"Kadir Mevla'm senden bir dileğim var.
Beni muhannete muhtaç eyleme
Yedi deryalara gark eyle beni
Yine muhannete muhtaç eyleme"
Erzincan Türküsü
Derleyenler: Fidan Engin-Turan Engin
Burnuna kadar boka, işgale, yolsuzluğa, piyasaya ve cehalete batmış koca
dünyanın herhangi bir büyük şehrinde/şehirlerinde kara kışın ortasında,
gariban insanlığa sabah olsun diye güneş bir kez daha doğuyor.
I.TERZİLER
Kara ya da cemiyette bilinen adıyla Kara Prens, hiç alışık olmadığı bir
sessizliğe, dinginliğe ve huzura uyandı. Şaşırdı, ama uzun süredir
unuttuğu bu duyguları şaşırmayı sürdürmek yerine kendini bu duygulara
bıraktı. Ne kadarcık süreceğini bilmediği bu duyguların keyifli
yastığından başını kaldırmadan boş boş tavanı seyretmeye koyuldu. O
uyanınca, gecenin hangi zamanı olursa olsun ne yapıp edip, kendi
yataklarını bırakıp onun yanına gelen ve orada uyumayı alışkanlık haline
getiren Yin ve Yan da uyandı. Mırıltıları onu rahat bırakmadı. Usulca
uzanıp bir birinin bir diğerinin gıdısını okşadı. Onlar da başlarını
uzatıp kendilerini bu sıcak ve şefkatli ellerin okşamalarına bıraktı. Her
ikisinin de göz kapaklarının üzerinden öpüp, kalktı. Onlar da arkasından
seğirtti.
Kara, pencereye gidip, kalın kadife perdeleri hızla çekince sabahın güçlü
ışığı bütün parıltısıyla gözlerini kamaştırdı. Sonradan algıladığı
sessizlik de kulaklarını.
Bütün gece yağan kar tüm sesleri tüm girinti ve çıkıntıları, tüm
pespayelikleri kapatmış, duru, temiz, sessiz ve asil bir şehir manzarası
çıkarmıştı ortaya. Şehir eskisi gibi olmuştu sanki. Sanki hiç
bozulmamıştı… Geceki tipi bitmiş, yağış tükenmiş, bulutlar dağılmıştı.
Güneş sıcaklığıyla olmasa da ışığıyla yazdan kalma bir cömertlikle
kendini ortalığa sermiş, beyazlığın üzerine parladıkça parlıyordu. Karşı
kıyılardaki evlerle neredeyse insanlar bile görülecek gibiydi. Hani bir
çocuk kahkahası, bir güzel şarkı karşılardan kopup insanın kulağına
ulaşacak gibiydi. Güneş özlendiğinin farkındaydı sanki. İnsancıkların
içleri açılsın diye bereketli ışığını yaydıkça yayıyordu.
Geceden yolları tuzlamışlar ancak hiç kimse, trafiğe ilk çıkan olmak
istemediğinden ve afili arabaları çizilir korkusundan olsa gerek, yollar
sessiz, bomboş ve tertemizdi. Kara; uyanışındaki hoşluğun nedeni anladı.
Öyle uzun bir zamandır böyle rahat, kendini bırakan, dünyaya güvenen bir
duygu hissetmemiş ki gözleri nemlendi. Ruhu yıkanmış gibi oldu.
Ne güzel bir gün bugün. Ne güzel bir gün.
Kara bir şarkı tutturarak yatağın yanındaki pofuduk terlikleri ayağına
geçirip odadan çıktı. Yin'le Yan da ardından. O daha kapıya varmadan
yetiştiler.
Mutfak boştu. Pia uyanmamış ya da dönmemişti her halde? Rastlamamıştı ama
olur ya, uyuyup kalmış olsun? Olsun be… Uykusunu alsın, dinlensin.
Erkenden kalkıp vurmasın kendini gündelik hayata. Ne erkencisi? Bazen hiç
uyumadığını bile düşündürürdü. Ne zaman kalksalar, ayakta. Üstat sorar
bazen; “Ayol ne vakıt dinlenir bu? Ne vakıt uyur?”
Yin ve Yan’ın mamasını önlerine, çay suyunu ocağa koyup odasına duş
almaya döndü. Yıllardır olmadığı kadar dolgun bir neşeyle duş aldı. Ve
neşesine hayret etti. Akşam, o kadar ağlayan kendisi değil miydi? O kadar
kendisinden tiksinen? O kadar, “Ben bu adamla ne yapıyorum?” diye soran.
Bir kez daha Şahin’e onu bırakıp gitti diye içerleyip içerleyip
kederlenen? Bugün gelecek belayı ise hiç saymıyordu. İçindeki coşkuya
şaşırdı da şaşırdı… O coşkunun özeniyle tıraş oldu. Kremlerini sürdü.
