( o zamanlar Bodrum’da
yaşayan Fikret Kızılok’u kastediyor). Başrolü o oynayacak, kabul etti.’’
‘ Film sorun değil, kabul’ dedik. ‘Ancaaaak..’ dedi, bu konuda da bir
şartım var.’ ‘Ne gibi?’ ‘Yapay plato istemiyorum. Filmde tüm çekimler
doğal olacak.’
Yaşamında önemli bir yer tutan bir aşkı vardı, sonra kaybetmiş o kişiyi.
Ve şiirlerde yaşatmış o güne dek. Hatta bir de güzel parça yapmıştı Türk
Sanat Müziği formunda. Radyolarda sık sık çalınan. Şimdi de bunu
senaryoya dökmüştü ve bunun çekimini istiyordu. Güzel bir düşünce ve
duyguydu ancak iş, işte bu noktada sarpa sarıyordu. Film boyunca
unutamadığı o aşkını yeniden yaşamak istiyordu, bunun için de hiç bitsin
istememecesine tüm çekimleri doğal ortamda istiyordu.Duygu olarak saygı
duyulacak çok güzel bir duyguydu ancak, bu sinemada hiç bitmeyecek, sonu
getirilemeyecek bir film demekti. ‘Yapay yağmur, rüzgar istemiyorum’
diyordu.’Senaryoda yağmurlu, rüzgarlı bir sahne mi var. Film hilesi
istemem. Yağmurun yağması, rüzgarın çıkması beklenecek. Ayrıca kurgu da
istemiyorum. Tüm senaryo sırasıyla çekilecek.’ Yani, yağmurlu bir günde
tüm yağmur sahnelerinin toptan çekimine de karşıydı. Her yağmurlu sahne
için ayrıca yağmurun yağması beklenecekti.
‘Abicim bu film bitmez ama..’ diyecek oldum, kesin kararlıydı. Bu olmazsa
olmaz şartıydı. ‘Ya senaryoda kar sahnesi olursa?’ dedim, ‘var zaten’
dedi. ‘Yapma’ dedim, ‘Bodrum’a kar kırk yılda bir yağar. Ya yirmi yıl
sonra yağarsa? ‘Bekleyeceğiz’ dedi. ‘Ya yağmazsa…?’ ‘’Yağasaya dek
bekleyeceğiz.’
Sonuçta bizim iş orada yattı. Gerçi o zaman kapıyı hemen kapatmamıştık
ama gerçek ortamda bunun yaşama geçirilmesi şansı da kalmamıştı.
Doğrusunu isterseniz, şimdi bu konuda biraz pişmanım. Belki film henüz
yeni bitmiş olurdu ama yine de onun o güzel duygularını, düşüncesini
yaşama, yaşatma şansı vermeli miydik diye kafamda soru işaretleri hala
var. Kabul etseydik sonrasında oyuncu sorunu yaşayacaktık büyük
olasılıkla, orası kesin. Çünkü biz bu konuşmayı yaptıktan birkaç yıl sonra
Fikret Kızılok öldü. Büyük olasılıkla film o zaman bitmemiş olacak- belki
de tüm çekimlere baştan başlamak zorunda kalacaktık. Yine de kafamda bu
işe başlasa mıydık sorusu hep takılı kaldı.
Biz kafamızda bu projeyi bitirmemiş olduğumuz için Karaada ziyareti
sonrasında da çalışmalarımızı sürdürdük.
Yine o dönemler Ankara’dan tanıdığım, sevdiğim ressamlardan Cemil Eren’le
bir söyleşi yaptık örneğin. Türkbükü’nde, kulübe gibi küçücük, sevimli
bir yazlığı vardı. Orada, bir yandan kestiği irikıyım bir karpuzu yedik
bir yandan da orada yaptığı tüm resimleri inceleyerek resim üzerine
saatlerce süren tatlı bir sohbet yapmış olduk.
Bodrum’a gidip de hele kaynağını o topraktan alan bir kültürel etkinliğe
girişilip de Bodrum Kalesi es geçilir mi? Geçilmez. Biz de öyle yaptık ve
sıradaki çalışmamızı kaleye ayırdık.
Kalenin, daha doğrusu resmi adıyla Bodrum Sualtı Müzesi’nin o zamanki
müdürü Oğuz Alpözen bizi çok iyi karşıladı.Ve Bodrum Kalesi’ni, onun
engin bilgisinden de fazlasıyla yararlanarak, tepeden tırnağa birlikte
gezdik. Bu benim için unutulmaz bir gezi oldu. Çünkü yıllardır
arkeolojiye çok büyük ilgi gösteren ve seven bir kişiyim. Bodrum kalesi
de aslında tek bir kaleden oluşmuyor. Kale dediğimiz o dev alan içinde,
eski çağlardan Osmanlılara o bölgede yaşamış tüm uygarlıkların kendi
izleri, kendi kaleleri var. Yani, kale dediğimiz alan içinde çok sayıda
kale var. Tüm bu tarihi, bu işin uzmanıyla birlikte inceleyerek görmek
özellikle benim için paha biçilmez bir değer taşıyordu.
