DRAMATİK ŞİİR

Cem Nalbant  







Aklın bilgeliğine çıkmayan kör sokak
 

Biriktim silik mermere kazınmış tarihlere
Ve çıkıyorum kapıdan
Kimi adımım korkak ve zavallı,
Kimi adımım cesur mu cesur yürüyor sonuna zamanın,
Benden sonra gelecek olanın bilgeliğinden eksiliyor ve
Düşüyorum yola...
 

Üçüncü adım
Erkendi vakit,
Telaşa yenik düşmemişti henüz diliniz,
Kendi halinde ağzınızın içinde, susuyor sesiniz
Ve konuşmaktan ve görmekten yorulmuş zihniniz,
İlk adım yataktan taşıyor, ikinci adımda yalnızlık,
Üçüncü adıma gerek bile duymuyorsunuz belki
Ama kelimede varsa gerçekte de olacaktır,
Üçüncü adım...




İki ses arasındaki gergin sessizlikten,
İki an arasındaki bekleme hissinden
gerilen varlığınızın biriktirdiği ok,
atılıyorsunuz körlüğünde hedefin,
sadece gidiyorsunuz aradaki mesafeyi
-ki mesafenin belirleyicisi olamamanın
yönünüzü seçememiş olmanın, nereye gideceğinizi
bilemiyor olmanın, hedefte sizi bekleyenin hedefi olabileceğiniz gerçeğinin
yarattığı karmaşa,
gece renginde gece ve yağmur tadında yağmur,
metaforun, imgelemin uç sınırında yaşadığınız çaresizlik,
bulunamamak istiyorsunuz, yönünüzü seçemeden
bulunabilecek olmanın kızgınlığını taşıyor, taşıyor,
dayanamıyor taşırıyorsunuz;

bir okun atıldıktan ve hedefi bulamadan önceki kırılma anı...




Bir elinizde kemik,
bir elinizde kalem,
kül zamanına ereceksiniz mevsimin,
tütününüz hala nemli.


Kahvehanenin köşe masasında,
adınızı hatırlamaya çalışarak gördüğünüz
insanlar ve duyduğunuz sesler,
bulanıklaşıyor aklınız,
zihninizde kör bir yerde sıkışan bir anı,
onu tutup çıkarmaya çalışmanın yarattığı gerginlik,
elleriniz kasım kasım kasılıyor,
zihniniz daha da bir bulanıklaşıyor siz onu zorladıkça
ve kapanıyor o anda algınız,
dışarıdan gelen bir ses yok artık, gördüğünüz
göreceğiniz bir şey de, bulanık bile değil artık,
yok...
ve anının bulanık gerçekliği
yavaş yavaş netleşiyor,
bütün görüntüsüyle zihninizde artık;






gene geceden artan bir zamana birikmişsiniz,
adım adım merkeze gidiyorsunuz,
adınızı soranlara sadece yanıt veriyorsunuz
-ki verdiğiniz yanıtın doğruluğunu düşünmüyorsunuz bile,
geçiyorsunuz kapılardan,
bir kapıdan daha,
ve bir koltuk, (ne gariptir ki bunun da rengi kırmızı)
oturuyorsunuz, çay ve kahve sıcaklığından artan
bir tütünün karasız ateşine sığınıyor,
ısınmaya çalışıyorsunuz, ayaklarınız terli...




Yol yorgunu suskunluğunuz,
gözlerinizden taşan kelimeleri
duyamıyor ve okuyamıyor kimse,
yanınıza, yakınınıza birikiyor
insanlar, yavaş yavaş,
kalabalık başınızı döndürüyor
dengenizi kaybediyor ve düşüyorsunuz,
dilinizde, damağınızda kupkuru bir tat,
her şehrin ayrı bir tadı varmış, anlıyorsunuz,
gırtlağınız acıyor yutkunmaktan, kuru kuru
yutkunulmuyor, su diliyorsunuz,
suyu suçunuza ortak ediyorsunuz…


gerisin geri dönmenin vakti mi artık,
yoksa önünüzde uzanan yola
ve zamana dair bir merak mı içinizi kemiren,
içinizi kemiren bu ileriye doğru gitme düşüncesi
sizi kemire kemire aslınızdan soyuyor,
farkına varamıyorsunuz, bir tütün meşguliyetine
ihtiyacınız var tam şu anda…






tütün ve düş…
her şeyin bittiğine inanıldığı o çelimsiz zamanda,
her şey kopmak üzereyken bağlarından,
vazgeçilmez bir yolculuk çağrısının kulaklarınızda yurt bulması,
kimsenin kusuru değil,
döndüğünüz yerlere yeniden yolcu çıkma hevesiniz,
kırmızı bir koltukta otururken ve uyurken aldığınız kararlar,
sizi o koltuktan kaldırmaya yetecek kadar hayal sunabiliyor muydu?


