Dünya Şiir Günü
diye icat ettiğimiz kutlamalar için yol-yöntemin, amacın ve içeriğin hiç
de istendik düzeyde olmadığı konusunda dert yanıyorsun bana… Geçen 2012
yılından bu yana düşündüm de sözlerindeki haklılığı görmezden gelmek
olmazdı. Benim de dikkatimi çeken bu durumun üzerinde düşünmek
gerekliliğini anladım; öyle ki her duruşumuz, devinimimiz, tavrımız,
algımız, algıladığımızı dışa yansıtışımız yapay ve göstermelik. Bu
saptamadan sonra bu olguya elbette karşı koymak, hastalık üzerinde buluşmak
ve sorunsalda birleşmek gerekiyor giderek. Bölünmüş ve parçalanmışlık,
şiirin edimsel alandaki misyonuyla da çelişkili… Şiirin ne olup olmadığı
noktasında farklı tanımların, değişik amaçların peşinde sürüklenmek çok
normaldir; ama “asgari” ölçülerde buluşabilecek kişiler, bu şiir günü
kutlamalarını neden yaptıklarının ayrımında olmak durumundadırlar.
Bize göre ise şiirin
anlamı yaşamsaldır; sanatın anlamı yaşamsaldır; kaldı ki insanlık zor
koşulları göğüsleyip yaşamdan umduklarını istemek bağlamında kararlıdır.
Özgürlük, adalet denen kavramlar insanlık için değilse ya ne içindir?
Bunların kazanımı insansal araçların yardımıyla olabilecektir ancak.
Dünyanın birilerine cennet, birilerine cehennem olmaması noktasında
savaşım bitmiş de değildir. Bu müthiş savaşım bugün de sürüyor ve insan
duyarlığı bir biçimde bu savaşımın dışında kalamayacağını seziyor. Ne var
ki kendini farklı görenler ya da gösterilenler bu konuda da insanın
direncini kırmaya yönelik eğilimlerini ortaya koyuyor; bilinçdışı
algılamalarının tutsağı olarak yaşamımıza egemen olmaya çalışanların
suyunda kürek çekiyorlar.
Savaşım her alanda devam
ediyor… O alanlarda okunan şiirleri şiir saymayan zihniyet, kendini fil
kulelerine hapsetmiş, oradan sokağa bakarak ahkâm kesiyor. Bugün yaşanan
ekmek kavgasından habersiz olmak, şiirden habersiz olmaktan daha kötüdür.
Sevginizi kendinize değil, insana çevirirseniz yüksek şiirin de izini
sürebilirsiniz. Geviş getirmenin şiir söylemek, uyku hâliyle klavyeye
dokunmanın şiir yazmak olmadığını artık biliyoruz. Halk onun için bugün
şiirden uzak duruyor. Entelektüel yanımızı edimsel eylemlerle
buluşturduğumuz sürece yaşamayı hak ederiz, şiirimizle ve benimizle…
Aşağıdaki şiirde dile
getirilen yaşanmışlıkların ve daha bin bir türden acıların yaşandığı bir
yeryüzünde şiir günlerini amacından saptıran egemen anlayışın peşinden
gidemeyiz.
“Öldü berfo ana/
ağartamadan oğlunun sabahını/ ekleyemeden ayrılığa kavuşmayı/ yana yana
içi dışı/ yaka yaka dokunanları ona/sevginin düşünde eritemeden… // Hey
koca hayat/ hey ölüm yanardağı!/ oğlunu yitiren bir ananın/ çoğalıp
kuruyan gözyaşlarına ulanıp/ kurusaydın sen de/ otuz iki yıl
beklentisiyle/ çektirir gibi sapasağlam otuz iki dişini/ öfkesiyle,
özlemiyle/ sönseydin bari bir kere…
(Özgen Seçkin) ”.