Alpözen’le birlikte kalenin gezmedik köşe bucağı kalmadı. Öyle ki,
normalde, ziyaretçilere kapalı kimi bölümler var. Bunlardan kimisi
üzerinde çalışma yapılacak ve benzerleri olan batıklar kimileri de paha
biçilmez değer taşıyan, koruma maçlı olarak kapatılan bölümler. Böyle 6-7
oda vardı. Oğuz Alpözen bize o girilmez kapıları da açtı. İnanılmaz
manzaralarla karşılaştık. Tıpkı ‘Ali Baba ve Kırk Haramiler’ filmlerinde
gördüğümüz hazine odalarından farkı yoktu gördüklerimizin. Öyle bir
servet yatıyor ki o odalarda, inanılmaz, anlatılmaz. Tabi girdiğimiz her
odanın, gördüğümüzü her eserin tarihini en ince ayrıntısıyla anlatıyordu
bize Alpözen.
Bu tarihi gezinin en ilginç ve unutulmaz bölümü de şu oldu. Bir ara
kalenin en tepe noktasında durduk. Denize bakmamızı söyledi bize Alpözen.
Baktık ama önce anlamadık. ‘Aşağıya iyice bakın, mendireğin olduğu yere’
dedi. Baktık. ‘Mendireğin altında üç farklı renk tonu var, gördünüz mü?’
Bu kez görmüştük. ‘’İşte o gördüğünüz üç farklı ton, eski zamanlardan
kalma üç ayrı mendirek. ‘’ Ne dediğini daha iyi açıklaması için yüzüne
baktık. ‘’Denizin altında üç Bodrum daha var. Şu an yaşadığımız dördüncü
Bodrum. Şehir bundan önce de üç kez kurulmuş ama deprem gibi çeşitli
felaketlerce yıkılıp sulara gömülmüş. İşte ben burada o eski Bodrum
şehirlerini çıkarmaya çalışıyorum.’’
O zaman bize kafasındaki projeyi açıkladı. Aslında tam da kalenin gerçek
adına uygun bir projeydi bu. Gerçek adı Bodrum Sualtı Müzesi’ydi ya, Oğuz
Alpözen’in düşü de su altında bir müze kurmaktı. ‘’ Öyle değerli
batıklar, hazineler var ki, onları dışarı çıkardığımızda koruyamıyoruz.
Güneş yüzü gördüğünde hemen bozulmaya başlıyorlar. Onların o alıştıkları
ortamda, denizin altında korunması şart. Bu nedenle denizin altında bir
müze kurmayı düşünüyorum. Hiçbir şeyi çıkarıp buraya getirmeyeceğiz.
Aşağıda sergi ortamları yaratacağız. Ve onları görmek isteyen
ziyaretçiler balık adam elbiselerini giyip, aşağıya inerek gezecekler.
Örneğin amforalar. O kadar çoklar ki. Üstelik buraya çıkardığımızda hem
hemen bozulmaya başlıyorlar hem de artık onları koyacak yer bulamıyoruz.
Zaten artık amfora çıkarmayı da bıraktım. Aşağıda çok daha güzel
duruyorlar. Onları çıkarmayalım. Görmek isteyen suyun altında görsün.
Böylelikle eski Bodrum şehirlerini de daha yakından görmüş olurlar.’’
Oğuz Alpözen tanıdığım en değerli,nitelikli ve bilgili arkeolog ve
tarihçilerdendi. Her seçkin değer gibi onu da değerlendiremedik. Kale
içinde bir yere sonradan şeytana ait olduğu iddia edilen bir sözü
kafasından eklediği gerekçesiyle – ki o söz ve yazıt gerçekte vardı-
görevinden alındı. ( Gerçek neden kale içindeki şapeli cami yapma
düşüncesiydi.) Ve onun belki de dünyada tek olabilecek müthiş projesi de
rafa kalktı.
O zamanlar Bodrum Kale’sinde hoşuma giden bir başka olay da, içinde
korsanlar döneminden başlayarak Cenevizliler, İngilizler ve Osmanlılara
varasıya dek birçok uygarlığın bayraklarının olduğu salonda yaratılan bir
hoşluktu. Bu salon o dönemler bir tür bistroya dönüştürülmüştü. Orada
çalışan genç stajerler keşiş ya da korsan kıyafetleriyle yine eski
dönemlerde olduğu gibi, tahta maşrapalarda şarap servisi yapıyorlar, siz
de Bodrum’un o yakıcı sıcağında kendine özgü serinliği olan o salonda,
eski usul masalarda dinlenme olanağı buluyordunuz. Böylelikle küçük de
olsa, kaleye bir gelir de sağlanmış oluyordu.
