Kalktım, şafak hala sökmemiş, ortalık karanlık. Fosforlu saatime baktım,
yediyi gösteriyor. Bu saate kadar güneşin doğması gerekirdi; saatim
bozulmuş olmalı... Yoksa daha uyanmadım mı? Kolumu yukarı doğru uzatıp
elimle yokladım, tavanın soğukluğunu hissediyorum. Kireç badana
üzerindeki kaygan, yapışık şey elime bulaştı. Kokladım. Ağır bir küf
kokusu… Kesin uyanmış olmalıyım. Öyleyse saatim yanlış! Biraz daha
uyuyayım, kızlar az sonra kalkar, uyandırır nasılsa... Parmağımda hala
küfün cıvıklığı var, çarşafın kenarına sürtüyorum... iyice… Kurtuluyorum
ondan. Şimdi rahat uyuyabilirim. Ne oluyor böyle? İlk defa uyku tutmuyor,
gözlerim kapanmıyor işte!.. Üstelik ilk defa kendi kendime uyanıyorum...
Oysa dün ne kadar da yorulmuştum. Tam tamına on saat hiç durmaksızın,
ayakta çalışmışken, yemek yemeye bile hal kalmamışken, gelir gelmez
devrilmişken neyin nesi şimdi bu? Yat uyu kızım! İnatla kapanmıyor
gözlerim; boşluğa, tavanın gölgelerine bakıyorum. Bir daha hiç
kapanmasınlar diye gözkapaklarımı kaşlarıma yapıştırmışlar sanki! Yok,
olmayacak böyle... Ranzanın üçüncü katından sessizce aşağı süzülüyorum;
diğerlerini uyandırmasam iyi… Henüz kollarım yatağı bırakmamış, ayaklarım
yere değmemişken, aşağı sarkmış zayıf bir koldaki fosforlu saat takılıyor
gözüme, hayret o da yediyi gösteriyor, saatim doğru muymuş? El yordamıyla
ranzadan başka sarkan kol var mı diye aranıyorum. Üç adım kadar, olduğum
yerden karşı istikamete yöneliyorum, diğer ranzadaki gölgeleri izleyerek
alt katta bir tane daha buluyorum, fakat bu kadran fosforlu değil, hiçbir
şey görünmüyor. Işığı açmaktan son anda vazgeçiyorum, uyandırmayayım
zavallıları, gün ağarmamış henüz... Ya saat gerçekten yediyse... Ya
saatler ileri alındıysa... Hangi mevsimdeydik sahi?
Kafam iyice karışıyor... Cebimdeki çakmak aklıma geldi, sigara içmem
aslında, nasıl olduysa cebimde bir çakmak olabileceğini düşündüm;
çıkarttım ve çaktım, cılız alevin aydınlığında az önce göremediğim
kadranı hayretle gördüm, yine yediydi; olduğum yerden dört adım pencere
tarafına yürüyüp ortak saatimizin bulunduğu şifoniyere ulaştıktan sonra
çakmağı tiktakların geldiği yöne doğru yeniden çaktım. Olamaz, o da
yediyi gösteriyor. Bir heyecanla pencerenin ince perdesine asılırken
şifoniyerin üzerindeki birkaç parça eşyayı düşürüyorum, ortamın
sessizliği, plastik zemine düşen kola kutularının tıkırtısıyla yarılıyor.
Bir iki horultunun birkaç saniyeliğine kesintiye uğraması, bir iki ıhlama
dışında neyse ki kimse uyanmıyor, perdeyi kaldırmış bir vaziyette
hayretle dışarıya bakıyorum. Gün bir zerre bile ağarmamış. Ay yok,
yıldızlar yok ama zifiri karanlık da değil, gökyüzü baştan sona puslu bir
griye tutulmuş. Şafağın sökmediği kesin.
Güneş hep bu pencereden üstümüze doğar, zaten başka penceremiz yoktur.