Kokulandı. Bornozunu giyinip, su kaynamışsa çayı demlemek için mutfağa
yöneldi. Mis gibi demlenmiş çayın kokusu ile tabak çanak sesi karşıladı
onu. Pia derin bir huzur içinde sofrayı hazırlıyordu. Kendini tümüyle
yaptığı işe vermişti. Kara’nın kapıdaki varlığını hissetti birden.
"Günaydın" dedi. "Günaydın. Ben hazırlardım kahvaltıyı. Neden kendini
yordun. Yin ve Yan kuyruklarını sallayarak mamalarını bitirmiş, boşalmış
kâseleriyle oyalanıyordu.
Pia, gece dışarı hiç çıkmamış gibi tazeydi yine? Çıkmıştı oysa. Hem de
oldukça geç bir vakit. Kara tam eve dönmüş kimseye görünmemeye,
perişanlığını kimseye göstermemeye çalışırken, elinde kaçıncı olduğunu
bilmediği kahve fincanı ile kendisini bekleyen Üstat’a yakalanmış, onun,
hepsi adına hissettiği endişelerine, yarından korkusuna ortak olmuştu.
Saat beşe yaklaşmışken ve tam onlar yatarken çıkmıştı sokaklara Pia.
Düşündü de, Pia'nın çıkmadığı bir geceyi hatırlamadı. Hiçbir geceyi.
Sabah yedi gibi de dönmüş olmalıydı eve. Ama nasıl oluyorsa her zamanki
gibiydi, çevik, enerjik.
Kapıya dayanıp Pia’nın masa hazırlamasındaki zarafetini, atak, sağlıklı
bedenini özenerek izledi. Ne de olsa gençlik vardı. "Garip kuş" diye
düşündü. Üstad’la bir gece gezmesinden dönerken rastlamışlardı. Dövülmüş,
kaldırımda bir çöp bidonunun yanına atılmıştı. Arabayı durdurup şoföre
bakmasını söylemişlerdi. Üstat’ın tüm uyarılarına karşın kendisi de inmiş
bakmıştı. Yaralı gencin kanlı yüzünde kendinden bir şeyler görmüştü.
Kâbuslarından, sahte kahkahalarla bastırılmaya alışılmış kederinden, ne
yaparsa yapsın bir türlü kurtulamadığı itilmişliğinden bir şey vardı bu
çocuğun yüzünde. O Avrupa şehrinde yaşadıklarından. Acemice alınmış
kaşlarından. Hormonlara oynanmış vücudundan. Acımış, korka korka arabaya
taşıtıp eve getirmişlerdi. Uzun süre kimse ona, "git" demeyi aklına
getirmemişti. O da gitmemişti. Belki oturulsa, düşünülse; " Ne işi vardı
huyunu suyunu, soyunu sopunu bilmedikleri birinin evlerinde?" O döneme
denk gelen defile yoğunluğundan bu tür sorgulamaları atlamışlar, pek de
iyi olmuştu. Üniversite için gelmişti bu şehre. Üniversite ve kabalıklara
karışıp kaybolmanın özgürlüğü için.
Köşkün bir alt katında kalıyordu Pia. Büroların olduğu yerde değil de
öbür kanatta, yardımcılara ayrılmış bölmede bir oda düzenlemişti kendine.
Bir de görev edinmişti kendince. Atölyelere, mağazaya, şuna buna hiç
karışmıyor ama kendini evin ahalisinden sayıyordu. Bu her ikisini de
tarifleyemedikleri işler açısından oldukça rahatlatıyordu. Evde ne iş
bulursa yapıyordu. Ne iş istense hemen koşuyordu. Bazen Hanife'den çok
daha fazla işi kotardığı oluyordu. Ama asla cemiyet hayatlarına
sokulmuyordu. Gelene gidene bulaşmıyordu. Bu arada her yıl dereceye
gidiyordu okulda. Edebiyat Fakültesinde okuyordu. Sıkı Nazımcıydı, Attila
İlhancıydı. Her şeylerini biliyorlardı da bir tek gecelerine
karıştırmıyordu Pia. Nereye gittiğine, kimlerle takıldığına
karıştırmıyordu kimseyi.
Pia, portakalı sıkıp suyunu bir koca bardağa boşaltıp burnunun ucuna;
‘Prensim’ diye uzattığında, Kara, kapı önünde dikili halde durduğunu
ayrımsadı. Bardağı minnetle alıp bir dikişte bitirdi. Dudaklarını yaladı.
Bir bardak da Üstat’a hazırlanmıştı tabi ki. Pia bardağı dantel örtüyle
süslediği kristal tabağa dikkatlice yerleştirdi ve kararını bildirmesi
için gözlerini Kara’nın yüzüne dikti.
-Ben götüreceğim. Biraz sıkıntılıyız.
Ağır adımlarla uzun koridoru geçti. Ne iyi yapmışlardı da üst katın
bölmelerini kaldırtıp geniş bir daire haline getirmişlerdi. Her yandan
ışık alan, ferah bir ev yaratmışlardı. Çok seviyordu ikisi de burayı.