En son beş yıl kadar önce Bodrum’a gittiğimde o kadar aramama rağmen
burayı bulamadım. En sonunda orada görevli olan genç bir kıza sordum.
Yirmili yaşlarda anca vardı. ‘’Afedersiniz’ dedim, ‘buralarda bir bistro
vardı. Kaldırıldı mı, yeri mi değişti? ‘’ Afallayarak biraz da alaycı
gülümsemeyle yüzüme baktı. ‘Ne?’’ dedi. ‘’Bistro’ dedim, ‘’ yani bir tür
şarap evi. Şarap servisi yapılan bir yer vardı buralarda.’ Kızın
yüzündeki alaycı gülümseme ve şaşkınlık daha da arttı. Yok, ben anca M.Ö
3000 yıllarını bilirim,daha eskileri değil, der gibi yüzüme bakıyor.
‘’Uzun zamandır buradayım, böyle bir şeyi ilk kez sizden duydum ‘’ dedi.
‘Eski derken ne kadar? ‘’Dört yıldır buradayım. Hiç böyle bir yerle
karşılaşmadım.’’ ‘’Tamam’’ dedim, ‘’anlaşıldı. Çok olmuş kaldırılalı.’’
Soranda kabahat. Oğuz Alpözen’i yerinden eden, kalenin içine cami diye
tutturan zihniyet, orada bistroyu yaşatır mı? Sadece bisro mu, en son
gittiğimde kalenin içindeki buluntuların sayısının önemli oranda azalmış
olduğunu da gördüm.
Sadece Bodrum Kalesi değil ki, bu ülke tarihindeki birçok önemli dönem
bizzat bu ülkenin tarih kurumunda yok artık. Türk Tarih Kurumu’nun
çalışmalarını yakından izleyenler bilir. Eskiden hatta 12 Eylül döneminin
başlarında bile, özellikle de Şerafettin Turan döneminde kurumda, bu
toprakların tarihine ilişkin her türlü bilgi, belge rahat bulunurdu. Türk
Tarih Kurumu gerçekten de tarih araştırmaları yapanlar için de, tarihi
sevenler için de çok önemli kurumlarımızdan biriydi. Hiç unutmam o
yıllarda Yurt yayınlar vardı. Ve o yayınevi oldukça güzel bir de
ansiklopedi çıkarmıştı tarih üzerine. O ansiklopedinin yazın aşamasında
görevli bir genç arkadaş Ankara’ya geliyor. Bizim okulun yakınlarında bir
kahveye oturup çevresindekilere tarihle ilgilenen ve kendisine yardımcı
olabilecek bir kişi aradığını söylüyorlar. Arkadaşlar da bana getirdi. Ve
o kişiyle Tarih Kurumu’na giderek hem güzel bir araştırma yapmış hem de
yayınevinin çalışması için epeyce de kitap almıştık. Ve o zamanlar
kurumdaki o belgelerle çok da kaliteli bir ansiklopedi yazıldı.
Gidin bakayım şimdi tarih adına ne bulacaksınız? Sekiz-on yıl kadar önce,
arkeolojik tarihi ortadan kaldırmakla başladılar işe. Ulaşabildiğiniz en
uzak tarih Selçuklulardı. 5-6 yıldır o da kalmadı. Artık Türk Tarih
Kurumu tarih deyince yalnızca Osmanlıları anlıyor. Ondan öteye köy yok.
Çok eskilere ait bir kaynak aradığınızda ya doğrudan yok deniyor ya da
var gözükse de arayıp arayıp bulamıyorlar.
Bunun nedenleri 12 Eylül’e dek gidiyor aslında. Birer bağımsız ve özerk
kuruluş olan ve öyle de olması gereken tarih ve dil kurumlarının devlete
bağlanmasıyla başladı tüm sorunlar.
12 Eylül’den kısa bir süre sonra darbeciler bir toplumu devlet güdümünde
biçimlendirmenin en etkili iki aracının tarih ve dil bilinci olduğunun
ayırtına vararak bu iki özerk kuruluşu ortadan kaldırıp, tarihi ve dili
devletin bir egemenlik alanı yapmak için kolları sıvadılar. Nedense,
Ermeni sorunu gibi kendi tarihi söz konusu olunca ‘tarihi tarihçilere
bırakalım’ diyen devlet, 12 Eylül’de tarihi ve dili tarihçilere ve
dilcilere bırakmaktan kaçınmıştı.