Şafağı beklesem mi? Ne zamandır bitkin, ağır uykumdan uyanıp da
buluşamamıştım o muhteşem kızıl karanlıkla. Şu karşıda uzayıp giden,
karanlıkta kalmış sarı topraklar ne güzel görünürdü tanyerinin altında.
Büyükannemin Çin’deyken sıkça söylediği kızıl karanlık şarkısı düştü
aklıma... Yarın akşam internet odasına gitmeli, Büyükannemin ruhuna sanal
mezarlıkta bir mum yakmalı... Bir buket çiçek de gönderirim sanal âlemden
ruhlar âlemine... Şarkıyı mırıldanıyorum usulca...
Güneş mi tutulmuş yoksa! Ortalık ağır bir kurşun kasveti... Bu saate
kadar güneşin doğmamasına feci halde sıkılıyorum, bu bir arpa boyu bile
etmeyen oda daha katlanılmaz oluyor, duvarlar üstüme üstüme geliyor;
dışarı çıkmalıyım...
Güz mevsiminde miyiz? Dönüyorum, yandaki gardırobun kapağını yavaşça
açıyorum, sıkış tıkış bir dolu eşyanın içinde paltomu bulmakta güçlük
çekiyorum, her şeyi altüst ettiğimin farkındayım, buna canım daha çok
sıkılıyor, elime gelen bir dokumayı kaşmir olarak hissediyor, çekip
çıkartıyorum. Sanırım yanılmadım. Eşofmanlarımın üzerine aceleyle
geçiriyorum, dışarıda hava soğuk olmalı, üşütmeyeyim. Kapıyı yavaşça açıp
çıkıyorum. Az sonra şehrin ıssız sokaklarındayım. Gece ayaz yapmış
olmalı, hava tahmin ettiğimden daha soğuk. İyice düğmeliyorum paltomu,
iri, kürklü şapkayı kafama geçiriyorum. Saatime bakıyorum, yedi buçuk
olmuş. Fabrikaya mı gitsem? Böylelikle güneşin tutulup tutulmadığını
anlayabilirim. Ya tutulmuşsa; ya tüm koğuş işe geç kalmışsak! Ama ortak
saatimiz niye çalmadı ki! Tesadüf bu ya, bozuldu belki de! Tüm
talihsizlikler bir arada. Vardiya amirlerinin saldırısını tek başıma
göğüsleyemem, iyisi mi dönüp bizimkileri uyandırmalı. Ama dur!.. Uzakta
kızıl, zayıf bir ışık görüyorum. Doğu tarafındaki tepenin arkasında bir
görünüyor bir kayboluyor, ince bir tül şeklinde, hafiften ışıyor.
İşte! Şafak söküyor! Seviniyorum. Saat beş civarı olmalı... Demek
hepimizin saati yanlışmış; içimizden birinin muzipliği diyorum. Şafak
vaktini solumak, güneşin doğuşunu seyretmek için müthiş bir istek
duyuyorum; daha net seyredebileyim diye, fabrikaların arasından tepeye
doğru koşuyorum. Tırmanırken zorlandım, soluk soluğa kaldım; içim ateşle
doldu; yanıyor, terliyorum; kaşmir paltom üzerimde giderek ağırlaşıyor.
Ne esiyormuş bu tepe! Terim soğuyacak, birazdan üşüyeceğim. O da ne?
Ufukta az önce gördüğüm ince ışıktan eser yok, meğer kızıl karanlık
doğmuyormuş; göğün gergefi gri karanlıkmış hâla... Nerede o kızıl huzme?
Gördüğüm bir tansık mıydı yoksa? Aşağıya bakıyorum, başım dönüyor; ne
kadar da yükseğe çıkmışım, bu kadar yürüdüğümü hiç anımsamıyorum. Aşağıda
şehir çok ıssız görünüyor, tam bir sessizlik hâkim. İçten içe kaynıyor
oysaki... Fabrikaların dev, siyah siluetleri pusun gri örtüsü altında
uçsuz bucaksız uzanıyor, çoğunun bacasından iştahla çıkan koyu dumanlar,
dönen kıvrılan genişleyen anaforlar halinde göğün gri karanlığına
karışıyorlar; içleri karınca gibi harıl harıl çalışan işçilerle dolu;
çoğu on ikişer saatten iki vardiya halinde çalışıyor. Bizde de çalışma
süresi on iki saate çıkacakmış yakında; aşırı yorulacak olmaktan sıkıntı
duyuyor, paramız biraz daha artacak diye seviniyorum, o artış, günlük ne
kadar ekmeğe denk düşer merak ediyorum?