İstediğin kadar birliktesin istediğin kadar bağımsız, istediğin kadar
yaratıcısın, münzevisin istediğin kadar sosyal.
Kapıyı duyulur duyulmaz bir nezaketle tıklattı. Ses gelmeyince usulca
açıp, süzüldü. Her zamanki gibi gül kokuluydu oda. Boydan boya geçti,
geniş, her yanı tüllerle kapalı yatağın başına geldi. Uyanmamıştı daha.
Tüllerin gerisindeki yüzü öyle genç görünüyordu ki, içi sızladı. Tıraşını
akşamdan olup yatıyordu da ondan. Kimse, ev işlerine gelen Hanife bile
onu bakımsız görsün istemiyordu. Cildi kuruyup kalacaktı böyle giderse.
Onu hiç kimse sakallı görmemişti şimdiye kadar. Elindekinin ses
çıkmamasına ve portakal suyunun çalkalanmamasına çaba göstererek bardağı
komodinin üzerine bıraktı. Bir kez daha ve bu kez dikkatlice Üstat’ın
yüzüne baktı. Yüzüne bakınca uyanırdı.
Uyandı. Gözlerini açtı kapattı, yeniden açtı. Gülümsemeye çalıştı.
"Günaydın."
"Günaydın."
"Geç mi kaldım? Kalkayım mı hemen?"
"Kalmadık kalmadık. Ama dışarıyı görmek gerek"
"Ne olmuş dışarıda?"
"Endişelenme. Müthiş, güzel, aydınlık bir kar var."
"Birden korktum. Biliyorsun işte."
Yatakta hafifçe doğruldu. Yastığını dikleştirip sırtını dayadı. Yatağın
kenarına, yanına oturmasını işaret etti. Bardağı eline aldı. Yudum yudum
içti.
"Kesin gelecekler miymiş bugün?"
"Gelecekler. Randevuyu on bire almışlar. "
"Keşke on bir buçuğa başka bir toplantı ya da randevu olsaydı."
"Yaptım bile. Hiç direnme şansları yok. Meşguliyetimiz çok, takdir
edecekler ve anlayışla defolup gidecekler."
"İnanırlar mı acaba?"
"Ne yapayım ayol. Tam defile öncesi el alemin hortumcusunun görgüsüz
karısıyla uğraşamam şimdi. Vekilse vekil kocası. Allah değiller ya
bunlar?"
"Ne yapıp edip beğeneceği bir kıyafet uydurup göndermeli. Yoksa uğraşır
bunlar insanla. Bak Şengül’ün kocasını nasıl mahvettiler. Adam sadece
onlardan değil diye tüm mal varlığına el koydurdular. Ben ömrümce burayı
kurmaya uğraştım. Seksen yaşındayım Kara. Emeğime el koyarlarsa ne
yaparım? Mutlaka memnun gitmeli. Ne olur elimizden geleni yapalım. "
"Tamam da, yağ tulumu gibi ayol. Ne uydurulur ki ona? Televizyonlarda
görmüyor musun kalasın teki. Vücudu orantısız. Ama korkunun ecele faydası
yok. Bugünü bir şekilde atlatacağız"
“Atatacak mıyız?
Kara sabahki neşesinin verdiği güvenle;“Atlatacağız, atlatacağız. Bak
nasıl çözeceğim, dinle..”
Yerin kulağı varmış gibi fısıldaşa fısıldaşa konuştular.
Pia vaktin geldiğini bildirmek için kapıyı tıklattı. Üstat da kalktı
yatağından. Pia'nın beğenmeyip yeniden jilet gibi ütülediği gömleği, yine
Pia'nın ısrarlı yardımıyla giyindi. Hep birlikte günlük gazetelere, o gün
çıkan haftalık magazin dergilerine göz gezdirerek kahvaltılarını ettiler.
Vitamin haplarını yuttular. Ve atölye katına inmeden önce, sevimsiz
müşterinin ziyaretinden oluşan gerilmeden kurtulmak için asansörle
doğrudan kış bahçesine indiler.
….
II. KUAFÖR
Selo, Çelik Han'a ulaşabildiğinde çenesi birbirine vuruyordu. Beşinci
katın, 53 numaralı dairesinin, üzerinde; yıpranmış, boyaları dökülmüş
"Bonjur Kuaför" yazılı tabelalı kapısını açarken soğuktan elleri
titriyordu.
Girer girmez kombiyi yakacak, ocağa çaydanlığı koyacak, radyoyu açacak,
şöyle civelek bir şarkı ya da türkü bulacak öyle aralayacaktı perdeleri.
Perdeyi açık görenler, o daha kendini hazır hissetmeden, çalışanlar
gelmeden, dalıp; "fön" "fön" "fön" diye başına üşüşür üç kuruşluk ömrünün
üç kuruşluk bir zamanını kendine çok görürlerdi. “Yok arkadaş! Hazır
olmadan, kendine gelmeden, ısınmadan dükkânı açmayacaktı. İçi titremişti
vallahi.”