Üstelik dil ve tarih kurumlarının devlete bırakılamayacağı konusunda
önemli bir engel de vardı. O da Atatürk’ün vasiyeti. Bu vasiyetle
Atatürk, bu iki kurumu devletten bağımsız birer özerk kuruluş olarak
belirlemiş ve mirasından onlara da pay ayırmıştı, varlıklarını bağımsız
olarak sürdürebilmeleri için. Şimdi bu vasiyet çiğnendiği gibi,
Atatürk’ün mirası da devletin eline geçmiş olacaktı.
Bu nedenle o dönem tüm yazar,çizer, gazeteci, aydın kesimi olarak tarih
ve dil kurumlarını devlete kaptırmama savaşı veriyoruz. Bu konuda
özellikle de Atatürk’ün bir sır gibi saklanan vasiyetnamesinin
peşindeyiz. Çünkü kulaktan kulağa yayılan söylentilerde, bu vasiyete ek
olarak Atatürk’ün özellikle dil ve tarih kurumları devlete bağlanamaz
şeklinde bir özel mektubu olduğu söylentisi de yayılıyor.
Ben de bu iki kurumu kaptırmama savaşına girip tarih ve dil kurumlarıyla
ilişkiye geçtim. Amacım her iki kurumun yöneticileriyle güzel bir
röportaj yapıp bu konuda bir kamuoyu baskısı, kampanya başlatmak.
Bu konuda önce Türk Tarih Kurumu başkanı Şerafettin Turan’la görüştüm
ilk, hemen ardından da Türk Dil Kurumu genel yazmanı Cahit Külebi’yle.
Külebi genel yazmandı ama başkandan da çok kurumda sözü geçen, ağırlığı
olan isim oydu.Burada özellikle ilgimi çeken konu Şerafettin Turan’la
Cahit Külebi’nin birbirine zıt yapıları oldu. Şerafettin Turan, sözünü
esirgemeyen, taşı gediğine koyan, cuntaya karşı sert muhalefet yapan bir
kişiliğe sahipti. Külebi ise daha ihtiyatlı, kurumu kaptırmamak için daha
sakınımlı davranan bir kişilikteydi.
Şerafettin Turan dediğim gibi, söyleşimizde, cuntaya verdi veriştirdi.
Tarih anlayışlarını yerden yere vurdu. Ve oldukça keyifli geçti
görüşmemiz. O dönemler 12 Eylülcüler dışarıya şirin gözükmek için gelen
turistlere karşı,biraz da abartarak son derece görkemli karşılama
törenleri düzenliyorlardı. Her gelen turist grubu daha havaalanında
folklor gösterileriyle dahası Bursa’nın ünlü kılıç-kalkan ekibinin
gösterileriyle karşılanırdı. Turan bu konuya sinir oluyor ve bunu yerden
yere vuruyordu. Tarihe sahip çıkma adına göstermelik görüntülerle tarihin
yok edildiğini belirtiyordu ve ekliyordu ‘’ İspanya’ya gittiğinizde sizi
havaalanında boğalar mı karşılıyor. Boğa güreşi izlemek isteyen veriyor
parasını gidiyor arenaya. Bunlar bu işi de bilmiyor. Gelen insanları
havaalanına iner inmez kılıç kalkanla korkutuyorsun. Bu kafayla insanları
aksine kaçırırsın. Tarihe bilinçli olarak sahip çıksan, o insanlar da o
gösterileri para vererek yerinde izler’ diyordu örneğin. Söyleşinin bir
noktasında konuyu Atatürk’ün vasiyetine ve bu iki kurumun
kapatılamayacağına ilişkin mektubuna getirdim. ‘Evet’ dedi, ‘var.
Afetinan’da. Ama nedense bir sır gibi saklıyor ve kimseye de vermiyor.
Çok kişi uğraştı almak için. Sanmıyorum ama istersen bir de sen dene’
dedi. Kabul ettim. Bu arada ‘benden duyduğunu da sakın söyleme’’ diye de
ekledi. Tamam dedim, bir de şansımı ben deneyecektim.
Dergiye döner dönmez Afetinan’ı aradım ev telefonundan. Başlarda çok iyi,
çok güzel konuşuyor, çok tatlı sohbet ediyoruz oradan buradan. Ama ne
zamanki vasiyet ve mektup konusunu açtım bir den sinirlendi. ‘Kim söyledi
size bunu’ diye bağırmaya başladı. Alttan alıp, haber kaynağımı
söyleyemeyeceğimi belirterek, ‘sizde olduğunu biliyorum. Ve bu iki
kurumun geleceği sizin elinizde ‘ dedimse de dinletemedim. Yalnız bir
yerde ‘başımı belaya sokmayın’ dediğini çok iyi anımsıyorum. Nedense 12
Eylül’den müthiş çekiniyordu.