İşte yaşam böyle bir
şey; kimsenin kimseye “hayat” bağışlamadığı bir arena… Bağımsızlık,
adalet, özgürlük boğuşa boğuşa elde ediliyor sevgili Kirpi, bunun ötesi
yok bugünkü dünyamızda da… İnsanoğlunda sabitleşmiş anlayış bu, sonuna
kadar; ötekileştirmek, ezmek, ona yaşam hakkı tanımamak; yaşam hakkı,
özgürlüğünden, bağımsızlığından olma hakkı gibi bir dayatmanın hediyesi
sanki. Egemenlik bu genlere indirgenmekte, ben’in yüksek isteği bu çünkü…
Egemenliğini ilan eden, onu ele geçiren dönüp kendi geçmişine bakmıyor,
geride bıraktıklarını görmek bile istemiyor. Elde ettiğiyle vuruyor…
Bunca yazılıp çizilmesine ve deney sahibi olunmasına karşın kendini
düzeltemeyen bir insanlık… Bu insanlık anlayışı yok edilmeli her tür
araçla… Şiir bununla ilgilenmeyecekse halka ne ondan…
Adorno ne diyordu, pek sevmesek
de onu: “Düşüncelerinizi
ve davranışlarınızı öyle bir ayarlayın ki, Auschwitz tekrarlanmasın,
asla benzeri olmasın! Auschwitz'ten sonra şiir yazmak, barbarlıktır. Ve
barbarlığın ne olduğunu söylemeyi kemirir; öyle ki, bugün onunla ilgili
şiir yazmanın neden olanaksız olabiliyorunun varlığını, gerçeğini anlamak
içindi. Çünkü kültürün kimliği ve kritiği, kültür diyalektiğinin en son
basamağında barbarlığın karşısında durmaktadır." Ama ne yazık ki
Auschwitz’ler başka biçimiyle yaşanıyor. Bizse sanki olup biten bir şey
yokmuş gibi yaşamayı hâlâ becerebiliyoruz. Bu, büyük bir yetenek ister,
özellikle şairler açısından…
Sevgili Kirpi, bugün bizi zenginlerin, egemenlerin, hukuksuzların
dünyasına yeni dünyalar katmamız için zorluyorlar. Yaptığımız her türlü
katkı onların kasalarını doldursun, ötekileştirilmiş olmanın diyetini bir
daha ödeyelim diye bekliyorlar. Badiou bunun altını çiziyor özellikle:
“ İdeanın bu başarısızlığı, bizleri tek seçenek olarak kapitalist
üretim düzeni ve parlamenter sistem ile baş başa bıraktı: İstesek de
istemesek de razı olmak zorundaydık. İşte bu nedenledir ki bugün
bankalara el koymak yerine onları kurtarmalıyız, zenginlere milyarlar
verip yoksullara hiç vermemeli, yabancı işçilere karşı milliyetçilik
bayrağını mümkün mertebe yükseltmeli, sözün kısası güçlülerin hayatta
kalmasını garantilemek için sefaletin her türlüsünü yerinden
yönetmeliyiz. Size söylediğim gibi, başka seçenek yok! İdeologlarımızın
itiraf ettiği gibi, ekonomiye ve devlete yön veren bir avuç soyguncunun
tamahkârlığı ile çığırından çıkmış özel mülkiyetin mutlak İyi’yi temsil
etmesinden değil, başka seçeneğimiz olmadığı için böyle yapmalıyız, çünkü
mümkün olan tek yol budur”(Komünist Hipotez). Bu ironi, bugünkü
bazı ideologların üzerinedir. Ve bazı şiir günü düzenleyip kendilerine
bir rant elde etmek isteyen, toplumsal açıdan hiçbir özel kurgusu olmayan
kişilerin de üzerinedir. Başarısızlıklarımızı egemenin yanında olmakla
taçlandırmayı beklemek ne kadar da ötekileştirilmişliğimizin ideolojisini
yansıtmaktadır. Bana kalırsa sonuna değin direnip bu yeniyetme
ideolojinin gerçek yüzünü sergilemek, belki insanlığa yapacağımız en
büyük iyilik olacaktır.
Sevgili Kirpi, senin de öngörmenle, katkınla düşüncemizin odağına
koyduğumuz günümüzdeki şiir ve şairlik kavramlarını dünya şiir günü için,
bir algı eksikliğini anımsatarak, sanırım birkaç paragrafla şöyle
özelleştirebiliriz, şair dostlarımız ve şiire gönül bağlamış olanlar
için…
Michael Lebowitz, “Eğer nereye gittiğini
bilmiyorsan, hiçbir yol seni oraya götürmez.” diyor. Günümüz bilim
adamları ve politikacıları gibi sanatçıları da, tarihsel kendilik
sürecine sahip olan şairler de çoğunlukla “nereye gittiğinin”, hangi yolu
izlediğinin bugün farkında değiller. Belki şaşırtılmışlar, şaşırmışlar ya
da bilinç ve gönül kaybına uğramışlardır. Oysa çağımızın özelliği,
gittiğimiz yolu bilinçle seçmemizi gerektiriyor.
Şair, toplumdan, sorunlardan, her
şeyiyle ona bağlı ve ona ait olduğu doğadan kendini soyutladığıyla
yetinmiyor, özgürleşmenin önünde virane yığıntısı olarak bent
oluşturuyor. Şairin “aşk” dediği şey, soyuttur bugün, genellikle
yaşamsal-edimsel hiçbir anlamı içermemektedir. Kuramsal bağlantılarından
da yoksundur aşk. “Sevgi” dediği de öyledir; hümanizmin arkasından dahi
koşamayacak takatsizlik hâlindedir. Evrensel bütün temaları soyutlayarak
insandan uzaklaştırmıştır; yani sanatsal bir soyutlamadan uzaktır. “Ölüm
ya da yaşamak” onun için artık romantik bir içlenmenin ötesine
geçmemektedir; yaratılarında ölüm teması, yürek ve can yakıcı bir durum
olmaktan çıkmıştır; savaşları algılaması bile kanıksama ruhuyla maluldür;
hak, hukuk, adalet yoksunluğu onu artık rahatsız etmemektedir.
