(ELEŞTİREL) MEKTUP

Özgen Şeçkin  






TENDENZ MEKTUPLARI - 3

Sevgili Kirpi,

Dünya Şiir Günü diye icat ettiğimiz kutlamalar için yol-yöntemin, amacın ve içeriğin hiç de istendik düzeyde olmadığı konusunda dert yanıyorsun bana… Geçen 2012 yılından bu yana düşündüm de sözlerindeki haklılığı görmezden gelmek olmazdı. Benim de dikkatimi çeken bu durumun üzerinde düşünmek gerekliliğini anladım; öyle ki her duruşumuz, devinimimiz, tavrımız, algımız, algıladığımızı dışa yansıtışımız yapay ve göstermelik. Bu saptamadan sonra bu olguya elbette karşı koymak, hastalık üzerinde buluşmak ve sorunsalda birleşmek gerekiyor giderek. Bölünmüş ve parçalanmışlık, şiirin edimsel alandaki misyonuyla da çelişkili… Şiirin ne olup olmadığı noktasında farklı tanımların, değişik amaçların peşinde sürüklenmek çok normaldir; ama “asgari” ölçülerde buluşabilecek kişiler, bu şiir günü kutlamalarını neden yaptıklarının ayrımında olmak durumundadırlar.

Bize göre ise şiirin anlamı yaşamsaldır; sanatın anlamı yaşamsaldır; kaldı ki insanlık zor koşulları göğüsleyip yaşamdan umduklarını istemek bağlamında kararlıdır. Özgürlük, adalet denen kavramlar insanlık için değilse ya ne içindir? Bunların kazanımı insansal araçların yardımıyla olabilecektir ancak. Dünyanın birilerine cennet, birilerine cehennem olmaması noktasında savaşım bitmiş de değildir. Bu müthiş savaşım bugün de sürüyor ve insan duyarlığı bir biçimde bu savaşımın dışında kalamayacağını seziyor. Ne var ki kendini farklı görenler ya da gösterilenler bu konuda da insanın direncini kırmaya yönelik eğilimlerini ortaya koyuyor; bilinçdışı algılamalarının tutsağı olarak yaşamımıza egemen olmaya çalışanların suyunda kürek çekiyorlar.

Savaşım her alanda devam ediyor… O alanlarda okunan şiirleri şiir saymayan zihniyet, kendini fil kulelerine hapsetmiş, oradan sokağa bakarak ahkâm kesiyor. Bugün yaşanan ekmek kavgasından habersiz olmak, şiirden habersiz olmaktan daha kötüdür. Sevginizi kendinize değil, insana çevirirseniz yüksek şiirin de izini sürebilirsiniz. Geviş getirmenin şiir söylemek, uyku hâliyle klavyeye dokunmanın şiir yazmak olmadığını artık biliyoruz. Halk onun için bugün şiirden uzak duruyor. Entelektüel yanımızı edimsel eylemlerle buluşturduğumuz sürece yaşamayı hak ederiz, şiirimizle ve benimizle…

Aşağıdaki şiirde dile getirilen yaşanmışlıkların ve daha bin bir türden acıların yaşandığı bir yeryüzünde şiir günlerini amacından saptıran egemen anlayışın peşinden gidemeyiz.

“Öldü berfo ana/ ağartamadan oğlunun sabahını/ ekleyemeden ayrılığa kavuşmayı/ yana yana içi dışı/ yaka yaka dokunanları ona/sevginin düşünde eritemeden… // Hey koca hayat/ hey ölüm yanardağı!/ oğlunu yitiren bir ananın/ çoğalıp kuruyan gözyaşlarına ulanıp/ kurusaydın sen de/ otuz iki yıl beklentisiyle/ çektirir gibi sapasağlam otuz iki dişini/ öfkesiyle, özlemiyle/ sönseydin bari bir kere… (Özgen Seçkin) ”.

İşte yaşam böyle bir şey; kimsenin kimseye “hayat” bağışlamadığı bir arena… Bağımsızlık, adalet, özgürlük boğuşa boğuşa elde ediliyor sevgili Kirpi, bunun ötesi yok bugünkü dünyamızda da… İnsanoğlunda sabitleşmiş anlayış bu, sonuna kadar; ötekileştirmek, ezmek, ona yaşam hakkı tanımamak; yaşam hakkı, özgürlüğünden, bağımsızlığından olma hakkı gibi bir dayatmanın hediyesi sanki. Egemenlik bu genlere indirgenmekte, ben’in yüksek isteği bu çünkü… Egemenliğini ilan eden, onu ele geçiren dönüp kendi geçmişine bakmıyor, geride bıraktıklarını görmek bile istemiyor. Elde ettiğiyle vuruyor… Bunca yazılıp çizilmesine ve deney sahibi olunmasına karşın kendini düzeltemeyen bir insanlık… Bu insanlık anlayışı yok edilmeli her tür araçla… Şiir bununla ilgilenmeyecekse halka ne ondan…