Afet hanımı o günden sonra da iki gün üst üste aradım. Genel olarak çok
iyi sohbet ediyor, çok tatlı konuşuyor ama iş o can alıcı noktaya
geldiğinde birdenbire havası değişiveriyordu. Sonuçta, onun inadını
kırmayı ben de beceremedim. Ve bu iki kurumun belki de geleceğini
değiştirebilecek nitelikteki sözü edilen belge, gerçekten varsa, onunla
birlikte yok oldu. Ya da onun ölümünün ardından devletin eline geçtiyse,
hala açıklanmıyor.
Cahit Külebi’yle söyleşimizse bir başka alemdi. Külebi dediğim gibi
ihtiyatı elden bırakmayan ve kurumu da sakınan bir kişi. Bu nedenle de
Şerafettin Turan’ın aksine söyleyeceklerini tarta tarta söyleyen, özeni
elden bırakmayan bir kişi.Söyleşimizin başında uzunca bir süre genel
durum üzerine konuştuk. 12 Eylül’den yakınmalarını, dostlarına karşı
yapılan baskılardan dem vurdu uzun uzun. Özellikle de o günler Emil Galip
Sandalcı üzerine büyük bir baskı vardı. Hatta sanırım işkenceden de
geçmiş. Tanıdığı ve sevdiği bir kişiymiş. Ondan söz açtı. Bu arada sık
sık beni de uyarmaktan da geri durmadı. ‘’Nolur kendine dikkat et, bu
adamlar senin başına da iş açmasınlar’ diye…sonra kurumu kurtarmak için
yapacağımız çalışmaları, söyleşimizi planladık. Dil kurumunun yararlı
çalışmalarını, kültürel faaliyetlerini ön plana çıkaracaktık. Sonra
konuşmamız dil sorunlarına geldi. Ben bir ara, Türkçeleşme çalışmalarının
sadece sözcük düzeyinde kalmaması gerektiğini, dilimizde dilbilgisi
alanında da yığınla eski kurallar olduğunu, bunların da gözden
geçirilmesi gerektiğini belirttim. Çok doğru buldu ve ekledi ‘hatta bu
dediğin konuda dün bir toplantı yaptık. Harflerin başlarına konan imleri,
özellikle de a’ların başlarındaki şapkayı kaldırma kararı aldık. Artık
Türk Dil Kurumu olarak, karşılığı bulunamayan ve Türkçeleşen, bu şekilde
kabul ettiğimiz sözcüklerde eski imlaları ortadan kaldırdık. Ve şapkalı
a’ları kabul etmiyoruz’ dedi. Bu ilginç ve yeni bir gelişmeydi dil
açısından. Ben de konuşmanın ağırlık merkezini bu konu üzerinde tuttum.
Ertesi gün dergide tam yazıyı bitirdim, sonunu bağlayacağım, zrrrr
telefon. Açtım. Karşımda Külebi:
‘’Semih bey kardeşim. Semih’çim..’’
‘’Buyur abi…’’
‘’Hani dün konuştuk ya, bu a’ların üzerindeki şapkalar konusunda. Sonra
biz kurum olarak düşündük. Bunlar şimdi bunu kabul etmezler. Şimşekleri
üzerimize çekeriz. O bölümü çıkaralım.’’
‘’O bölümü çıkarırsak geriye bir şey kalmıyor ki…’’
‘’Hiç olmazsa, sadece kullanılmayan Osmanlı sözcüklerde kaldırdık diyelim
biz ona. Ama örneğin kar gibi kullandığımız sözcüklerde ellemediğimizi
belirtelim.’
Bu onca konuşmamızın tam tersi bir durumdu. ‘’Abicim yapma’’ dedim,
‘’adamların işi gücü yok da a’nın üzerindeki şapkaya mı kafayı
takacaklar?’’
‘’Takarlar onlar. Zaten kapatmak için bahane arıyorlar. Onlara bu olanağı
vermeyelim. Sen konuşmayı ona göre yeniden düzenle.’
Sonuçta, zorunlu olarak ‘tamam’ dedim ve ortaya hiçbir özelliği olmayan
tatsız tutsuz bir yazı çıktı.
Şimdi bu anıyı anlatmamın nedeni, Cahit Külebi’yi eleştirmek hele onu 12
Eylül’den çekinen, korkan bir kişi olarak göstermek değil. Aksine Külebi,
yakından tanıdığım bir kişi ve birçok konuda sert muhalefetini de gördüm.
Özellikle de cuntayla kişisel olarak karşı karşıya kaldığı zamanlarda
onları karşısına almaktan çekinmedi. Örneğin yine o günlerde, 12 Eylül’ün
faşist cuntası, Türkiye’deki belli başlı on şaire, cumhuriyetin ellinci
yılında marş olarak kullanılmak üzere güfte ısmarladı. Ve Külebi bu
‘emre’ karşı gelen, kabul etmeyen üç şairden biridir. Bunu biliyorum.
