ÖYKÜ

Berivan Kaya   







KIZIL KARANLIK


Kalktım, şafak hala sökmemiş, ortalık karanlık. Fosforlu saatime baktım, yediyi gösteriyor. Bu saate kadar güneşin doğması gerekirdi; saatim bozulmuş olmalı... Yoksa daha uyanmadım mı? Kolumu yukarı doğru uzatıp elimle yokladım, tavanın soğukluğunu hissediyorum. Kireç badana üzerindeki kaygan, yapışık şey elime bulaştı. Kokladım. Ağır bir küf kokusu… Kesin uyanmış olmalıyım. Öyleyse saatim yanlış! Biraz daha uyuyayım, kızlar az sonra kalkar, uyandırır nasılsa... Parmağımda hala küfün cıvıklığı var, çarşafın kenarına sürtüyorum... iyice… Kurtuluyorum ondan. Şimdi rahat uyuyabilirim. Ne oluyor böyle? İlk defa uyku tutmuyor, gözlerim kapanmıyor işte!.. Üstelik ilk defa kendi kendime uyanıyorum... Oysa dün ne kadar da yorulmuştum. Tam tamına on saat hiç durmaksızın, ayakta çalışmışken, yemek yemeye bile hal kalmamışken, gelir gelmez devrilmişken neyin nesi şimdi bu? Yat uyu kızım! İnatla kapanmıyor gözlerim; boşluğa, tavanın gölgelerine bakıyorum. Bir daha hiç kapanmasınlar diye gözkapaklarımı kaşlarıma yapıştırmışlar sanki! Yok, olmayacak böyle... Ranzanın üçüncü katından sessizce aşağı süzülüyorum; diğerlerini uyandırmasam iyi… Henüz kollarım yatağı bırakmamış, ayaklarım yere değmemişken, aşağı sarkmış zayıf bir koldaki fosforlu saat takılıyor gözüme, hayret o da yediyi gösteriyor, saatim doğru muymuş? El yordamıyla ranzadan başka sarkan kol var mı diye aranıyorum. Üç adım kadar, olduğum yerden karşı istikamete yöneliyorum, diğer ranzadaki gölgeleri izleyerek alt katta bir tane daha buluyorum, fakat bu kadran fosforlu değil, hiçbir şey görünmüyor. Işığı açmaktan son anda vazgeçiyorum, uyandırmayayım zavallıları, gün ağarmamış henüz... Ya saat gerçekten yediyse... Ya saatler ileri alındıysa... Hangi mevsimdeydik sahi?

Kafam iyice karışıyor... Cebimdeki çakmak aklıma geldi, sigara içmem aslında, nasıl olduysa cebimde bir çakmak olabileceğini düşündüm; çıkarttım ve çaktım, cılız alevin aydınlığında az önce göremediğim kadranı hayretle gördüm, yine yediydi; olduğum yerden dört adım pencere tarafına yürüyüp ortak saatimizin bulunduğu şifoniyere ulaştıktan sonra çakmağı tiktakların geldiği yöne doğru yeniden çaktım. Olamaz, o da yediyi gösteriyor. Bir heyecanla pencerenin ince perdesine asılırken şifoniyerin üzerindeki birkaç parça eşyayı düşürüyorum, ortamın sessizliği, plastik zemine düşen kola kutularının tıkırtısıyla yarılıyor. Bir iki horultunun birkaç saniyeliğine kesintiye uğraması, bir iki ıhlama dışında neyse ki kimse uyanmıyor, perdeyi kaldırmış bir vaziyette hayretle dışarıya bakıyorum. Gün bir zerre bile ağarmamış. Ay yok, yıldızlar yok ama zifiri karanlık da değil, gökyüzü baştan sona puslu bir griye tutulmuş. Şafağın sökmediği kesin.