Birinci kalfası olacak Hale mikrobu kaçtığından bu yana neredeyse on beş
gün olmuş, bu on beş gün içinde her gün dükkânı açıp kapatmak kendisine
düşmüştü.
Şimdiki zamanda İnsanlara güvenilmiyordu ki. Hangi kalfaya, çırağa
güvenir de dükkân anahtarı teslim edebilirdin bu devirde? Şöyle
akrabalardan arkadaş, ahbap, dost çevrelerden sağlam birini bulamazsa işi
yaştı. Hale'nin yerine aldığı manikürcü kızı gözü bir türlü tutmuyordu.
Fazla ciddiydi. İnanamadığı bir ciddiyeti vardı kızın. Bir anlamda
soğukluk. Nasıl soğuk soğuk bakıyordu her şeye. Küçümser gibi. Müşteri
işin iyiliği kadar güler yüze de bakardı bu sektörde. Bu geldiğinden
beri, tırnaklarından memnun, ruhlarından sıkıntılı çıkıyorlardı
dükkândan. Kaçıracaktı "ca’nım müşterisini" dükkânın. Bir de meraklıydı
taze. Her şeyi inceliyor her lafı dinliyordu. Olmazdı ki. Vallahi
dükkânın bereketini kaçıracaktı bu haliyle.
Çay demlendi, dükkân ısınmasa da soğuğu bir parça kırıldı, çıraklardan en
çaylak olanı geldi, perdeler açıldı, radyo şarkıları bitirip haberlere
geçti.
Selo çayını alıp pencerenin kenarındaki sandalyeye yerleşti. Cama,
dışarıdan görülsün diye; renkli boya kalemleriyle yazıp yapıştırdıkları;
"BÖYLE KAMPANYA GÖRMEDİNİZ. FÖN 1.5 TL- KESİM 3 TL- BOYA 20TL" yazılı
kocaman kartonun kenarından caddeyi seyretmeye başladı.
Belediye yolları tuzlamıştı da kaldırımları öksüz bırakmıştı. Tek başına
bir temizlik işçisi kalabalığa karşın dirençle, azimle, karşıki kaldırımı
süpürmeye, temizlemeye çabalıyor, gelen gidenden bir türlü beceremiyordu.
Yollar da kaldırımlar da epey kalabalıklaşmıştı. Caddelerde, sokaklarda
arabalar, otobüsler, dolmuşlar, taksiler, duraklarda, geçitlerde, vitrin
önlerinde ise; insanlar, insanlar, insanlar.
Selo çayından aldığı her yudumda biraz daha rahatlamış, caddede olanları
seyretmeye dalmıştı.
"Ne çok insan var."
"Efendim abi, duyamadım."
"Sana demedim oğlum. Kendi kendime söyleniyorum işte."
Selo’nun gözü karşı kaldırıma, temizlik işçisinin çevresinde kartopu
oynayıp trafiğe aldırmayan çocuklara takıldı. Ne çok çocuk var bu
şehirde. Sadece bu handa, neredeyse beş tane dershane vardı. Bir de
çıraklar. Çırak çocuklar. Çocukların çoğu tabi ki buralarda olacaktı.
"Abi çayını tazeleyeyim mi?"
"Tazele oğlum. Tazele. Bir de sigara ver çekmeceden. Kimse gelmeden
şurada bir keyif yapayım"
Harbiden içi ısınmıştı Selo'nun. İçini en çok ısıtan da camların
buharlanmış olmasıydı. Dışarıdaki ısı bir hayli düşük olmalıydı ki camlar
buğulanmıştı. Bu buhar da ona, içinde, derinde bir yerine sıcak bir
mekânda olduğunu yüksek sesle söylüyordu. Selo için bu önemliydi.
Çocukluktan gençliğe geçme çağında, ara ara asiliği tutmuş, babasıyla her
ters düştüğünde kapıyı çarpıp çarpıp çıkmıştı. Sokaklarda ekmeksiz,
damsız kaldığı çok olmuştu Selo'nun. Açlığı, soğuğu, dayağı iyi
tanımıştı. Az dövmezdi babası. Rahmetli asabi adamdı. Eskilere daldı
gitti. Küçük kalfasının ve bir eski, erkenci müşterinin geldiğini,
koltuğa kurulduğunu, föne başlandığını fark etmedi. Çaylak çırak geldi.
Boşalan bardağını alıp çay doldurdu, getirdi fark etmedi. Toz alındı,
yerler paspaslandı hiç fark etmedi. Ne zamanki şekeri atılmamış çayı
ağzına aldı o zaman uyandı.
Önünde oturduğu camın dışarıyı görebileceği kadar bir bölümünün buharını
sildirdi. Perdeleri iyice kenara ittirdi. Koca kartondan arta kalan o
küçücük bölümden dışarıyı izlemeyi sürdürdü. Bu arada diğer çırakla
manikürcü geldi. Manikürcü; kardan, otobüslerin kalabalığından, evin
uzaklığından şikâyet etti durdu. Hiç yüz vermedi, dinlemedi, ilgilenmedi.