Bu anıyı yazmamın nedeni, o zamanlar çoğumuz hatta hepimiz, 12 Eylül’ün o
yoğun, faşist baskısı karşısında kendi kendimize bir tür ‘oto-sansür’
uygulayan insanlara dönüşmüştük. Bunu söylemek istiyorum. Aslında o
günlerde tümümüzün ‘halet-i ruhiye’sini, yine o günlerde Cumhuriyet
gazetesinde yayınlanan Gülgeç’in bant karikatürü çok iyi veriyordu.
Hepimiz birer ‘entel ayı’ydık.
Öyle bir entel ayıydık ki, bir yandan pipomuz, kaşkolumuz, keçi
sakalımızla kendimizi kamufle etmek için elimizden geleni yapar ama öte
yandan da hiç umulmadık bir delikten çıkıp ‘maviii’ derdik. Mavi
bildiğiniz gibi, o günlerde 12 Eylül’e muhalefetin rengiydi.
12 Eylül kendi faşist anayasasını oluşturmuş ve bunu göstermelik bir
referandumla, zorla topluma kabul ettirmeye çalışıyordu. Evet oyları
beyaz, hayır oyları ise maviydi. Enayiler, bize özgürlüğün, okyanusların,
gökyüzünün rengini vermişler, aklı sıra kendileri de sütten çıkmış ak
kaşık gibi ‘pür-i pak’ kalmışlardı.
Öyle bir referandum ki, hayır oyunuzu, karşı olduğunuzu
açıklayamıyordunuz. Bu yönde her türlü propaganda, açıklama, çalışma
yasaktı. ‘Mavi’ demek bile suçtu. ‘Entel ayı’ o zamanlar Cumhuriyet
gazetesinde çok önemli bir işlev gördü bu açıdan.
Buna karşın darbenin mimarı Kenan Evren her gün bir başka yurt köşesinde
‘beyaz’ın faziletlerini anlatmakla meşguldü. Bu yetmezmiş gibi bir de her
akşam TRT’de ana haber kuşağı içinde resmi anayasa ‘reklamları’ vardı.
Halkla göstermelik sokak röportajları yapılıyor ve işlerine gelen haber
kuşağı içinde allandıra ballandıra veriliyordu. Böyle bir bela benim de
başıma geldi.
Bela diyorum çünkü, yıllardır basın ve yayın dünyasının içinde olmakla
birlikte nedense kameralardan hiç hazzetmem. Ve bir televizyon kamerası
gördüğüm zaman kaçacak delik ararım yakalanmamak için. Sevemedim bir
türlü.
Bir gün bizim okula, Ankara Siyasal’ın bahçesine geldiler. Başlarında da
TRT’nin çok sevdiğim ve değer verdiğim yapımcı ve sunucularından Zeliha
Berksoy var. Berksoy daha çok kültür sanat programlarıyla tanınan önemli
ve başarılı bir isim. Ama o dönem sanırım zorunlu olarak böyle bir sokak
röportajları hazırlama görevi de yüklenmişti. Baktım, gelen ekip bahçede
bizim Mehmet’i yakalamış, onunla konuşuyor. Şimdilerde daha çok fotoğraf
sanatçısı olarak tanıdığımız Mehmet Özer. Ben bunu görünce hafiften ne
diyor diye Mehmet’in yakınlarına seyirttim ama bir yandan da ufak ufak
Hukuk’un bahçesine doğru tüyüyorum röportaja yakalanmamak için. Yarı yola
geldim, enselendim. Arkamdan Zeliha hanımın sesi ‘bir dakika. Bakar
mısınız? ‘ ‘Buyrun’ dedim çaresizlikle ama bir yandan da hızla bu beladan
nasıl kurtulabilirim, onu düşünüyorum. Anında buldum da.. Öyle bir
konuşma yapayım ki TRT’nin dillere destan sansüründen asla geçmesin.
Berksoy ve kameramanlar yanıma geldiler. Zeliha Berksoy ‘yeni anayasa
üzerine halk röportajları yapıyoruz. Siz de bize görüşlerinizi açıklar
mısınız ? ‘ ‘Tabii…’’
‘’Anayasa metnini nasıl buluyorsunuz? Siz de okuldaki diğer
arkadaşlarınız gibi karşı mısınız?’’
‘’Yooo.. ben savunuyorum.’’
Çevremdeki insanlar şaşkına döndüler. Zaten dibimdeki kamera, nerdeyse
burnuma girecek. ‘’Aaaa.. çok ilginç. İlk kez bu okulda savunan bir kişi
görüyoruz. Biraz açar mısınız? Neden savunuyorsunuz? ‘ dedi Zeliha
Berksoy.
