yüzünde aşk
taşıyan kaç insan var, kaç an... sen aşk taşıyorsun, unuttun mu yüzünü...
kırıldın mı yoksa; hayır yorgunsun... seni unuttum içimde: sen de beni
unut... aşk için yalan söyleyen kaç şair kaldı... şiir gibi sevişen kaç
hayat... yanıt verilmiyor
her mektuba... onu hem yazan hem de okuyan utanıyor zamana yenik düştüğü
için... ölüm yorgunluğu sızıyor içime... başa dön, beni unut; vadini
başka şeytanlarla doldur... bir rahibe gibi seviş, hiç durma... o kadar
yalnız ve gençsin ki: gece kırılırsa sen de kırıl... neden ağladığını
bile bilmiyorum... sesini duymayanlardan korkma... kuşkular ve
dikkatlerle yorma içindeki “ben”i. şanslısın,
itiraf ediyorum... yazdıklarım geceye yazılmış fısıltılardı... kandın
mı... kanmamalıydın... içindeki denizden uzaklaş, bir an mırıldan; ömrüm
yaşımın kaçta kaçı... büyürken ses çıkar küçülürken değil... aşk büyütür,
aş beni; dilinde şarkı düşünde kış... farkındasın, değilsin belki de; sen
büyüyorsun, yanıt ver neden hâlâ dündeyim, diye... soru sor neden
gülümsemiyorum artık şimdiye... aşk seni
yüzünden vurdu, anla artık ve çek eline düşen dikeni... yüzün
yalnızlıktan ölmesin. bir güz yaprağısın; işit beni, hâlâ inançsızım...
kendini geç aşka vur acıyı... beni unut... dön ve susss, bağırrr;
kalbimde kalbini yaşadım... göğsümde
bıraktığın geceyi dinliyorum; hayal kurma aşklar için... aşk tehlikeli...
aşk, senin için güneş altı yeni bir doğum. kadehindekini iç, dolu
bırakma... bu bir suç... ay yükselirken üsküdar’da kal…
sana yalanlar
söyledim, sayamam kaç olduğunu... seninle ikiz kardeşiz, ensest
duygularla büyüdük belki de... büyüdüm. hazırlıklar yaptım büyüdüğüm
kentlere... çocukluk uzaktı... kutsanmamıştı aşk, beni uzaklaştır, sana
yakın kentler var kalbinin gözlerine bakan, dört çift göz: üsküdar, gebze... kadeh kaldır;
günaydın üsküdar: iyi günler gebze... kırkında lara’yı göremeyeceğim.
yüzüne renk katan sesle, yedi kez konuş: öpüşmenin esrikliğini yaşama.
çağırana git, içinde yanıyorsan korkma benim gibi rüzgârlardan… sır
değiliz gecenin karanlığında... yağmur ve kar dağıtacak yaşlı uykun... yaşlandıkça
sevmeyi öğreneceğiz... kanıyorsun, bir yaradan akar kan,
seviyorsun... iç çekip ağlamayı bırak... yoksa zaman seni bir daha
yenecek... sonra birden bire yaşlanacaksın... işte buna aşk diyeceksin...
yorulmayan kalbin aşkı yok... ışıklara aldanma... ölüm acı ve tatlı;
sevişmediğin hayat için başka yerlere gideceksin; ay gibi... hayat sessiz ve
bir acıda saklı, merak ve korku; ben yıkamadım olmayan oğlumun
korkaklığını; senin kızın varsa sen yık, gönlüm cüzzamlı bir martıyla
soğuk denizlere dalıyor...sen git, toz gibi dağıl şeytanlara; köpük gibi
kovulayım denizinizden... gün soldu, yakamdan düştü sırrını bana açmayan
aşk. belki sonra,
yağmur kış getirir ömrümüze; gözlerime bak, yaşadığımız her şey gölgede
kaldı... mezarların çığlığı sevdiğini öldürenlerin mektubudur... aşk tekrar
tekrar yaşanmaz; gözlerine bakan âşıktır: ben kalemi ömrüme sapladım;
kulaklarım dilenci; göğsüne çek ve öp sabah uykudayken... aşk beni
kurtarmıyor artık... aşk seni korusun... aşk seni korusun... benim için
söyleme o ince sözcükleri; içim görünüyor ay ışığında; iki kişi ağlamasın
bir mezarlıkta: yüzüm soluyor... içinde
arzularını uyandıran yüzlere dön; sus, içine al, kanını dök başka
hayatlara... yalnızca seviş sana inananlarla...
