ÖYKÜ

Verda Çiçek   







Bi’Bahar


İş hayatının belki de en uzun mesaisi nihayet bitti. Dün geceden itibaren söylenen konuşulan hiçbir şeyi duymuyordu, kendini bile... bu sürpriz karşısındaki heyecanı istese de başka herhangi bir şeye odaklanmasına engel oluyordu.

Saat kaçta ve nerde görüşeceklerine dair hiçbir fikri yoktu aslında… erken de gelmiş olabilirdi bu ihtimalin yaşanabileceği yere.. defalarca provasını yaptığı görüşme anı yaklaştıkça böyle bir olayın imkansızlığına daha çok inanıp şimdiden üzülüyordu üstelik…

Fakat her şeyden önce sakinleşmesi lazımdı. Uzun bir süre dolaşıp, sıkça tavsiye ettiği şeyi kendinde uygulamaya çalışarak akvaryumu andıran denizi ve balıkları izlemeye başladı. Bir de kendisinde görebilseydi ya bu çok inandığı sakinleştirici etkiyi.. kahve, çay, bir çay daha… bir şeyler yemek daha doğru olurdu belki...

Kendini zorlukla ev yemekleri yapan minik lokantaya attı. Burası evinin mutfağından daha çok ziyaret ettiği bir yerdi. Birkaç masalık mekânda boş bulduğu sandalyeye sağa sola çarparak nihayet oturabildi. Etraftaki herkes bu heyecanının farkına varmış ve hepsi onu izliyormuş gibi hissedince iyice kontrolden çıktı. Çantasını da yerleştirdikten sonra derin nefesler alarak “hadi sakinleş.. daha derin ve uzun nefesler… evet sakinleşiyorsun.. sakinleşşş” telkinlerini içinin en yüksek sesiyle ve artık emir kipinde defalarca tekrar etti… her defasında küçücük mutfaktan gelen çeşit çeşit yemek kokularının her birinin hangi yemek olabileceğini tahmin etmeye çalışırdı.. ancak şimdi kalbinin hızlı atışlarından ve kesik kesik nefesinden başka bir şey duyamadığı için bu küçük oyunu oynamıyordu..

Mekân sahibinin kaçıncı sormasından sonra kısık ve titreyen sesiyle “bir çorba alabilirim” diyebildi. “Evet evet çorba iyi gelecek, hem annemin çorbası gibi.. bu beni rahatlatır” diye devam etti kendine dinletemediği iç konuşmalarına.. çorbaya ilk defa gördüğü bir şeymiş gibi uzun süre baktı, daha doğrusu görebildiğinden bile emin değildi. Neyse ki kaşık tanıdık geldi… yemeğe, bir kâsecik çorbaya odaklanmak, adeta savaşa dönüşmüştü..

Bitiremeden bıraktı yılgınlıkla.. yemeklerinin her zaman iştahla yenmesine alışık lokanta sahibi şaşkınlıkla “beğenmediniz mi yoksa” diye sormaktan kendini alamadı. Sadece titreşimlerini hissedebildiği iyice kısılmış sesiyle “çok güzeldi.. çok aç değilmişim sanırım” karşılığını verebildi.

Zaman algısı kalmamıştı; ne akıp gidiyordu ne durmuştu.. “burada” , “şimdi” neydi bu kavramlar sahi… hiçbir şey tanıdık değil.. hafızasını zorlamasına rağmen derinliklerinden eli boş döndü. Hafızası yine yapacağını yapmıştı duygusal hiçbir yaşantısının kaydını tutmayarak… aslında bu çok sevdiği bir özelliği olsa da şimdi nasıl da ihtiyaç duyuyordu geçmişinde yine böyle hissettiği bir ana gitmeyi ve ne yapacağını bilir bir halde dönmeyi.. her şeyi ilk defa yaşıyor gibi olmanın tatlı acemiliğini duymasa da olurdu bu defa.. hiçbir ana, yaşantıya ve o yaşanacak her ne ise onu yaşatacak olana haksızlık etmek istemezdi; ezberden yaşamak, yaşantıları, deneyimleri (!) kopyalamak bu anlama geliyordu onun için.. Acemiliğin, şaşkınlığın ve en güzeli bu heyecanın tadını çıkarmak lazım; “bırak ellerin, sesin titresin; yüreğinin müziğine kulak ver sadece.. bıraaaak…”