Düzenlenen bu özel günler, Newroz, 1
Mayıs ve Dünya Emekçi Kadınları Günü nasıl ki yozlaştırılarak yalnızca
bahar muştusuna, “kadın gününe” uyarlanmış ve içerik olarak buna
indirgenmişse, dünya şiir günü de aynı maksattan nasibini almıştır. Oysa
dünyadaki geri ve insanlığı yok etmeye yönelik azgınlaşmış kapitalist
ilişkilerin durdurulması çabası bağlamında şairin derlenip toparlanması
beklenir. Şair, bu anlamlı günde şiiriyle işlevselliğini düşünmeli,
yaşananları çözümlemeyi, şiirsel eyleminin rengini belirlemeyi bir
aradalığın nesnesi yapmalıdır. Çünkü dünya şiir günü, bir dayanışmanın
hücreler hâlinde kendini yenilemesi amacını taşır; şiirin dünyadaki
eylemselliği; iç sorunları, nereye, neye yöneldiği, gerekliliği ya da
gelecekteki durumu konularında ciddi düşünme platformları oluşturulması
içindir. Oysa bu özel gün de soyutlayamama aczinin kurbanı durumundadır.
Romantik bir günceli yaşamanın ayrışmış,
bireysel, kendi benini doyuran, eğlenmekten başka bir argümanı olmayan
yozlaştırılmış evrensel günler, insanlık için ne üretebilir ki… Oysa
şair, geçmiş yüzyıllarda büyük imgeler koyardı önüne, insanlığa armağan
edeceği imgeler… Özgür gelecekler, büyük yaşama özlemleri, hiçbir
canlının canının yanmayacağı güzel günler düşlerdi. Çünkü insan kurtuluş
bekliyordu, doğa kurtuluş bekliyordu; bugün hâlâ o insan, o doğa gelişme
isteğinde; ahtapotun kolları giderek sarıyor onları, insan ve doğa bu
boğulmadan bugün de kurtulmayı bekliyor. Şair, o günlerde insanın
güzel günlere olan hasretini koyardı kâğıdına; daktilosunun şeridini o ak
kâğıda tok tuş sesleriyle bastırır, şafağı harflerle doğururdu. Onun bu
dokunuşu herkes için bir güçtü, bir gelecek tasarımıydı; sevinçti,
güvendi, haklı bir savaşımın onuruydu. Özgürleşme yolundaki insana bir
selam göndermeydi.
Eagleton, “Edebiyat pragmatik
olmayan söylemdir.” der. Eagleton’ın bu anlam kapsamında, pragmatik
olanın içeriğine sakladığı “insanın kurtuluşu imgesi” yoktur. Günümüz
edebiyatçısı, çıkarları için pazara şöhretini sürmektedir. Edebiyatçı
için bugün pragmatik olan budur. İnsanın yozlaşması imgesinin kurgusuna
yönelimi günün bencil düşüncesine dâhildir. Şair, insanların kanını
emenlere meyhane ağzıyla “yan masadan” ikram etmeye çoktan başlamıştır.
Oysa yan masadan değil, cepheden zafer işareti çakması gerekir.
Bunu kendi egosu için değil, yeni bir gelecek muştusu için yapmalıdır.
Slovaj Zizek bu yan masa hâline,
“yamuk bakmak” diyor. Çünkü fantazi dünyasında yaşamıyoruz, bizim
gerçeklerimiz uyutulup uyansak da aşağı yukarı hep aynı kalıyor. Bu yamuk
bakmanın açısı, köşesi, kenarı günümüzün hastalığıyla muzdariptir;
gerçekliği öteleme hastalığıyla… Güçlünün çöplüğünde dolaşıp aç karnına “misyon
sanata/şiire aykırıdır” çınlamasının ardından yaşadığına geri
dönmenin hastalığıyla…
Judith Butler şöyle diyor: “Egemen
iktidar kullanımı, bu resmi söz edimlerinin yasa üstü statüsüyle iç içe
geçmiş durumda… Söz konusu edimler, egemen iktidarın kendini genişletme
yolu hâline geliyor; ne denli muğlâk konuşabilirse iktidarını o denli
etkili bir biçimde artırıyor, onu da güya adaletin hizmetinde yapıyor.”
İşte, kendini unutan şair, muğlâklığını da bu stratejiden alıyor. Bu
yolda iktidar gücüne hem payanda oluyor, hem de o güçten bir pay edinmeyi
umuyor. Bu durumu, kapitalizme yarı-bilinç bir tutunma-bağlanma
örneğidir.