yanıtı gecikmiş
mektup 1 27 aralık 05:18 âğıthane
yıl geçti
aradan, belki de birkaç yıl; nedense elim hiç gitmedi düzyazıya. bundan
bir hafta önce bana yazdığın mektupları aradım sabaha kadar. bir hafta
değil, abartmayayım; bir kısmını buldum. 6.7…. tarihli mektubundan
başlayarak “şimdiki” halimle yanıtlamak istiyorum. beni önce bunun için
bağışla. insanın
kendisine söylediği yalan kendinde kalmıyor. utanmak, yüzümüzdeki
renklerin açıp solması... ama bunu içe taşırsan asıl sorun içte açılıp
solması... insana ders veren yerin yani kendine getiren yerin içi
olduğunu anlamak için bunları da yaşamak gerekiyormuş.
karaladım, uzun
bir aradan sonra yazdıklarımı... yeniden yazmak gelmiyor içimden. yanıtı
verilmeyen mektupların insana bıraktığı yük bu işte. ben bu yükü
çekiyorum öncelikle. içimde hep bir yokluk taşıdım. nasıl da inandım bu
yokluğa... nasıl da kandım... şimdi kendimle alay ediyorum: suçlarına
delil arama, sahip çık işlediğin cinayetlere. yokluk ve yoksunluk sağ ve
sol elin yüze inmiş yumruk hali... aşk bende ölmüş bir ülke... bunca yıl
nasıl yaşamışım cesedimle, hâlâ şaşırıyorum. korktum, biliyorum...
korktum it gibi biliyorum. hayatımı ölüme oyuncak yaptım... ağlamasını
biliyorum artık... daha da önemlisi bunu anlayacak bir yaşa
gelemeyişim... özür
dilemiyorum... özür dilemek ancak şiirle olur. ama yok şu an özürlü bir
şiirim, belki sonra, belki hiç yazamayacağım... sis bastırıyor
karanlığıma, sana gitmeyelim, dedim. çıkmayalım yükseklere... bak nasıl
da düşüyorum şimdi sıçrayarak... kan yok, düş yok, ne oldu normal
gitmeyen hayatımıza... normale dönmüş bir ses çıkıyor; her şey normal;
seni seviyorum; seni duymaz oluyorum... ah gecesi sabah tutmuş dinsiz
ayinlerim... ah sabahı yol tutan akşamlarım... uyumuyorum, düş
görmüyorum... hem görsem de neye yarayacak bilmiyorum... aşka kötü
başladım... iyilik kötünün pasını almıyor...
“saat 06 iki
nokta sıfır 2 hâlâ aynı gün;
aynı günün cebinden yiyorum...
aşk, bazı
şeyleri düğümlüyor... bazı şeyleri de anımsatıyor... mesela ölümü... aşk diye bir şey
yok; suç var; tutku var... aşk diye bir şey
var; söz yok; ceza yok... suç var söz
yok...
“kendinde
göremediğini çoğu zaman başkasında görür insan” demişsin mektubunda.
evet, bilinen tekerlemelerden biri bu söz. ama yine de oturuyor insanın
yörüngesine. “gereksiz riskleri sevmiyorum” diyorsun. asla da sevme. ben
bu riskleri yaşadım da ne oldu! ama biz dediğin gibi aynayız birbirimize.
ayna kırılırsa taş mı olacağız. olduk belki de... oldum... “senin o
acımadan, duvara çarptığın kafanı, beynini seviyorum... ona da haksızlık
etme olur mu?” sözünü defalarca okudum. haksızlığa uğraya uğraya insan
haksızlık yapmayı öğreniyor. öğretiyorlar... rayına oturmayan ve
oturmasını bilmeyen bir tren gibiyim. mektubunda yazdığın ve sevdiğini
ifade ettiğin sözü yazıyorum: “bahaneler, göbek deliklerine benzer,
herkeste vardır ama hiç kimseye faydası yoktur” insana dokunan özlü
sözleri seçmesini de biliyorsun...