‘’Savunuyorum çünkü bence devrimci bir anayasa’ dedim. Şaşkınlık yerini
doruk noktasında şoka bıraktı. ‘’Nasıl yani? ‘’ diyebildi Berksoy belli
belirsiz.
‘’Şöyle…’ dedim, ‘ bu anayasa, bu anti-demokratik yapısıyla bizim
yıllardır yapamadığımız, beceremediğimiz devrimi yapacak. Tüm hukuki
yolları, demokratik hak arama kanallarını o kadar güzel kapatıyor,
insanları o kadar güzel baskı altına alıyor ki, bu anayasayla yönetilen
halklar anca devrim yapabilir. Başka hiçbir halt yapamaz ‘’ dedim ve
konuşmayı sonlandırdım. Ekip teşekkür ederken hala üzerindeki şoku
atlatamamıştı. Ben de doğal olarak içimden kıs kıs gülüyorum ‘hadi bunu
yayınlayın da göreyim’ dercesine…
Röportaj bitiminde yanıma gelip ne konuştuğumuzu öğrenmek isteyen
arkadaşlara olan biteni anlattım. O sırada biri kafama büyücek bir tuğla
düşmesine neden oldu. ‘’ Ya kurguda kırparlarsa, ‘savunuyorum’ ve
‘devrimci bir anayasadır’ sözünü alıp diğerlerini yayınlamazsa ne
yapacaksın?’’
Şimdi şoka girme sırası bana gelmişti. Hem de ne şok?! Bütün gün kendime
gelemedim. Durup durup kendime küfrediyordum, sen kim, TRT’yle aşık atmak
kim, diye. Adamlar illüzyonizm ustası. Şapkadan tavşan çıkarmak ne,
adamlar filmleri kuşa çeviriyor.
O gün akşam ana haberlerinin gelmesini, bir yandan da o anların hiç
gelmemesini isteyerek, zar zor bekledim. Nihayet haber saati geldi çattı.
Yine yakınlardaki bir kahveye gittim. Bütün millet, dönem darbe dönemi
ya, pürdikkat kesilmiş, haberleri izliyor. Bir süre sonra bizim malum
anayasa reklam kuşağı başladı. Birkaç sokak röportajından sonra bizim
okuldan görüntülere geçildi. Ekranda Mehmet konuşuyor. Ben bu arada
hafiften gerilere doğru tüyüyorum. Napayım, çıkarsam rezil olmamak için
kaçacağım. Mehmet de uzun uzun bindirmişti 12 Eylülcülere ama onun
konuşmasını da bir kuşa çevirmişler, karşı olduğunu en hafif sözlerini
konuşmasından cımbızla alarak hafifleterek vermişlerdi. Mehmet’in
konuşması bittiii…..
….tüymeme gerek kalmadı. Kamera beni es geçip Hukuk’un bahçesine yöneldi.
Kurtulmuştum.
O güne değin Zeliha Berksoy’u çok severdim. O günden sonra da sevgim
katlanarak sürdü.
12 Eylül faşist bir yönetimdir. Ancak tüm faşist yönetimler gibi yaptığı
uygulamalara taban desteği yaratma çabasından da geri durmaz. Dil ve
tarih kurumlarını ortadan kaldırıp kendine bağlarken de aynı yöntemi
uyguladı.
Ankara’da dil ve tarih kurumlarının kapatılmasında da bu süreç yaşandı.
82 ortalarında Ankara’da bu konuda bir dil şurası toplandı, MEB Şura
Salonu’nda. Bol bol da Atatürk döneminde yapılan Türk Dil Kurultayı’na
atıfta bulunularak aklı sıra o dönemin ruhu canlandırılacak ve bu yolla
meşruiyet kazanılacak. Bu toplantıya çağrılanlar arasındaydım. Amaç,
zaten baştan yapılan planları basın yoluyla dikte ettirmekti. Bakanlık
yetkililerinden birkaç kendi kafalarından ‘dilcilerden’ ve ulusal basın
temsilcilerinden oluşuyordu toplantıya çağrılanlar, katılanlar. Hatta
telefondaki görevli çağrıyı yaptığında ‘bildiri sunup sunmayacağımı’ da
sordu. Tümüyle baştan ayarlanmış bir tezgah olduğunu bildiğim için de
‘hayır’ dedim, ‘sadece gözlemci olarak katılacağım.’
Bu arada baştan belirtmekte yarar var. O dönemler, herkes bilir, Oktay
Akbal’la Ahmet Kabaklı’nın arası hiç de iyi değildir. Hatta ‘kanlı
bıçaklılar’ desek yeridir. Aynı ortamlarda bir arada bulunmaları bile
sakıncalıdır. Birbirlerini hiç mi hiç sevmezler.