Etrafı panoramik bir bakışla süzmeye başladım; birden çok şaşırıyorum,
gittikçe kaygılanıyorum; odamın penceresinden görünen o sonsuz sarı
topraklar nerede?.. Bizim fabrika nerede?.. İşte tam şurada şehrin batı
yakasında olmalıydı! Kayboldum mu yoksa?.. Korkuyorum! Kuzey rüzgârı
üşütüyor beni; tepenin ortasında bedenimi bir dal gibi savuruyor sağa
sola, sanki üzerimde o kalın kaşmir palto yok, eşofmanlarım yok...
Çırılçıplağım... Ne işim var burada? Hızla aşağı koşuyorum, hiç ara
vermeden uzunca bir zaman... Neden sonra geldiğim yoldan dönmediğimi fark
ediyorum, geri dönüp yeniden mi denesem! Çok geç artık. Doğuya, hep
doğuya doğru yol alıyorum. Soluğum kesilecek gibi oluyor. Ne kadar
uzaklaştığımı tahmin edemiyorum. Burası neresi? Yoksa? Hayır, hayır, bu
şehri tanıyorum. Az önce tepeden doğuya bakarken gördüğüm şehirdi bu.
Yükselen dumanların gri anaforlar oluşturduğu şehir! Bu caddeler,
sokaklar şimdi daha tanıdık, belleğimi iyice yokluyorum, sisli bir
görüntüden cılız anlar gelip gidiyor gözümün önüne, bir zamanlar bu
fabrikalardan birinde bir karınca olduğumu duyumsuyorum.
Biliyorum: bir iki saat sonra vardiya değişim zamanı... Binlercesi
evlerine veya parayla kaldıkları yoksul yatakhanelerine çekilmek için
fabrikalarından çıkacak, binlercesi şehrin uzak yoksul mahallerinden
fabrikalara akacak; sokaklar, caddeler insan seli olacak; yorgun, bitkin
insan yüzleri kaldırımlardaki başıboş, zayıf köpekleri selamlayacak...
Gün hala doğmadı. Etrafa yakından bakınca irkiliyorum, ışık var burada,
insan yapımı ışık; o yüzden gri karanlığın örttüğü çirkinlikler,
iğretilikler sırıtıyorlar oldukları yerden gözüme. Tüm binalardan,
yatakhanelerden, caddelerden, sokaklardan kirlilik akıyor... Fabrikaların
önleri, her biri Amerika’ya, Avrupa’ya yolculuk yapan TIR’ların arkasına
takılacak büyük konteynırlarla dolu. Sokak lambalarının cılız ışığında,
açık, arsız ağızlarından taşmış, etrafa saçılmış binlerce eşya
görünüyor... Oyuncaklar, araba farları, bilgisayarlar, televizyonlar,
halılar, cep telefonları, giysiler, ayakkabılar, araba lastikleri,
direksiyonlar, mobilyalar, kalemler, mutfak eşyaları, süs eşyaları,
akvaryumlar, mumlar, araba koltukları, deterjan şişeleri, kimyasal yüklü
torbalar... Her geçtiğim sokak sıkış tıkış; tüm bu eşyalar çöp gibi
tepeleme yığılmışlar. Gün aydınlanmadı hala. Sonunda ayağım bir
bilgisayar faresine takılıyor, sendeliyorum. Üst üste yığılmış, her biri
plastik ambalajla kaplı bir fare dağıyla burun buruna olduğumu fark
ediyorum. Başımı kaldırıp bakınca uzun barakayı tanıyorum. Bu, daha önce
çalıştığım fabrika. Büyük demir kapısı yarı açık, sessizce aralıktan
süzülüyorum. İçersi loş, havasız. Üretim bantlarının önündeki
sandalyelerde oturur halde yan yana dizilmiş yüzlerce işçi silueti
görüyorum, bir an için çalıştıklarını sanıyorum. Aman Allah’ım o da nesi,
başları yok bunların! Başsız gövdeler yan yana uçsuz bucaksız
uzanıyorlar; mumya gibi kıpırtısız, her an saldırıya geçmeye hazır sessiz
zombiler gibi tetikteler. Dikkatli bakınca, önlerindeki bandın üzerine
başlarını koymuş halde uyuduklarını fark ediyorum. Ortamdaki soluk alış
verişleri, tıslamaları, horlamaları birbirine karışıyor. Bandın üzerine
abanıp uyumak... Tüm bunlar bana yabancı değil. İlk işe başladığımda
yatakhane parası vermemek için bu şekilde çok uyuduğumu hatırlıyorum.