Usul usul çayını içti.
Yılbaşı geliyordu. “Camları da dükkânı da biraz süslemeli” diye düşündü.
Süsleme zengin bir görüntü veriyordu dükkâna. Hiç soğuk görmemiş, hiç
kira ödeme sorunu olmamış, hiç telefonu kesilmemiş, hiç kavga çıkmamış
bir görüntü. Müşteriler dükkânı zengin ve huzurlu gördükleri gibi oraya
gelmekle kendilerini de zengin ve mutlu hissediyorlardı o zamanlar. Şöyle
pırıltılı ışıltılı bir şeyler aldırmalıydı haftaya. Herkesten önce
davranmalıydı.
Selo yılbaşlarına, süslere, parıltılı düşlere dalmış gitmişken telefon
çaldı. Hiç üzerine alınmadı. Baksınlardı. Küçük kalfa koşarak gidip açtı.
Konuştu, kapattı ve bıyık altından güle güle geldi.
"Selma hanım aradı abi, öğlen bir gibi gelecekmiş, seni istiyormuş."
"Hangi Selma'ymış bu?"
"Vekalet sekreteri olan var ya abi, hani telefonu açıp da; ‘Ben Selma
Hanım’ diyen!"
Selo huzursuzlukla kıpırdadı; "Haspam niye aramış ki? Randevuyla mı
çalışıyoruz biz? Gelir, sıra yoksa, neyini yaptıracaksa yaptırır, gider.
Ne oluyor yahu bunlara, kendilerine göre moda yaratıyorlar. "
Kalfa ciddileşerek; " Vekalet sekreteri ya, protokol yapıyor işte!"
Selo içini çekti;
"Biz ne vekil karıları, kızları, sekreterleri gördük oğlum. Görgüsüz
bunlar. Senin dayın olmasa vekâletin kapısından içeri sokarlar mı seni?
Odacı bile yapmazlar ama gün onların günü işte. Bir de iyilik meleği
geçiniyor haspam. Kendi ceplerini doldurup duruyor bunlar."
"Doluyuz mu deseydim abi?"
"Yok be oğlum. Germe şimdi ortamı. Gelir üfürür üfürür, ben de inanmış
gibi yaparım çeker gider. Üstümüze sıçratmayalım.“
Yanlarında dikilip onları dinleyen çaylak çırağa döndü;
“Hadi sen bana bir çay daha doldur. Annenin gönderdiği yufkadan duruyorsa
biraz da ondan çıkar, mutfağa güzel bir sofra kur bakayım. Hadi oğlum!"
Çaylak çırak koşarak mutfağa gitti. Mutfaktaki küçük masaya; kalfanın
çıkınından kuru biber kavurması, manikürcünün çıkınından zeytinle
haşlanmış yumurta, dolaptan çökelek ve dünden kama yufka konuldu. Bu
çilingir sofrasına alelacele oturdular. Saçının fönü bitmiş, gitmeye
hazırlanan müşteriyi de aralarına alıp karınlarını doyurdular, alelacele
topladılar.
Saat sekizde hem tembel hem de mesaiye yetişme telaşındaki müşteriler
birden sökün etti. Dükkân birden doldu. Ortalığı fön makinelerinin
horultusu kapladı. Ama hepsi ucuz föne gelmemişti müşterilerin. Kesme,
balyaj, boya gibi talepler de vardı. Para getiren işler. Dükkâna hareket
ve bereket geldi. Selo uzun süredir bekledikleri bu bereketin, yeni
başlayan manikürcü kızdan değil de Selma'nın gelmesiyle uçup gideceğinden
korkup, onun bugün gelmemesi için dua etti.
…
III. NE TERZİ NE KUAFÖR –
HEM TERZİ HEM KUAFÖR
Naciye perdeleri açıp da her yanı diz boyu kar altında görünce ilk kez bu
denli umutsuzca korktu. Ve belki çocukluğu dışında ömründe ilk kez, güne
başlamanın ilk eylemi olarak pencereleri açıp güneşi selamlamadı, evi
havalandırmadı. Bu kış böyle çetin geçerse odunu kömürü nasıl
dayandıracaktı ki?
“Gözün kör olsun Arif. Cayır cayır yan inşallah cehennem ateşlerinde.
Sürüm sürüm sürün. Ne vardı da kendi kendine küsüp de köye, ananın
dizinin dibine kaçacak? Çocukları babamın evinden mi getirdim ben? Ne
olacak bu bebeler? Ne yiyip ne içecekler? Ne giyecekler? Okula nasıl
gidecekler? Nasıl büyüyecekler?”