Güneş hep bu pencereden üstümüze doğar, zaten başka penceremiz yoktur. Şafağı beklesem mi? Ne zamandır bitkin, ağır uykumdan uyanıp da buluşamamıştım o muhteşem kızıl karanlıkla. Şu karşıda uzayıp giden, karanlıkta kalmış sarı topraklar ne güzel görünürdü tanyerinin altında. Büyükannemin Çin’deyken sıkça söylediği kızıl karanlık şarkısı düştü aklıma... Yarın akşam internet odasına gitmeli, Büyükannemin ruhuna sanal mezarlıkta bir mum yakmalı... Bir buket çiçek de gönderirim sanal âlemden ruhlar âlemine... Şarkıyı mırıldanıyorum usulca...




Güneş mi tutulmuş yoksa! Ortalık ağır bir kurşun kasveti... Bu saate kadar güneşin doğmamasına feci halde sıkılıyorum, bu bir arpa boyu bile etmeyen oda daha katlanılmaz oluyor, duvarlar üstüme üstüme geliyor; dışarı çıkmalıyım...

Güz mevsiminde miyiz? Dönüyorum, yandaki gardırobun kapağını yavaşça açıyorum, sıkış tıkış bir dolu eşyanın içinde paltomu bulmakta güçlük çekiyorum, her şeyi altüst ettiğimin farkındayım, buna canım daha çok sıkılıyor, elime gelen bir dokumayı kaşmir olarak hissediyor, çekip çıkartıyorum. Sanırım yanılmadım. Eşofmanlarımın üzerine aceleyle geçiriyorum, dışarıda hava soğuk olmalı, üşütmeyeyim. Kapıyı yavaşça açıp çıkıyorum. Az sonra şehrin ıssız sokaklarındayım. Gece ayaz yapmış olmalı, hava tahmin ettiğimden daha soğuk. İyice düğmeliyorum paltomu, iri, kürklü şapkayı kafama geçiriyorum. Saatime bakıyorum, yedi buçuk olmuş. Fabrikaya mı gitsem? Böylelikle güneşin tutulup tutulmadığını anlayabilirim. Ya tutulmuşsa; ya tüm koğuş işe geç kalmışsak! Ama ortak saatimiz niye çalmadı ki! Tesadüf bu ya, bozuldu belki de! Tüm talihsizlikler bir arada. Vardiya amirlerinin saldırısını tek başıma göğüsleyemem, iyisi mi dönüp bizimkileri uyandırmalı. Ama dur!.. Uzakta kızıl, zayıf bir ışık görüyorum. Doğu tarafındaki tepenin arkasında bir görünüyor bir kayboluyor, ince bir tül şeklinde, hafiften ışıyor.

İşte! Şafak söküyor! Seviniyorum. Saat beş civarı olmalı... Demek hepimizin saati yanlışmış; içimizden birinin muzipliği diyorum. Şafak vaktini solumak, güneşin doğuşunu seyretmek için müthiş bir istek duyuyorum; daha net seyredebileyim diye, fabrikaların arasından tepeye doğru koşuyorum. Tırmanırken zorlandım, soluk soluğa kaldım; içim ateşle doldu; yanıyor, terliyorum; kaşmir paltom üzerimde giderek ağırlaşıyor. Ne esiyormuş bu tepe! Terim soğuyacak, birazdan üşüyeceğim. O da ne? Ufukta az önce gördüğüm ince ışıktan eser yok, meğer kızıl karanlık doğmuyormuş; göğün gergefi gri karanlıkmış hâla... Nerede o kızıl huzme? Gördüğüm bir tansık mıydı yoksa? Aşağıya bakıyorum, başım dönüyor; ne kadar da yükseğe çıkmışım, bu kadar yürüdüğümü hiç anımsamıyorum. Aşağıda şehir çok ıssız görünüyor, tam bir sessizlik hâkim. İçten içe kaynıyor oysaki... Fabrikaların dev, siyah siluetleri pusun gri örtüsü altında uçsuz bucaksız uzanıyor, çoğunun bacasından iştahla çıkan koyu dumanlar, dönen kıvrılan genişleyen anaforlar halinde göğün gri karanlığına karışıyorlar; içleri karınca gibi harıl harıl çalışan işçilerle dolu; çoğu on ikişer saatten iki vardiya halinde çalışıyor. Bizde de çalışma süresi on iki saate çıkacakmış yakında; aşırı yorulacak olmaktan sıkıntı duyuyor, paramız biraz daha artacak diye seviniyorum, o artış, günlük ne kadar ekmeğe denk düşer merak ediyorum?