Bunları hatırladığı anda yaşadığı her ne ise ondan sonuna kadar keyif almaya karar verdi. Başından beri kendini dışardan da izlediğini ve bu haliyle nasıl eğlendiğini fark etti... Ne muhteşemdi! bu bilinmezlik karşısında elleri ayakları titriyor, ne yapacağını bilemez bir halde saatlerdir dolaşıyordu. Kaç mağaza gezdi içlerindeki hiçbir şeyi görmeden.. Bu karşılaşmayı düşlerken bile ellerini nereye koyacağını, gözlerinden taşanı nasıl gizleyeceğini bilemezdi; üstelik defalarca denemesine rağmen mutlu ya da mutsuz bir son getiremezdi. rüyalarında bile bu böyleydi.. kendisinin de başkalarının da yaşanmışlığından rahatlatıcı bir etki hatırlamaya çalışmak ne boş ne gereksiz bir çaba… zaman, tarihler, takvimler.. An’a gönüllü teslim olmuş biri için bunların sadece basit bir toplama ya da çıkarma işleminden ibaret olduğunu bir daha fark etti.

Defalarca görüşmemişler miydi işte.. bahar gelir gelmez kırların yüreğinden taşan coşkuyla yeşillenip çiçeklendiğini, bunda muhakkak bir aşk olduğunu…ikisi arasında gidip gelen kelimelerden taşan da buydu... Lirik hallere kapıldığı bu mevsime onun varlığı da eklenmişti bu defa. dokunduğu tüm renklere, çiçeklere ve kokularına, yarattıkları bu coşku için tek tek teşekkür etmeyi ihmal etmiyordu.. kendisinden taşan bu coşkuyu dünyadaki herkesin yüreğine ulaştırdığı ritüelleri sık sık hayal ederdi.

Açan ilk papatyayı birlikte bulup, kozasından çıkan ilk kelebeğin peşine çocuk hayranlığıyla takılmamışlar mıydı… birlikte nisan olup rengarenk açan çiçeklerin üstüne yağdılar usul usul… çiçeklerin arasına gizlenmiş uğurböceğini görünce onu incitmeden alıp bu aralar şansa ihtiyacı olduğunu düşünerek onun sol omzuna koymuştu.

Yaz gelene kadar her gece rüyasında denizin sıcaklığını birlikte ölçtüler.. Denize olan tutkusunu bildiği için onu yüzerken seyretmeyi iple çekiyordu… cümleleri devirip devirip kullandığı konuşmalarında onun her cümleyi sabırla düzeltmesine, yanlış telaffuzlarına sinirlenmesine bunları bilerek yapıp üstelik, içten içe titiz halleriyle az mı eğlendi…

Süryani şarabı kadehlere dökünce şarabın renginde Hayyam’ı görmediler mi… birbirlerini tanımadıkları, göremedikleri tüm zamanların özlemiyle uzun uzun bakışmadılar mı… şişenin dibine vardıklarında onları orda bekleyen denizkızına şiirler okudular gecelerce.. “düşüne denizkızı girmişin iflah olmazlığında” bir dokunuşun öpüşün sıcaklığı dudaklarında uyanarak.

Söz’ün gücüne duyduğu inancı bu yaşanmışlıkta bir daha hissetti.. “Düşlenebilen her şey bir yaşanmışlıktır aslında” dedi kendi kendine…


 

dizin    üst    geri    ileri  

 



 23 

 SÜJE  /  Verda Çiçek  /  yirmi beş mart iki bin on beş     9