Yaz olunca gelirdi kös kös. Zora dayanamazdı Arif Efendi. Gelince eve
almayacaktı bu sefer. Bu sefer kati kararlıydı. Bu kaçıncıydı onu yarı
yolda bırakışı? Bu kaçıncıydı böyle yalnız, kimsesiz bırakışı. Koca
olarak da istemiyordu artık onu, çocuklarının babası olarak da. Kederlice
iç geçirdi.
Çocukların babası, köşedeki tuhafiyeci gibi biri olsa ne olurdu yani.
Emre Bey gibi. Her gittiklerinde nasıl ilgileniyordu çocukların her
biriyle. Kâğıtlı şekerlerden tutuyordu, okula gidenlere, Hasibe ile
Kerem’e, kendi kullandığı kalemlerden veriyordu. Ebru’ya renkli renkli
tokalar hediye ediyordu. Aldığı bir parça ipliğe, bir parça beze indirim
yapıyordu. Ucuzundan veriyordu her şeyi. Aradığı bir düğmeyi, bir ipliği
bulmak için tüm kutuları indiriyor, tek tek bakıyordu. Tüm dükkânı önüne
döküyordu. Bulunmazsa toptancısından sorduruyordu. Mal gelince haber
yolluyordu Emre Bey... Emre. Eğer Emre olsaydı çocukların babası, şimdi
böyle çaresiz bekler miydi uyuyan sabilerin başında? Ne yapacağını bilmez
bir halde, boşluğu bakar gibi bakar mıydı masumların yüzüne. Emre her
şeyi hallederdi. Naciye'nin dert edecek tasalanacak hiçbir şeyi olmazdı
ki bu fani dünyada. Kimseden korkmazdı. Çekinmezdi. Böyle susup susup
oturmazdı.
Akşam tutuşturduğu soba, daha geceden sönmüş, ev buz gibi olmuştu.
Sobayı, çevresine dizip kuruttuğu odunları atıp yeniden tutuştursa, oda
beş dakikaya kalmaz ısınırdı da yarın öbür gün ne yakarlardı? Yakmasa
çocuklar nasıl kalkıp okula gideceklerdi? Okuldan, o uzun yoldan üşümüş,
donmuş geldiklerinde nasıl ısıtacaktı, ıslanmış giysilerini nerede
kurutacaktı? Daha bunları düşünürken kolu kanadı kırıldı. Olduğu yerde
kalakaldı. Gecekondunun penceresinden karşıki dağlara, dağların karına,
dumanı tüten bacalara baktı baktı…
"Bugün de gitmeyiversinler."
Dilinin ucuna gelen bu tümceyi dedi ve içi ansızın ferahladı.
Oğlu, çalıştığı marketten kocaman karton kutulardan getirmişti komşusu
Mahinur'a. Öyle çok getirmişti ki, Mahinur bir kısmını Naciye’nin
oturduğu gecekondunun bahçesine koymuş, ‘Lazım olursa al, kullan, helal
olsun’ demişti Naciye'ye. Bahçede öylece duruyorlardı. Kar altında
olsalar, ıslanmış olsalar da, yanınca nasıl olsa kururlardı. Bir iki
tanesini alır parçalar birkaç kâğıtla tutuşturursa yanardı. Bir çay
demler, çocukları yataklarından çıkarmadan içirirdi. Bir de televizyonu
odalarına taşıdı mı, değmeyin keyiflerine. Derslerini de evde yapsınlardı
bugün. Öğleden sonra bir koşu gider Gamze'nin çocuklarından alırdı ev
ödevlerini. Önce şu sobayı bir yakmalıydı. Ya da ondan önce küçük tüpü
odaya getirip çayı da üzerine koyardı. Hem oda ısınır hem de çayları
kaynardı çocuklarının. Çözüm bulmanın gücüyle, sırtına bir hırka bile
amadan, hemen bahçeye koştu, mukavvaları topladı, kucakladı, eve soktu.
Kartonlar, ilk tutuşturduğunda sobayı biraz tüttürdü ama sonradan alev
aldığında ortalığı çabucak ısıttı. Küçük tüpte çay kaynadı.
Aslında odun da kömür de bu yıl bol bol yeterdi Naciye'ye. İdareli
kadındı. Hem de nasıl? Ama bir gece gelip, odunun da kömürün de çoğunu
götürmüşlerdi birileri. Naciye götürenleri az çok biliyordu da sesini
çıkarmıyordu. Susuyordu. Allah'tan da korkmuyorlardı. O kadar yardım
alıyorlar, evlerine o kadar paket geliyor ama gözleri doymuyordu bir
türlü. Naciye'yi kimse görmüyor, ama zebellah gibi oğulları ortalıkta
dolanırken, Döne Kadına her makamdan yardım yağıyordu sanki. Döne Kadın
Vekâletteki o adama sırtını dayamış kibirle dolaşıyordu ortalıkta.