Adorno ne diyordu, pek sevmesek de onu: “Düşüncelerinizi ve davranışlarınızı öyle bir ayarlayın ki, Auschwitz tekrarlanmasın, asla benzeri olmasın! Auschwitz'ten sonra şiir yazmak, barbarlıktır. Ve barbarlığın ne olduğunu söylemeyi kemirir; öyle ki, bugün onunla ilgili şiir yazmanın neden olanaksız olabiliyorunun varlığını, gerçeğini anlamak içindi. Çünkü kültürün kimliği ve kritiği, kültür diyalektiğinin en son basamağında barbarlığın karşısında durmaktadır." Ama ne yazık ki Auschwitz’ler başka biçimiyle yaşanıyor. Bizse sanki olup biten bir şey yokmuş gibi yaşamayı hâlâ becerebiliyoruz. Bu, büyük bir yetenek ister, özellikle şairler açısından…

Sevgili Kirpi, bugün bizi zenginlerin, egemenlerin, hukuksuzların dünyasına yeni dünyalar katmamız için zorluyorlar. Yaptığımız her türlü katkı onların kasalarını doldursun, ötekileştirilmiş olmanın diyetini bir daha ödeyelim diye bekliyorlar. Badiou bunun altını çiziyor özellikle:

“ İdeanın bu başarısızlığı, bizleri tek seçenek olarak kapitalist üretim düzeni ve parlamenter sistem ile baş başa bıraktı: İstesek de istemesek de razı olmak zorundaydık. İşte bu nedenledir ki bugün bankalara el koymak yerine onları kurtarmalıyız, zenginlere milyarlar verip yoksullara hiç vermemeli, yabancı işçilere karşı milliyetçilik bayrağını mümkün mertebe yükseltmeli, sözün kısası güçlülerin hayatta kalmasını garantilemek için sefaletin her türlüsünü yerinden yönetmeliyiz. Size söylediğim gibi, başka seçenek yok! İdeologlarımızın itiraf ettiği gibi, ekonomiye ve devlete yön veren bir avuç soyguncunun tamahkârlığı ile çığırından çıkmış özel mülkiyetin mutlak İyi’yi temsil etmesinden değil, başka seçeneğimiz olmadığı için böyle yapmalıyız, çünkü mümkün olan tek yol budur”(Komünist Hipotez). Bu ironi, bugünkü bazı ideologların üzerinedir. Ve bazı şiir günü düzenleyip kendilerine bir rant elde etmek isteyen, toplumsal açıdan hiçbir özel kurgusu olmayan kişilerin de üzerinedir. Başarısızlıklarımızı egemenin yanında olmakla taçlandırmayı beklemek ne kadar da ötekileştirilmişliğimizin ideolojisini yansıtmaktadır. Bana kalırsa sonuna değin direnip bu yeniyetme ideolojinin gerçek yüzünü sergilemek, belki insanlığa yapacağımız en büyük iyilik olacaktır.

Sevgili Kirpi, senin de öngörmenle, katkınla düşüncemizin odağına koyduğumuz günümüzdeki şiir ve şairlik kavramlarını dünya şiir günü için, bir algı eksikliğini anımsatarak, sanırım birkaç paragrafla şöyle özelleştirebiliriz, şair dostlarımız ve şiire gönül bağlamış olanlar için…

Michael Lebowitz, “Eğer nereye gittiğini bilmiyorsan, hiçbir yol seni oraya götürmez.” diyor. Günümüz bilim adamları ve politikacıları gibi sanatçıları da, tarihsel kendilik sürecine sahip olan şairler de çoğunlukla “nereye gittiğinin”, hangi yolu izlediğinin bugün farkında değiller. Belki şaşırtılmışlar, şaşırmışlar ya da bilinç ve gönül kaybına uğramışlardır. Oysa çağımızın özelliği, gittiğimiz yolu bilinçle seçmemizi gerektiriyor.

Şair, toplumdan, sorunlardan, her şeyiyle ona bağlı ve ona ait olduğu doğadan kendini soyutladığıyla yetinmiyor, özgürleşmenin önünde virane yığıntısı olarak bent oluşturuyor. Şairin “aşk” dediği şey, soyuttur bugün, genellikle yaşamsal-edimsel hiçbir anlamı içermemektedir. Kuramsal bağlantılarından da yoksundur aşk. “Sevgi” dediği de öyledir; hümanizmin arkasından dahi koşamayacak takatsizlik hâlindedir. Evrensel bütün temaları soyutlayarak insandan uzaklaştırmıştır; yani sanatsal bir soyutlamadan uzaktır. “Ölüm ya da yaşamak” onun için artık romantik bir içlenmenin ötesine geçmemektedir; yaratılarında ölüm teması, yürek ve can yakıcı bir durum olmaktan çıkmıştır; savaşları algılaması bile kanıksama ruhuyla maluldür; hak, hukuk, adalet yoksunluğu onu artık rahatsız etmemektedir.