01 ocak / ağıthane
1.
küçük adımlar
atıyorum hayatıma, lekeli ellerim kasılıyor kış akşamlarında. mektupları
küçümsemiyorum artık. yazdıklarına ve kendime geri dönüyorum. kapıları
kapatmalıyım özgürlüğüm için. ölü nokta; sınırlar kaygan, sınırlar boş.
şimdi insan nereye gitmeli içinde? artık eskisi gibi yağmur yağmıyor
içime... aşka dönmek için kısa bir yıl var önümde. zavallı ben ve
yüreğim... aptallar haklı,
en azından soluk alarak yaşayabiliyorlar kendilerini... sessizlik onların
içinde vaftiz edilmiş bir geçmiş yalnızca. mektubunu
okurken; sanki her şey eski bir hikayeden ibaretmiş gibi bir düşünceye
kapılıyorum. en yakın eskiden ibaret şimdi yaşadıklarımız... başlangıçla
ilgili hiç bir şey hatırlamıyor insan. mektuplar biraz da bunu
çağrıştırıyor bende. örtüsünü kaldırıyor boğazımdaki acı... istersen
susalım yok sayalım kuralları... hava soğuk, her
şey bir yana artık genç değilim; çabuk üşüyor, kolayca ihanet
edebiliyorum hayata.
2.
düşünen biriyle
yakın olmayı öğreniyorum; ödün vermeme huyumdan vazgeçtim. bile bile yara
alıyorum artık... hiç değilse arada bir uzaklaşıyorum kendimden. birileri
zaman kazanmak diyor buna, bense keman çalmak gibi bir şey diyorum. ne
fark eder ki, nasıl olsa savunmasızdır aşk... “olmayışın büyük
oluşu” olmak için değil, olmamak için yaşadığımı anlıyorum. bunca yıl
kaçışlarıma neden aradım, buldum sonunda; kaçmak, terk etmek değil
kaçırmakmış; kendini… kaçarken vurmak için. yolculuk ise içimizdeki o
vahşi duygulara bir dönüş olabilir. kalandan kopuş... içimizdeki o
faşist katılaşmalara bir kez daha dönüş yaşanacak; derisini öldürmeyen
yılan yaşayamayacak... aynı nedenlerden dolayı ayrı kopuşlar
yaşadık... bunun neresi kötü ki!.. düşünen biriyle
düşman olmayı öğreniyorum; eski zincirlerimden kurtulup yeni zincirler
bulmak için bir çaba harcamıyorum. dönülmeyen ve bağışlanmayan geçmişe ben ”şimdi” diyorum. nervous system; “susmanın sistemi” diyorum buna.
tuhaflığın ve yeniden başlamanın son hali... kendimi
aldattım, tek hain benim; sınırın ucundaki sapakta durmakla hata yaptım;
şimdi kaldığım yerden devam ediyorum: bu benim işte; bu sensin; gizlilik
içinde büyüyorum; buyruklara karşı çıkmış aşk yüzünü kaybetti. aşk, düşün ve
gücün sefaleti; ruhun ince sempatizanı...
3.
gecikmiş her
mektup boş bir zarfı çağrıştırır... uzaklığın reçetesine mektup
diyorum... uzaklık sıfır;
gel yeniden sevişelim / içimde gümüş bir cehennem, sınırlar acılı...
gecikmiş her mektup ödenmesi zor bir borç... kısa süreli bir dokunuş...
yüzüm kirli ve eski... tenine dokundukça yaşamayı bırakıyorum...