Gidiyor; mahallede, ilçede kim var kim yok, anlatıyordu her şeyi. Kim
onlardan kim değil, kim aleyhlerinde konuşuyor kim hangi kanalı izliyor,
bir bir aktarıyordu. Onlar da onu görüyorlardı tabii ki. Bu Döne'nin,
zavallı Huriye Ninenin yardımını bile kendine aldığını söyleniyordu
mahallede. Naciye onlara özenmezken onlar Naciye’nin üç kuruşluk
yardımına göz dikiyor, odununu çalıyorlardı. Allahın sopası yoktu ki
şöyle okkalıca tepelerine indirsin. Kapının vuruluşuyla sıçradı. Sanki o
uğursuz oğlanlar kapıya dayanmış gibi korkuyla ürperdi.
"Naciye Abla kız."
"Ay ödümü kopardın Aysel. Gel, gel. Çabuk gir, ev soğumasın."
"Abla ne sıcağı be, senin ev dışarıdan soğuk ."
" Yattığımız oda sıcak, oraya girelim."
Kısa konçlu çorabının üzerine yün örgü patiklerinin giyinip onun da
üzerine yazlık terliklerini geçirip gelen Aysel, terlikleri kapıda
fırlatıp, atıp, elindeki iki poşetle hızla içeri daldı.
Odaya girdiler. Üç çocuğun üçü de yatakta. Başlarında ve ellerinde
Naciye'nin kendisine getirilmiş eskilerden kesip biçip, süsleyerek
diktiği, komşular arasında meşhur olmuş ev bereleri ve ev eldivenleriyle
yataktalar. Aysel; çocukların, içine zeytin konup sandviç şekline
dönüştürülmüş ekmekleri ellerinde, önlerindeki tepsiye her zamankinden
biraz daha sıcak koyulmuş, paşa çaylarıyla neşe içinde kahvaltı
ettiklerini görünce;
" Abla be ne güzel olmuş böyle bunlar be?"
"Aslında okula gitseler orada daha çok ısınıyorlar ama geldikten sonra
zor oluyor. Baktım bu karda kışta dönüşleri çok zahmetli olacak, ayakları
ıslanacak, yollamadım."
Aysel; "İyi yapmışsın. İyi yapmışsın be abla.” diyerek katıldı ortamın
neşesine. Nazlı nazlı, “Ben de bunlarla çay isterim” diye ekledi. Ama
tümcesini tamamlamadan sesi tereddütlü bir tona dönüştü; “İsterim, çok
isterim de, benim işim de biraz şey be abla!"
"Hayrola?"
Aysel fısıltılı;
"Ağda da yaptırırım diye gelmiştim ben kız?"
"Bacaksa bir şey olmaz gülüm. Bazen ben de yanlarında yapıyorum, ne
yapalım?"
"Bacak değil kız!"
"Mutfağın arada yaparız o zaman. Ocağın üzerine çaydanlığı koyarım, hem
ara sıcak olur hem su ısınır, sıcak suyla da dökünürsün, çıkarsın."
Aysel elinde kalan poşetten bazı elbiseler çıkarıp Naciye'ye uzattı.
"Bunları benimkinin karısı göndermiş, bana göre düzeltebilirsen düzelt
yoksa hepsi senin olsun?"
"Bakarız, uydururuz bir şeyler."
Aysel işinin çözüleceğinin verdiği keyifle, dalgacı; "Bir ev başlığıyla
bir ev eldiveni de bana dikersin kız abla."
"Dalga geçme kız Aysel. Senin de evin soğuk olsa sen neler yaparsın
bilmem?"
"Sıcak da oluyor da ne oluyor sanki?"
"Karıştırma onları, boşver. ‘Kader’ de ‘talih’ de. Bir şey de işte."
"Kader dedin de aklıma geldi. Döne düşmüş de ayağını kırmış kız. Hem de
iki yerinden. Oh olsun cadıya"
"Daha beter olsun lanet kadın!"
"Beter olsun kız abla!"
Aysel diğer poşeti de açtı. İçinden bulgur, şehriye, margarin, bisküvi
ile üç dört portakal, iki elma, birkaç sap pırasa ile iki kiloya yakın
patates, üç tane çikolata ve bir tane sakız paketi çıkardı.
Naciye minnetle gülümsedi.
"Çıkarma şimdi bunları. Yeni kahvaltı ettiler. Öğlene pişirir hep
birlikte yeriz."
Çocukları odada, televizyon karşısında bırakıp çıktılar. Naciye ve
Aysel’in bir mutfağa bir banyoya bir çocukların yattığı odaya gidip
gelmesi ile oluşan koşturması başladı. Mutfakta güle konuşa ağda işini
bitirdiler. Banyoda Aysel’e sıcak su hazırladılar. Odaya gelip giysileri
incelediler. Bazılarının Aysel'in üzerindeki duruşuna baktılar. Çocuklar
Aysel'in soyunuk halini ilgiyle izledi. Aysel onları eğlendirmek için
memelerini gösterdi. Çocuklar meraklı ve utangaç kahkahalarla güldü. İki
kadın gençliklerinin tazeliği ile onlara katıldı Kahkahalar odayı
doldurdu. Aysel gaza gelip dans ile halay arasında bir oyun tutturdu.