Günde bin adet bilgisayar faresinin montajını yapmak hiç kolay değil, on
dört saate yakın hızla ve durmaksızın çalıştıktan sonra o bitkinlikte
ayakta bile uyursun. Sırt, bel, boyun ağrıları vız gelir.
Birden arka taraflarda bir tıkırtı duyuyorum, sanki küçük bir varlığın
pıt pıt yürüme sesi... Başımı çevirip baktığımda yerden hızla bir şeyin
geçtiğini hissediyorum, ne olduğunu görmüyorum, sadece bir his. Az önce
tepede gördüğüm ışık gibi bir tansık olduğunu düşünürken sol tarafımda
hızla bir şey daha akıp kayboluyor. Korkudan kalbim küt küt atıyor;
bağırıp insanları uyandırmaktan çekiniyorum, hızla kapıya yönelip kaçıp
kurtulmak istiyorum. Bir iki adım sonra, önümden yine geçiyorlar; iki,
üç, beş, yedi derken onlarca oluyorlar... Dikkatle bakınca, bunların
basbayağı fare olduklarını tiksintiyle fark ediyorum, kendimi dışarı zor
atıyorum; kapıda gördüğüm manzara karşısında dehşete kapılıyorum, heyecan
ve korkuyla doluyor kalbim, boğuk bir çığlık çıkıyor boğazımdan. Tepeleme
yığılmış bilgisayar farelerinin hepsi canlanmış, kalabalıklar halinde ve
büyük bir hızla etrafa dağılıyorlar... Yüzlercesi, hatta binlercesi ince
kuyrukları, tel bıyıkları, ağızlarını açıp gösterdikleri korkunç dişleri,
sinsi gülüşleri ile her yeri kaplıyorlar... Etrafım çevriliyor... Çığlık
ata ata kaçıyorum, arkama bakmadan koşuyorum, ama korkunç bir şey oluyor,
fareler tüm şehri sarmış, her yerden çıkıyorlar: rögarlardan, kapı
altlarından, kaldırım taşlarının arasından, arabalardan, en çok da tıka
basa dolu konteynırlardan... Vik vik diye çıkardıkları seslerden
dayanılmaz bir uğultu oluşuyor, kulaklarımı kapatıyor ve önüme bakmadan
koşuyorum, nereye gittiğimi bilmeden, umursamadan... Bazılarının üzerine
basıyorum, ayağıma gelen yumuşak kıkırdaklardan tiz çığlıklar yükseliyor.
Tüm şehir farelerle doldu, caddelerden sokaklardan sel gibi akıyorlar.
Gün ağarmıyor, gri karanlık sürekli büyüyor... Kızıl karanlık hiç
doğmayacak mı? Güneşten önce o... Güneşten önce o... Büyükannemin şarkısı
çınlıyor kulaklarımda:
Doğan gün bitimsiz bir aşktadır soğururken kızılı Tepeden uzanır serpilir kente... İşte tam o an Silkinir Tüm yaşam yeniden doğarız Yeniden doğarız...