DENEME

Salih Aydemir  







   monotonik mektuplar

       yanıtı gecikmiş mektupların
       anlaşılmayan ânlarına

      yüzünde aşk taşıyan kaç insan var, kaç an... sen aşk taşıyorsun, unuttun mu yüzünü... kırıldın mı yoksa; hayır yorgunsun... seni unuttum içimde: sen de beni unut... aşk için yalan söyleyen kaç şair kaldı... şiir gibi sevişen kaç hayat...
      yanıt verilmiyor her mektuba... onu hem yazan hem de okuyan utanıyor zamana yenik düştüğü için... ölüm yorgunluğu sızıyor içime... başa dön, beni unut; vadini başka şeytanlarla doldur... bir rahibe gibi seviş, hiç durma... o kadar yalnız ve gençsin ki: gece kırılırsa sen de kırıl... neden ağladığını bile bilmiyorum... sesini duymayanlardan korkma... kuşkular ve dikkatlerle yorma içindeki “ben”i.
      şanslısın, itiraf ediyorum... yazdıklarım geceye yazılmış fısıltılardı... kandın mı... kanmamalıydın... içindeki denizden uzaklaş, bir an mırıldan; ömrüm yaşımın kaçta kaçı... büyürken ses çıkar küçülürken değil... aşk büyütür, aş beni; dilinde şarkı düşünde kış... farkındasın, değilsin belki de; sen büyüyorsun, yanıt ver neden hâlâ dündeyim, diye... soru sor neden gülümsemiyorum artık şimdiye...
      aşk seni yüzünden vurdu, anla artık ve çek eline düşen dikeni... yüzün yalnızlıktan ölmesin. bir güz yaprağısın; işit beni, hâlâ inançsızım... kendini geç aşka vur acıyı... beni unut... dön ve susss, bağırrr; kalbimde kalbini yaşadım...
      göğsümde bıraktığın geceyi dinliyorum; hayal kurma aşklar için... aşk tehlikeli... aşk, senin için güneş altı yeni bir doğum. kadehindekini iç, dolu bırakma...
      bu bir suç...
      ay yükselirken üsküdar’da kal…

      sana yalanlar söyledim, sayamam kaç olduğunu... seninle ikiz kardeşiz, ensest duygularla büyüdük belki de... büyüdüm. hazırlıklar yaptım büyüdüğüm kentlere... çocukluk uzaktı... kutsanmamıştı aşk, beni uzaklaştır, sana yakın kentler var kalbinin gözlerine bakan, dört çift göz: üsküdar, gebze...
      kadeh kaldır; günaydın üsküdar: iyi günler gebze... kırkında lara’yı göremeyeceğim. yüzüne renk katan sesle, yedi kez konuş: öpüşmenin esrikliğini yaşama. çağırana git, içinde yanıyorsan korkma benim gibi rüzgârlardan… sır değiliz gecenin karanlığında... yağmur ve kar dağıtacak yaşlı uykun...
      yaşlandıkça sevmeyi öğreneceğiz...
kanıyorsun, bir yaradan akar kan, seviyorsun... iç çekip ağlamayı bırak... yoksa zaman seni bir daha yenecek... sonra birden bire yaşlanacaksın... işte buna aşk diyeceksin... yorulmayan kalbin aşkı yok... ışıklara aldanma... ölüm acı ve tatlı; sevişmediğin hayat için başka yerlere gideceksin; ay gibi...
      hayat sessiz ve bir acıda saklı, merak ve korku; ben yıkamadım olmayan oğlumun korkaklığını; senin kızın varsa sen yık, gönlüm cüzzamlı bir martıyla soğuk denizlere dalıyor...sen git, toz gibi dağıl şeytanlara; köpük gibi kovulayım denizinizden... gün soldu, yakamdan düştü sırrını bana açmayan aşk.
      belki sonra, yağmur kış getirir ömrümüze; gözlerime bak, yaşadığımız her şey gölgede kaldı... mezarların çığlığı sevdiğini öldürenlerin mektubudur...
      aşk tekrar tekrar yaşanmaz; gözlerine bakan âşıktır: ben kalemi ömrüme sapladım; kulaklarım dilenci; göğsüne çek ve öp sabah uykudayken... aşk beni kurtarmıyor artık... aşk seni korusun... aşk seni korusun...
      benim için söyleme o ince sözcükleri; içim görünüyor ay ışığında; iki kişi ağlamasın bir mezarlıkta: yüzüm soluyor...
      içinde arzularını uyandıran yüzlere dön; sus, içine al, kanını dök başka hayatlara... yalnızca seviş sana inananlarla...