Etrafı panoramik bir bakışla süzmeye başladım; birden çok şaşırıyorum, gittikçe kaygılanıyorum; odamın penceresinden görünen o sonsuz sarı topraklar nerede?.. Bizim fabrika nerede?.. İşte tam şurada şehrin batı yakasında olmalıydı! Kayboldum mu yoksa?.. Korkuyorum! Kuzey rüzgârı üşütüyor beni; tepenin ortasında bedenimi bir dal gibi savuruyor sağa sola, sanki üzerimde o kalın kaşmir palto yok, eşofmanlarım yok... Çırılçıplağım... Ne işim var burada? Hızla aşağı koşuyorum, hiç ara vermeden uzunca bir zaman... Neden sonra geldiğim yoldan dönmediğimi fark ediyorum, geri dönüp yeniden mi denesem! Çok geç artık. Doğuya, hep doğuya doğru yol alıyorum. Soluğum kesilecek gibi oluyor. Ne kadar uzaklaştığımı tahmin edemiyorum. Burası neresi? Yoksa? Hayır, hayır, bu şehri tanıyorum. Az önce tepeden doğuya bakarken gördüğüm şehirdi bu. Yükselen dumanların gri anaforlar oluşturduğu şehir! Bu caddeler, sokaklar şimdi daha tanıdık, belleğimi iyice yokluyorum, sisli bir görüntüden cılız anlar gelip gidiyor gözümün önüne, bir zamanlar bu fabrikalardan birinde bir karınca olduğumu duyumsuyorum.

Biliyorum: bir iki saat sonra vardiya değişim zamanı... Binlercesi evlerine veya parayla kaldıkları yoksul yatakhanelerine çekilmek için fabrikalarından çıkacak, binlercesi şehrin uzak yoksul mahallerinden fabrikalara akacak; sokaklar, caddeler insan seli olacak; yorgun, bitkin insan yüzleri kaldırımlardaki başıboş, zayıf köpekleri selamlayacak...

Gün hala doğmadı. Etrafa yakından bakınca irkiliyorum, ışık var burada, insan yapımı ışık; o yüzden gri karanlığın örttüğü çirkinlikler, iğretilikler sırıtıyorlar oldukları yerden gözüme. Tüm binalardan, yatakhanelerden, caddelerden, sokaklardan kirlilik akıyor... Fabrikaların önleri, her biri Amerika’ya, Avrupa’ya yolculuk yapan TIR’ların arkasına takılacak büyük konteynırlarla dolu. Sokak lambalarının cılız ışığında, açık, arsız ağızlarından taşmış, etrafa saçılmış binlerce eşya görünüyor... Oyuncaklar, araba farları, bilgisayarlar, televizyonlar, halılar, cep telefonları, giysiler, ayakkabılar, araba lastikleri, direksiyonlar, mobilyalar, kalemler, mutfak eşyaları, süs eşyaları, akvaryumlar, mumlar, araba koltukları, deterjan şişeleri, kimyasal yüklü torbalar... Her geçtiğim sokak sıkış tıkış; tüm bu eşyalar çöp gibi tepeleme yığılmışlar. Gün aydınlanmadı hala. Sonunda ayağım bir bilgisayar faresine takılıyor, sendeliyorum. Üst üste yığılmış, her biri plastik ambalajla kaplı bir fare dağıyla burun buruna olduğumu fark ediyorum. Başımı kaldırıp bakınca uzun barakayı tanıyorum. Bu, daha önce çalıştığım fabrika. Büyük demir kapısı yarı açık, sessizce aralıktan süzülüyorum. İçersi loş, havasız. Üretim bantlarının önündeki sandalyelerde oturur halde yan yana dizilmiş yüzlerce işçi silueti görüyorum, bir an için çalıştıklarını sanıyorum. Aman Allah’ım o da nesi, başları yok bunların! Başsız gövdeler yan yana uçsuz bucaksız uzanıyorlar; mumya gibi kıpırtısız, her an saldırıya geçmeye hazır sessiz zombiler gibi tetikteler. Dikkatli bakınca, önlerindeki bandın üzerine başlarını koymuş halde uyuduklarını fark ediyorum. Ortamdaki soluk alış verişleri, tıslamaları, horlamaları birbirine karışıyor. Bandın üzerine abanıp uyumak... Tüm bunlar bana yabancı değil. İlk işe başladığımda yatakhane parası vermemek için bu şekilde çok uyuduğumu hatırlıyorum. Günde bin adet bilgisayar faresinin montajını yapmak hiç kolay değil, on dört saate yakın hızla ve durmaksızın çalıştıktan sonra o bitkinlikte ayakta bile uyursun. Sırt, bel, boyun ağrıları vız gelir.