Her şeyi geride bırakıp, gerisin geri aynı kente dönme isteği,
aynı olmayacak kentin varlığınıza kazınmasını istediğiniz hikayesi,
kahramanı olmayı dileyeceğiniz o sımsıkı, o sımsıcak zaman dilimine
sığınma ve orada yaşama isteğinizin sizi her yerinizden bağlı olduğunuz
bir zamanda yakalaması, elleriniz, ayaklarınız, aklınız ve varlığınız
bu kadar kilit altındayken bir tek kalbinizin orada olma isteği,
yetmiyor maalesef, hareket etmeye, onu ait olduğu yere taşıyacak
bütün organlarınız kilit altında…


susun, susun artık, diliyorsunuz, dileniyorsunuz,
özürler dileniyorsunuz olmadık zamanlarda, dilenci olmanın
yerleşmek zorunda kalmış bir çingene olmanın kederi,
sizi taşıyamayacak ayaklara sahip olmanız,
sizin istemediklerinizi doğuracak elleriniz,
ve sizi sizden başka her türlü gebeliğe taşıyan varlığınız,
yaşam denilen o büyük çelişkinin en kurnaz derinliğinde
kendi kendinize yalanıyorsunuz, bir kedi gibi,
size saygı duymasını, sizi anlamasını istediğiniz her el,
aslında sizin kanınızdan besleniyor o kurnazlığın içinde,
ve sizi kurnaz sananlara inat, pençelerinizi ortaya çıkartırken
farkediyorsunuz, bütün tırnaklarınızı törpülemiştiniz çok zaman
önce…






Bir korna sesinin içinden taşıyor düşünüz
Ve eziliyor ayakları altında insanların,
farkına varıyor olmanın, gerçek zamanın içinde
kör gözünüzden öte kömür karalığında gözlerinizin
sisini okşuyor, size ait olanı alıyor, bedelini ödüyor
ve çıkıyorsunuz… merdiven yüksekliğinden düşen
bir yol boşluğuna,
adımlarınız şehri tanıyor artık…
kaybolabilecek kadar…






çıkmaz sokaklar:
çatılardan düşmüş kırık kiremit parçaları,
en son fırtınanın gözlerinize biriken artıkları,
ayaklarınızla öteliyorsunuz her parçayı
yol kenarı kaldırım diplerine.


Kaldırımdan yürüme ihtiyacı duymuyorsunuz,
çıkmaz sokaklara neden kaldırım döşendiğini düşünüyorsunuz,
sokağın sonuna giderken gördüğünüz hiç bir kapı
açılmayı öğrenememiş, sıkışmış kapılar arasında
yürüyorsunuz sokağın sonuna doğru,
ilk gördüğünüz evin pencereleri
perdelerle örtülü sıkı sıkıya,
içeri ışık sızıp sızmadığı konusunda
düşüncelerle uğraşıyorsunuz bir süre,
düşünmeden geçmenin düşünceleri içinde
ikinci eve ayılıyorsunuz, pencereleri ardına kadar
açık bu evin kapısı olmayışına şaşırıyorsunuz,
şaşkınlığınızı sokağın diğer tarafındaki ev yok ediyor,
ne kapısı var, ne penceresi, taştan bir duvar sadece,
orada duruyorsunuz bir süre, düşünmüyorsunuz,
çünkü anlayamıyorsunuz, anlayamamanın verdiği
yorgunlukla sokağın sonuna geliyorsunuz,
ne kapısı, ne penceresi, ne duvarı olan bir ev
boş ev; iki komşusunun beton ağırlığında dinlenmeyi seçmiş
boş bir ev, istediğiniz yerinden girip, istediğiniz yerinden
istediğiniz adımlarla çıkabiliyor,
istediğiniz yerinde uyuyabiliyor, istediğiniz yerinde
kanayabiliyorsunuz evin.






ismail hakkı bey sokak:
Ölümün arkasından bakan hep aynı göz,
ölümün diriliğine gebe kalan hep aynı eller,
o ellerde biriken her bir kir parçasının
ve
o gözlerden bakan her bir görüntünün sizi
ikiye böldüğü bu büyük kent
ve
yığın yığın taşan kalabalıkta bir kişinin,
sadece bir kişinin derinliğini hissetmek,
evet hala şaşırıyorsunuz hissedebiliyor olmanıza,
bu kadar kalabalıktan taşan varlığınızın
bir başka varlığın duruluğunu bu derece çabuk sindirmesine şaşırıyor,
durup dururken yaşa boğuyorsunuz o diri ellerinizi.
kan tutmaktan yorulmuş belleğiniz, kusuyorsunuz
tersine yolculuğunuzun bu zamanında...


Kendi körlüğünü, ağırlığını, pasını taşımaktan yorulmuş demir,
Ellerinizin ve sokağın yaratıcı acı terazisi,
Ölçünün neden ölçülebilir bir alana hakemlik ettiğini,
ölçülemezliğin ortasında çırılçıplak kaldığı anı,
kapkaranın bembeyazdan ayrıldığı sınır,
renklerin körlüğünü ve gözün körlüğünü,
ikisi arasında durakalan ve durukalan,
yanlış yazılan bir kelimenin hayatınızda bu kadar büyük yer kapladığına
inanamıyorsunuz, yoruyor, korkuyor
ve bütün korkuların sınırı uç yalnızlığınıza geliyor ve olduğunuz yerde
kırılıyorsunuz,
sefertası kırılıyor, kedinin rüyası bölünüyor, ismail hakkı bey sokak artık bomboş, çıkmıyor,
disiplinler arasına sıkışan simsiyah koyuluğu
ve o koyuluğun açık kapıları kırılıyor, kırık kapıların açıklığı değildi
girmek istediğiniz, giremiyorsunuz, sırtınız ter içinde
dönüp çıkıyorsunuz, boş bir ev terkedilir mi?, boş ev sizi
terkediyor.
 

dizin    üst    geri    ileri  

 



 18 

 SÜJE  /  Cem Nalbant  /  yirmi yedi mart iki bin on dört     3