      yanıtı gecikmiş mektup 1
      27 aralık 05:18 âğıthane

      yıl geçti aradan, belki de birkaç yıl; nedense elim hiç gitmedi düzyazıya. bundan bir hafta önce bana yazdığın mektupları aradım sabaha kadar. bir hafta değil, abartmayayım; bir kısmını buldum. 6.7…. tarihli mektubundan başlayarak “şimdiki” halimle yanıtlamak istiyorum. beni önce bunun için bağışla.
      insanın kendisine söylediği yalan kendinde kalmıyor. utanmak, yüzümüzdeki renklerin açıp solması... ama bunu içe taşırsan asıl sorun içte açılıp solması... insana ders veren yerin yani kendine getiren yerin içi olduğunu anlamak için bunları da yaşamak gerekiyormuş.

      karaladım, uzun bir aradan sonra yazdıklarımı... yeniden yazmak gelmiyor içimden. yanıtı verilmeyen mektupların insana bıraktığı yük bu işte. ben bu yükü çekiyorum öncelikle. içimde hep bir yokluk taşıdım. nasıl da inandım bu yokluğa... nasıl da kandım... şimdi kendimle alay ediyorum: suçlarına delil arama, sahip çık işlediğin cinayetlere. yokluk ve yoksunluk sağ ve sol elin yüze inmiş yumruk hali... aşk bende ölmüş bir ülke... bunca yıl nasıl yaşamışım cesedimle, hâlâ şaşırıyorum. korktum, biliyorum... korktum it gibi biliyorum. hayatımı ölüme oyuncak yaptım... ağlamasını biliyorum artık... daha da önemlisi bunu anlayacak bir yaşa gelemeyişim...
      özür dilemiyorum... özür dilemek ancak şiirle olur. ama yok şu an özürlü bir şiirim, belki sonra, belki hiç yazamayacağım... sis bastırıyor karanlığıma, sana gitmeyelim, dedim. çıkmayalım yükseklere... bak nasıl da düşüyorum şimdi sıçrayarak... kan yok, düş yok, ne oldu normal gitmeyen hayatımıza... normale dönmüş bir ses çıkıyor; her şey normal; seni seviyorum; seni duymaz oluyorum... ah gecesi sabah tutmuş dinsiz ayinlerim... ah sabahı yol tutan akşamlarım... uyumuyorum, düş görmüyorum... hem görsem de neye yarayacak bilmiyorum...
      aşka kötü başladım... iyilik kötünün pasını almıyor...

      “saat 06 iki nokta sıfır 2
        hâlâ aynı gün; aynı günün cebinden yiyorum...

        aşk, bazı şeyleri düğümlüyor... bazı şeyleri de anımsatıyor... mesela ölümü...
        aşk diye bir şey yok; suç var; tutku var...
        aşk diye bir şey var; söz yok; ceza yok...
        suç var söz yok...

      “kendinde göremediğini çoğu zaman başkasında görür insan” demişsin mektubunda. evet, bilinen tekerlemelerden biri bu söz. ama yine de oturuyor insanın yörüngesine. “gereksiz riskleri sevmiyorum” diyorsun. asla da sevme. ben bu riskleri yaşadım da ne oldu! ama biz dediğin gibi aynayız birbirimize. ayna kırılırsa taş mı olacağız. olduk belki de... oldum... “senin o acımadan, duvara çarptığın kafanı, beynini seviyorum... ona da haksızlık etme olur mu?” sözünü defalarca okudum. haksızlığa uğraya uğraya insan haksızlık yapmayı öğreniyor. öğretiyorlar... rayına oturmayan ve oturmasını bilmeyen bir tren gibiyim. mektubunda yazdığın ve sevdiğini ifade ettiğin sözü yazıyorum: “bahaneler, göbek deliklerine benzer, herkeste vardır ama hiç kimseye faydası yoktur” insana dokunan özlü sözleri seçmesini de biliyorsun...