Toplantı günü salona girdik. Herkesin koltuklarının üzerine gelen
konukların adı yazılı. Koltuk dediğime de bakmayın. Eski dönem, rahat
koltuklar nerde?! (Ama en son 4-5 yıl önce Kütüphanecilik Haftası
nedeniyle aynı salonda yine bulundum. Bu kez hem daha büyükçe ve güzel
bir salon olmuştu hem de koltuklar rahattı.) Okullarda kullanılan, bir
yanında yazı yazmak ve kitap koymak için çıkıntısı bulunan bildiğimiz
koltuk süsü verilmiş tahta sandalyeler var içerde. Yerimi gördüğüm an
çıldırdım. Hangi akıllı bu düzeneği ayarlamışsa tüm gün boyunca beni
mahvetti.
Adımın yazılı olduğu koltuğun solundaki isim Oktay Akbal, sağımda da
Ahmet Kabaklı. Bu arada Nazlı Ilıcak da tam önümde oturuyor. Nasıl bir
adaya düştüğümü anlayın. Gerçi Nazlı Ilıcak yönünden bir sorunum olmadı.
Aksine, o gün gün boyu bir kurtarıcı gibi dört gözle beklediğimiz,
ihtiyaç ve çay-sigara molalarında kuliste sık sık bir araya geldik. ( O
dönemler, kapalı mekanlarda, devlet mekanları da olsa, sigara içmenin
henüz ‘ceza-i Müeyyedesi’ yoktu. Rahatlıkla bu keyfi yaşayabiliyorduk.)
Şimdi, gerek Akbal gerekse Kabaklı özellikle enlemesine cüsseli kişiler.
Ben de ortalarında varla yok arası bir çizgi gibiyim. Hani dünya
haritasını göz önüne getirin. Oktay Akbal’la Ahmet Kabaklı, eski Sovyet
ve Amerika toprakları gibiler. Ben de ortalarında ipince bir şerit gibi
gözüken İsrail toprakları gibiyim. Her ikisi de birbirine bakıp bakıp
surat asıp sırtlarını dönüyorlar. Dönüyorlar da bu arada da sırtlarını
daha iyi göstermek istediklerinden olacak, olanca cüsseleriyle koltuğa
yanlamasına kaykılıp gömülüyorlar. Her ikisi de bunu yaptığı için de ben
de tam ortalarında daracık bir alanda varlığımı sürdürmeye çalışıyorum.
Bir ara Oktay Akbal hınçla Kabaklı’ya baktı. Baktı baktı, sanki suratına
patlatırcasına hınçla kolunu koltuğun yanına vurdu yine sırtını dönerken.
Gitti sol kol. Ahmet Kabaklı durur mu, kopyala-yapıştır yapar gibi
aynısını o da yaptı. Sağ da gitti.
Arada bir ben de coşup, oturduğum koltuğun daha doğrusu sandalyenin
yanlarına olanca gücümle pat diye sertçe dirseğimi indiriyorum. Bu
sıralar biraz düzeliyor gibi oluyorlar ama o da bir iki dakika ya sürüyor
ya sürmüyor. Sonra yine eski durum. Kısacası gün boyu nefes alma savaşı
verdiğim için ben o kurultaydan hiçbir şey anlamadım. Konuşmalar da
anlaşılmamak üzere kuruluydu zaten.
Bir ara Kabaklı kürsüye çıktı. Artık dinlemekten bıktığımız, ‘anlaşamayan
dedeyle torun’ hikayesine başladı. Ben iyice sıkıntıdan patlar haldeyim.
‘’Yok ben burada, yanımda size alışmıştım.Böyle bir garip oldu. Gelin
yine yanıma’’ dememek için zor tuttum kendimi, şamar oğlanı olmayı göze
alarak.
Oldum olası bu dedeyle torun masalı delirtti beni. Ben yıllardır her iki
dedemle de çok iyi anlaştım. Bu anlaşamayan dedeyle torunlar kimler,
yıllardır o kadar çok merak ettim ki? Bir türlü de kendilerine
ulaşamadım.
Kabaklı’nın hemen ardından ‘torunlar adına’ Oktay Akbal fırladı kürsüye.
Ama güzel konuştu. Hani ‘hislerime tercüman oldu’ derler ya..ondan.
Uzun sözün kısası, kendilerine bir türlü ulaşamadığım ve bir türlü
anlaşamayan bu dedeyle torunlar yüzünden Türk Dil ve Tarih Kurumları yok
edildi.
Şimdiyse torunlar büyüdü, dedeler öldü. Ama biz bu dertten yine
kurtulamadık. Bu kez de başımıza o ölen dedelerin mezar taşlarını okuma
sorunu çıktı.