Apaçık bir durum daha var tabi; kanıp,
inanıp başarısız olma durumu… Cioran bunu şöyle vurguluyor: “Burjuvazi,
statüko muhaliflerine karşı bundan nasıl yararlanabileceğini
anlamıştır; onu kurtaran ve aniden yıkılmaktan koruyan ‘mucize’ de, tam
olarak öteki tarafın başarısızlığıdır, büyük bir fikrin tanınmaz hâle
gelmiş olmasıdır; bunun yol açtığı hayal kırıklığının kafalarda yer
ederek felce neden olmasıdır. Hakikaten umulmadık bir hayal kırıklığıdır
bu; gökten gelen bir destektir.” diyor Cioran… Bu sözler, burjuvazinin,
sırası geldiğinde yuları gevşetmesi üzerine kurulan bir gerçekliktir.
Patlamayı geciktirme taktiğidir bu… Kendiliğini ve o tarihi sürecini
koruyamayan şair de bu yularla yönetilir. Böyle bir sürece katılmış
şairden vicdani davranış beklemek de safdillik olur. Çünkü vicdanını,
kendi tarihsel neliği’ne ters düşen tutumuna tanık yapmaktadır. Bu
yanılsamayla da kendini rahatlatmaktadır.
Mihail Bahtin, “Şair, hayatın bayağı
nesrinden kendi şiirinin suçlu olduğunu unutmamalıdır.” diyor. Arkasından
hemen şunu ekliyor: “Ama gündelik hayatın insanı da, sanatın
yararsızlığının aslında kendisinin özensizliğe eğilimli olmasından ve
hayatındaki dertlerin ciddi olmamasından kaynaklandığını bilmelidir.” Bu
saptama hem sanatçı-şair hem de gündelik hayatın insanı için anlamlıdır.
Çünkü yaşayan herkes hayattan sorumludur.
Günümüz şairi, artık şiirsel edimiyle,
yaşama doğrudan müdahalesiyle yeniden kendi olmasını sağlamak, kendilik
sürecine eklemlenmek zorundadır. Bu, bir bakıma, kendi yaşama hakkını da
yeniden ele geçirmek olacaktır. Böyle özel günlerin bu kaygıları,
sevinçleri, coşkuları taşıması gerekiyor, yaşadığımız günlere,
gerçekçi-doğru bir açıdan yaklaşarak; hayata yanılgısal bakmadan, kendi
yolundaki tarihi süreci yaşayarak…
İşte sevgili Kirpi, bu yaşa değin
sıkıntıyla-zorlukla edindiğim onurumun bundan sonra zarar görmesini
önleme çabamla bu tür oluşumlardan uzak kalmayı amaçlıyorum. Uygun-doğru
oluşumları önceleyen ve kendini yozlaştırmayan, kendilik sürecine
bağlanmayı isteyen şair arkadaşlarımla yol arkadaşlığı yapmak
isteğindeyim. Bir şekilde yenilgiye uğrayanların, “efsanevi mağlupların”,
destansı miraslar bırakanların, mezarları dahi bulunmayanların, durmadan
ezilip çoğalanların, modern ve post-modern kölelerin, kendini karasabana
koşanların, her şeye karşın hayatı yeniden yeniden yaratan yaratıcı ama
mağdurların dünyasında onlarla, onlar yenene kadar ve ondan sonra da yan
yana durmak, bunun onurunu taşımak niyetindeyim. Uyarıların hep sağduyuya
yaslanmıştır, şimdi de öyle… Evet, “kimsenin tarihin tekerleğini sonsuza
dek tersine çevirmeye gücü yetmez,” bunu biliyorum. Belki de en iyi
öğrendiğim şeydir bu öğreti… Ama tekerleğe el atmanın da şart olduğunu
bilenlerdenim.
“Siz, tevekkül edenler! Gerici bir
yargıya bel bağlayarak, mağluplar gibi başınızı eğip yenilgiyi
kabullenerek bizim devasa çabamızı yerle bir mi edeceksiniz? Evrensel
öcümüzün tarihsel doğumuna engel mi olacaksınız? Hayır! diyorum, hayır! (Kızıl
Atkı, Alain Badiou - Komünist Hipotez).” İşte yanılgısal döneklik çoklu
döneklikleri getirir; bir dönen hep döner… O, tarihsellikten, insansal
gelecek ideasından payını alma fırsatını kaçırmıştır çünkü. Her oluşumu
kendine keserleştirme dürtüsü onun yönünü de tersine çevirmiştir ne yazık
ki. Onlardan olmamak gereklidir etik adına.
Sevgiyle kal, oklarını hazır tut,
tetikte ol; onu ateşleme gereği her zaman mümkün, bu umursuz dünyada
sevgili Kirpi...