 

      01 ocak / ağıthane

      1.

      küçük adımlar atıyorum hayatıma, lekeli ellerim kasılıyor kış akşamlarında. mektupları küçümsemiyorum artık. yazdıklarına ve kendime geri dönüyorum. kapıları kapatmalıyım özgürlüğüm için. ölü nokta; sınırlar kaygan, sınırlar boş. şimdi insan nereye gitmeli içinde? artık eskisi gibi yağmur yağmıyor içime... aşka dönmek için kısa bir yıl var önümde. zavallı ben ve yüreğim...
      aptallar haklı, en azından soluk alarak yaşayabiliyorlar kendilerini... sessizlik onların içinde vaftiz edilmiş bir geçmiş yalnızca.
      mektubunu okurken; sanki her şey eski bir hikayeden ibaretmiş gibi bir düşünceye kapılıyorum. en yakın eskiden ibaret şimdi yaşadıklarımız... başlangıçla ilgili hiç bir şey hatırlamıyor insan. mektuplar biraz da bunu çağrıştırıyor bende. örtüsünü kaldırıyor boğazımdaki acı... istersen susalım yok sayalım kuralları...
      hava soğuk, her şey bir yana artık genç değilim; çabuk üşüyor, kolayca ihanet edebiliyorum hayata.

      2.

      düşünen biriyle yakın olmayı öğreniyorum; ödün vermeme huyumdan vazgeçtim. bile bile yara alıyorum artık... hiç değilse arada bir uzaklaşıyorum kendimden. birileri zaman kazanmak diyor buna, bense keman çalmak gibi bir şey diyorum. ne fark eder ki, nasıl olsa savunmasızdır aşk...
      “olmayışın büyük oluşu” olmak için değil, olmamak için yaşadığımı anlıyorum. bunca yıl kaçışlarıma neden aradım, buldum sonunda; kaçmak, terk etmek değil kaçırmakmış; kendini… kaçarken vurmak için. yolculuk ise içimizdeki o vahşi duygulara bir dönüş olabilir. kalandan kopuş...
      içimizdeki o faşist katılaşmalara bir kez daha dönüş yaşanacak; derisini öldürmeyen yılan yaşayamayacak... aynı nedenlerden dolayı ayrı kopuşlar yaşadık... bunun neresi kötü ki!.. 
      düşünen biriyle düşman olmayı öğreniyorum; eski zincirlerimden kurtulup yeni zincirler bulmak için bir çaba harcamıyorum. dönülmeyen ve bağışlanmayan geçmişe ben ”şimdi” diyorum. nervous system; “susmanın sistemi” diyorum buna. tuhaflığın ve yeniden başlamanın son hali...
      kendimi aldattım, tek hain benim; sınırın ucundaki sapakta durmakla hata yaptım; şimdi kaldığım yerden devam ediyorum: bu benim işte; bu sensin; gizlilik içinde büyüyorum; buyruklara karşı çıkmış aşk yüzünü kaybetti.
    aşk, düşün ve gücün sefaleti; ruhun ince sempatizanı...

      3.

      gecikmiş her mektup boş bir zarfı çağrıştırır... uzaklığın reçetesine mektup diyorum...
      uzaklık sıfır; gel yeniden sevişelim / içimde gümüş bir cehennem, sınırlar acılı... gecikmiş her mektup ödenmesi zor bir borç... kısa süreli bir dokunuş... yüzüm kirli ve eski... tenine dokundukça yaşamayı bırakıyorum...


dizin    üst    geri    ileri  

 



  6  

 SÜJE  /  Salih Aydemir  /  yirmi yedi mart iki bin on dört     3