Çocuklar yataklarından fırlayıp bu oyuna katıldılar. Üşüyeceklerinden
korkan Naciye soluk soluğa kaldıkları bu acayip dansta terlediklerini
görünce sesini yükseltti. Israrla ve arsızlıkla onu da oyuna kattılar.
Çocuklar da Aysel gibi bu acayip dansı memelerini açıkta sürdürmek
istediklerinde Naciye izin vermedi. Naciye ve Aysel çocukların her birini
bir köşede yakalayıp zorla yatağa soktu.
Genç kadınlar işlerine döndüklerinde soluk soluğa kalmışlardı.
Kumaşlardan işe yarayanları bir yana yaramayanları öbür yana ayırdılar.
Odadaki küçük tüpe makarna suyunu, mutfaktakine patates koydular. Makarna
ile ekşili patates salatasından oluşan bir güzel sofra açıp yemeklerini
yediler. Yemekten sonra çocuklar televizyon karşısında otururken onlar
kahve içip fallarına baktılar. Umutlandılar, efkârlandılar. Falları
bitmemişti ki, Gamze geldi. Kocası altı yıldan sonra ustalık kadrosuna
atanmıştı. Zil çalıp oynayacaktı neredeyse. Naciye bir kahve de ona
yaptı. Fal istemedi Gamze. Maşasıyla saçlarını bir kıvırır mıydı? Temizdi
saçları. Yıkanıp öyle gelmişti buraya.
Naciye kalkıp kendi odasından maşayı getirdi. Aysel yardım etti. Kıvır
kıvır yaptılar saçları. Aysel'in ısrarıyla kaynanasının anlayamayacağı
hafiflikte bir de makyaj. Hoplaya hoplaya gitti kızcağız. Giderken
çocukların yattığı yatağın altına üç beş kuruş koymayı ihmal etmeyerek
uçarcasına kayboldu.
O gidince iki kadın yeniden işlerine yoğunlaştılar. Aysel söktü, Naciye
kesti, teyelledi, düzenleyip dikti. İki tanesini bitirdiler. Oda da ev de
sıcacık olmuştu. Çocuklar uyuklar gibi oldular. Naciye gece uyuyamazlar
diye uyutmadı. Aysel’in getirdiği sakızdan verdi. Çikolataları daha zor
zamanlara ayırdı. Gamzenin oğlan ödevleri ve defterini getirip bıraktı.
Hasibeyle kerem ödevlerine dalmışken Ebru uyudu kaldı yanlarında. Bu
arada akşam oldu erkenden, hava karardı. Ölgün sarı ışığı yaktılar.
Haberlere baktılar. Öğlenden kalanları ısıtıp çocuklara yedirdiler.
Kendileri çayla idare ettiler. Günün dizilerine bakıp en beğendiklerini
izlediler. Vakit geç oldu. Çocuklar ne kadar direnseler de uyuyup
kaldılar.
Elbiselerden birinin daha düzeltmesi bitince Aysel kalktı. Giderken para
verecek oldu. Naciye almadı.
Naciye Aysel'i gürültü etmemeye çocukları uyarmamaya gayret ederek
geçirirdi. Karanlık sokağa dalan genç kadının arkasından gecekondunun
bahçesindeki zavallı görünümlü kömürlüğüne ürpertiyle baktı. Gece gelip
kalan odunu da götürseler yapacak bir şeyi yoktu. İçi acıdı.
N'olaydı da şu Emre, çocukların babası, onun kocası olaydı. Geceleri
korkusuz yatabileydi. Her tıkırtıya sıçramayaydı. Devletten bile olsa
yardım almayaydı. Olabilirdi. Duldu. Çocuk olmuyor diye karısı bırakıp
gitmiş de diyorlardı, kadının sevgilisi varmış da. Ne olursa olaydı.
Birazdan eli kolu dolu eve geleydi. Naciye ona yemekler pişireydi,
sofralar kuraydı. Onunla türküler söyleyeydi. Emre onun saçlarından
öpeydi. Başını omzuna dayayaydı. Uykusu uykusuna karışaydı, rüyaları
rüyasına.
Kerem’in sesiyle sıçradı; "Anne kız. Üşüdük kapıyı kapa."
Kendisi de buz kesmişti. Aceleyle kapıyı kapattı. Üstüne bir şey almadan,
çıplak ayakla kapıya gelmiş Kerem’i kucakladığı gibi doğru çocukların
odasına koşarken, ne dediğini fark etmedi bile.
"Hayat sana ne diyeyim ki?"
İŞGAL KUVVETLERİNİN 1832 SAYILI BİLDİRİSİ: İKİNCİ BİR EMRE KADAR KADIN
TERZİLERİ VE KADIN BERBERLERİNİN HER NE AD ALTINDA VE NE ŞEKİLDE OLURSA
OLSUN FAALİYET GÖSTERMELERİ YASAKLANMIŞTIR.