Düzenlenen bu özel günler, Newroz, 1 Mayıs ve Dünya Emekçi Kadınları Günü nasıl ki yozlaştırılarak yalnızca bahar muştusuna, “kadın gününe” uyarlanmış ve içerik olarak buna indirgenmişse, dünya şiir günü de aynı maksattan nasibini almıştır. Oysa dünyadaki geri ve insanlığı yok etmeye yönelik azgınlaşmış kapitalist ilişkilerin durdurulması çabası bağlamında şairin derlenip toparlanması beklenir. Şair, bu anlamlı günde şiiriyle işlevselliğini düşünmeli, yaşananları çözümlemeyi, şiirsel eyleminin rengini belirlemeyi bir aradalığın nesnesi yapmalıdır. Çünkü dünya şiir günü, bir dayanışmanın hücreler hâlinde kendini yenilemesi amacını taşır; şiirin dünyadaki eylemselliği; iç sorunları, nereye, neye yöneldiği, gerekliliği ya da gelecekteki durumu konularında ciddi düşünme platformları oluşturulması içindir. Oysa bu özel gün de soyutlayamama aczinin kurbanı durumundadır.

Romantik bir günceli yaşamanın ayrışmış, bireysel, kendi benini doyuran, eğlenmekten başka bir argümanı olmayan yozlaştırılmış evrensel günler, insanlık için ne üretebilir ki… Oysa şair, geçmiş yüzyıllarda büyük imgeler koyardı önüne, insanlığa armağan edeceği imgeler… Özgür gelecekler, büyük yaşama özlemleri, hiçbir canlının canının yanmayacağı güzel günler düşlerdi. Çünkü insan kurtuluş bekliyordu, doğa kurtuluş bekliyordu; bugün hâlâ o insan, o doğa gelişme isteğinde; ahtapotun kolları giderek sarıyor onları, insan ve doğa bu boğulmadan bugün de kurtulmayı bekliyor. Şair, o günlerde insanın güzel günlere olan hasretini koyardı kâğıdına; daktilosunun şeridini o ak kâğıda tok tuş sesleriyle bastırır, şafağı harflerle doğururdu. Onun bu dokunuşu herkes için bir güçtü, bir gelecek tasarımıydı; sevinçti, güvendi, haklı bir savaşımın onuruydu. Özgürleşme yolundaki insana bir selam göndermeydi.

Eagleton, “Edebiyat pragmatik olmayan söylemdir.” der. Eagleton’ın bu anlam kapsamında, pragmatik olanın içeriğine sakladığı “insanın kurtuluşu imgesi” yoktur. Günümüz edebiyatçısı, çıkarları için pazara şöhretini sürmektedir. Edebiyatçı için bugün pragmatik olan budur. İnsanın yozlaşması imgesinin kurgusuna yönelimi günün bencil düşüncesine dâhildir. Şair, insanların kanını emenlere meyhane ağzıyla “yan masadan” ikram etmeye çoktan başlamıştır. Oysa yan masadan değil, cepheden zafer işareti çakması gerekir. Bunu kendi egosu için değil, yeni bir gelecek muştusu için yapmalıdır.

Slovaj Zizek bu yan masa hâline, “yamuk bakmak” diyor. Çünkü fantazi dünyasında yaşamıyoruz, bizim gerçeklerimiz uyutulup uyansak da aşağı yukarı hep aynı kalıyor. Bu yamuk bakmanın açısı, köşesi, kenarı günümüzün hastalığıyla muzdariptir; gerçekliği öteleme hastalığıyla… Güçlünün çöplüğünde dolaşıp aç karnına “misyon sanata/şiire aykırıdır” çınlamasının ardından yaşadığına geri dönmenin hastalığıyla…

Judith Butler şöyle diyor: “Egemen iktidar kullanımı, bu resmi söz edimlerinin yasa üstü statüsüyle iç içe geçmiş durumda… Söz konusu edimler, egemen iktidarın kendini genişletme yolu hâline geliyor; ne denli muğlâk konuşabilirse iktidarını o denli etkili bir biçimde artırıyor, onu da güya adaletin hizmetinde yapıyor.” İşte, kendini unutan şair, muğlâklığını da bu stratejiden alıyor. Bu yolda iktidar gücüne hem payanda oluyor, hem de o güçten bir pay edinmeyi umuyor. Bu durumu, kapitalizme yarı-bilinç bir tutunma-bağlanma örneğidir.