Birden arka taraflarda bir tıkırtı duyuyorum, sanki küçük bir varlığın pıt pıt yürüme sesi... Başımı çevirip baktığımda yerden hızla bir şeyin geçtiğini hissediyorum, ne olduğunu görmüyorum, sadece bir his. Az önce tepede gördüğüm ışık gibi bir tansık olduğunu düşünürken sol tarafımda hızla bir şey daha akıp kayboluyor. Korkudan kalbim küt küt atıyor; bağırıp insanları uyandırmaktan çekiniyorum, hızla kapıya yönelip kaçıp kurtulmak istiyorum. Bir iki adım sonra, önümden yine geçiyorlar; iki, üç, beş, yedi derken onlarca oluyorlar... Dikkatle bakınca, bunların basbayağı fare olduklarını tiksintiyle fark ediyorum, kendimi dışarı zor atıyorum; kapıda gördüğüm manzara karşısında dehşete kapılıyorum, heyecan ve korkuyla doluyor kalbim, boğuk bir çığlık çıkıyor boğazımdan. Tepeleme yığılmış bilgisayar farelerinin hepsi canlanmış, kalabalıklar halinde ve büyük bir hızla etrafa dağılıyorlar... Yüzlercesi, hatta binlercesi ince kuyrukları, tel bıyıkları, ağızlarını açıp gösterdikleri korkunç dişleri, sinsi gülüşleri ile her yeri kaplıyorlar... Etrafım çevriliyor... Çığlık ata ata kaçıyorum, arkama bakmadan koşuyorum, ama korkunç bir şey oluyor, fareler tüm şehri sarmış, her yerden çıkıyorlar: rögarlardan, kapı altlarından, kaldırım taşlarının arasından, arabalardan, en çok da tıka basa dolu konteynırlardan... Vik vik diye çıkardıkları seslerden dayanılmaz bir uğultu oluşuyor, kulaklarımı kapatıyor ve önüme bakmadan koşuyorum, nereye gittiğimi bilmeden, umursamadan... Bazılarının üzerine basıyorum, ayağıma gelen yumuşak kıkırdaklardan tiz çığlıklar yükseliyor. Tüm şehir farelerle doldu, caddelerden sokaklardan sel gibi akıyorlar. Gün ağarmıyor, gri karanlık sürekli büyüyor... Kızıl karanlık hiç doğmayacak mı? Güneşten önce o... Güneşten önce o... Büyükannemin şarkısı çınlıyor kulaklarımda:


Doğan gün bitimsiz bir aşktadır soğururken kızılı
Tepeden uzanır serpilir kente...
İşte tam o an
Silkinir
Tüm yaşam yeniden doğarız Yeniden doğarız...


 

dizin    üst    geri    ileri  

 



 19 

 SÜJE  / Berivan Kaya   /  yirmi beş mart iki bin on beş     9