Apaçık bir durum daha var tabi; kanıp, inanıp başarısız olma durumu… Cioran bunu şöyle vurguluyor: “Burjuvazi, statüko muhaliflerine karşı bundan nasıl yararlanabileceğini anlamıştır; onu kurtaran ve aniden yıkılmaktan koruyan ‘mucize’ de, tam olarak öteki tarafın başarısızlığıdır, büyük bir fikrin tanınmaz hâle gelmiş olmasıdır; bunun yol açtığı hayal kırıklığının kafalarda yer ederek felce neden olmasıdır. Hakikaten umulmadık bir hayal kırıklığıdır bu; gökten gelen bir destektir.” diyor Cioran… Bu sözler, burjuvazinin, sırası geldiğinde yuları gevşetmesi üzerine kurulan bir gerçekliktir. Patlamayı geciktirme taktiğidir bu… Kendiliğini ve o tarihi sürecini koruyamayan şair de bu yularla yönetilir. Böyle bir sürece katılmış şairden vicdani davranış beklemek de safdillik olur. Çünkü vicdanını, kendi tarihsel neliği’ne ters düşen tutumuna tanık yapmaktadır. Bu yanılsamayla da kendini rahatlatmaktadır.

Mihail Bahtin, “Şair, hayatın bayağı nesrinden kendi şiirinin suçlu olduğunu unutmamalıdır.” diyor. Arkasından hemen şunu ekliyor: “Ama gündelik hayatın insanı da, sanatın yararsızlığının aslında kendisinin özensizliğe eğilimli olmasından ve hayatındaki dertlerin ciddi olmamasından kaynaklandığını bilmelidir.” Bu saptama hem sanatçı-şair hem de gündelik hayatın insanı için anlamlıdır. Çünkü yaşayan herkes hayattan sorumludur.

Günümüz şairi, artık şiirsel edimiyle, yaşama doğrudan müdahalesiyle yeniden kendi olmasını sağlamak, kendilik sürecine eklemlenmek zorundadır. Bu, bir bakıma, kendi yaşama hakkını da yeniden ele geçirmek olacaktır. Böyle özel günlerin bu kaygıları, sevinçleri, coşkuları taşıması gerekiyor, yaşadığımız günlere, gerçekçi-doğru bir açıdan yaklaşarak; hayata yanılgısal bakmadan, kendi yolundaki tarihi süreci yaşayarak…

İşte sevgili Kirpi, bu yaşa değin sıkıntıyla-zorlukla edindiğim onurumun bundan sonra zarar görmesini önleme çabamla bu tür oluşumlardan uzak kalmayı amaçlıyorum. Uygun-doğru oluşumları önceleyen ve kendini yozlaştırmayan, kendilik sürecine bağlanmayı isteyen şair arkadaşlarımla yol arkadaşlığı yapmak isteğindeyim. Bir şekilde yenilgiye uğrayanların, “efsanevi mağlupların”, destansı miraslar bırakanların, mezarları dahi bulunmayanların, durmadan ezilip çoğalanların, modern ve post-modern kölelerin, kendini karasabana koşanların, her şeye karşın hayatı yeniden yeniden yaratan yaratıcı ama mağdurların dünyasında onlarla, onlar yenene kadar ve ondan sonra da yan yana durmak, bunun onurunu taşımak niyetindeyim. Uyarıların hep sağduyuya yaslanmıştır, şimdi de öyle… Evet, “kimsenin tarihin tekerleğini sonsuza dek tersine çevirmeye gücü yetmez,” bunu biliyorum. Belki de en iyi öğrendiğim şeydir bu öğreti… Ama tekerleğe el atmanın da şart olduğunu bilenlerdenim.

“Siz, tevekkül edenler! Gerici bir yargıya bel bağlayarak, mağluplar gibi başınızı eğip yenilgiyi kabullenerek bizim devasa çabamızı yerle bir mi edeceksiniz? Evrensel öcümüzün tarihsel doğumuna engel mi olacaksınız? Hayır! diyorum, hayır! (Kızıl Atkı, Alain Badiou - Komünist Hipotez).” İşte yanılgısal döneklik çoklu döneklikleri getirir; bir dönen hep döner… O, tarihsellikten, insansal gelecek ideasından payını alma fırsatını kaçırmıştır çünkü. Her oluşumu kendine keserleştirme dürtüsü onun yönünü de tersine çevirmiştir ne yazık ki. Onlardan olmamak gereklidir etik adına.

Sevgiyle kal, oklarını hazır tut, tetikte ol; onu ateşleme gereği her zaman mümkün, bu umursuz dünyada sevgili Kirpi...




dizin    üst    geri    ileri  

 



  8  

 SÜJE  /  Özgen Seçkin   / yirmi yedi mart iki bin on dört     3