ANLATI

Semih Özcan  







GULLİVER DEVLER  /  CÜCELER ÜLKESİNDE


 ‘’ SEN BUGÜN ŞANSLI GÜNÜNDE MİSİN LAN? ‘’          - Dördüncü Bölüm -

Mamak’ta duyduğum en saçma sapan söz buydu. Askerliğin başladığı yerde mantık biter derler de, Mamak’ta sadece mantık değil, bir insanın yaşamına giren tüm kavramlar bitiyordu. Bu sözü ilk duyduğumda gülme krizine girmemek için zor tuttum kendimi. Zor tuttum çünkü o ortam her türlü krize de yasak bölgeydi.

Hepimiz itiş kakış bir cemseye sıkıştırılmış durumdayız. Bir tarafında biz oturuyoruz, karşımızda da askerler. Yeni yuvamıza götürülmek üzere yola çıkarıldık. Dışarısı kar ve soğuk.Gecenin on birini geçmiş bir zamandayız. Karşımızdaki askerlerin dikkatli bakışları bir an olsun üzerimizden ayrılmıyor. Ve tümünün de ağızlarında sık sık bize bakıp bakıp söyledikleri bu söz: ‘ siz bugün şanslı gününüzde misiniz lan? ‘ Anlam veremiyor, birinin yüzüne bakıyorum aval aval. Huylanıyor. Bu kez aynı sözü senli- benli bir tonda bana yöneltiyor. Hemen başımı eğiyorum ‘git, akşam akşam belanı benden bulma’ dercesine. Ama belasını bulacak olanın onlar değil ben olduğumun da farkındayım bu arada. Bela, kaşına kaşına geliyor. Önce arabada küfürlü sataşmalar, ayaklarıyla, tüfek kabzalarıyla, dürtükleyip vurmalar. Tüm bunlar olurken, daha çok sergilenen oyuna gülmeye başlıyorsunuz acı acı…

Çünkü karşınızdaki askerin baskı bakımından hiç de sizden farklı olmadığını anlıyorsunuz. Ve her gün artan bir baskıyla, gerçekte ona yöneltilen bir soru ‘sen bugün şanslı gününde misin lan?’ O da gördüğünü size uyguluyor. Olan biten bu. Siz zorunlu bir umutsunuz aslında o askerin gözünde. Size baskı yaptıkça kendi üzerindeki baskı azalacak, sizi dövdükçe kendisi daha az dayak yiyecek. Ve öylesine bir zindana kapatılmış ki bu beyinler, sizi, başına gelen her türlü beladan baş sorumlu olarak görüyor. Dayak yiyorsa nedeni sizsiniz, aşağılanıyorsa nedeni sizsiniz, tam eğitim anında gökten bir yağmur boşansa nedeni yine sizsiniz. Sizi dünyanın en iğrenç yaratığı olarak görmeleri sağlanmış. Onun gözünde katil, terörist, bozguncu…. Her bir haltsınız. Sevgilisinden ayrılsa, bu da sizin bir hırlığınız nedeniyledir. Bu nedenle o, kendi gününün şanslı olması için, sizin yaşam şansınızı yok etmekle görevlidir.

Bir süre gittikten sonra araba, götürüleceğimiz tutuklu bloklarının yakınlarında durdu. Burası şans deneme alanımız olacaktı. Koğuşlarımıza konmadan ısınma hareketleri yaptırılacak olan alan. Muzaffer İlhan Erdost’un arabada başlayan dayak faslının ardından, öldürücü darbeyi aldığı, öldürüldüğü meydan…

Arabada bir-iki itiş kakışın dışında çok hırpalandığımız söylenemez Erhan’ı dışında. Onun bacağını kırdılar.

Aşağı inmemle kendimi yerde bulmam bir oldu. Arkadan gelen bir tekmeyle yeni yurt toprağımızı öpmüş olduk. O an ilk kez ellerimdeki sızıdan Emniyet’te bir türlü göremediğimiz karla da yakın ilişkiyi kurmuş oldum. Ayağa kaldırılıp kaldırılıp yeniden yıkılıyordum. Çevremde 5-6 asker tekmelerle, dipçiklerle ve bolca da copla vücudumun her yerine aralıksız vuruyor, bir ayakta bir yerde, karlarda yuvarlanarak hasret gideriyordum. İnen coplardan ellerimin sızısı dayanılmaz boyuta erdiğini duyumsadım en son. Sonra da acı eşiği aşıldı. Eller benim olmaktan çıktı..artık ellerimle ben birbirimize iki el gibiydik. Yarım saat sürdü bu ısınma jimnastiğimiz. Sonra nedense akıllarına 10 Emir’in ‘Öldürmeyeceksin’ bölümü geldi de, koğuşlarımıza doğru yola çıkarıldık. A bu arada unutmadan, koğuşlara giderayak başlayan bu süreçte başlarımız yere eğik. Baştan dedim ya, her bir halttan suçlusunuz. Ve tüm suçlular gibi başlarımız eğik..Mamak’a ilk geldiğimizde de tam tersiydi, bu da buranın bir başka ‘mantık arama’ kuralı.

Polis arabasından indirilip nizamiyeye ilk girişimizde hemen sokulduk hizaya. Hazır ol durumundayız. Ve ilk emir buyruldu. ‘Başlar havaya, başlar havaya!’… İlk kural bu. Karşınızdakinin yüzüne bakmak yasak, yere bakmak da yasak. Havaya bakacaksınız. Sürekli havaya bakıp, siz her türlü işlemden geçirilirken, onların size ‘aaaaa, kuşa bak’ demesini bekleyeceksiniz. Buradaki ilk göreviniz, havada uçan kuşları gözetlemek.

Ardından traş faslı başlıyor. Burada ağlamakla gülmek arasında gidip geldiğim ciddi bir trajedi yaşıyorum. Emniyette bir gün arkadaşların oyununa gelmiştim. Ve hepsine kafam müthiş atıktı. Bir gün içeriye bir berber geldi. Bir iki polisi traş etti. Sonra da bize sordular ‘traş olmak isteyen var mı?’ diye. Nedense, ‘asker traşı ‘ olmamak için ( sanki başka bir yere gidecekler) herkes kaçıyor, topu yanındakine atıyordu ‘bu olsun’ diye. Silsile böyle bana kadar geldi, benim yanımda sallayacağım kimse olmadığı için ihale bana kaldı. Önce ben de ‘ben olmam ‘ diye bas bas bağırmaya kalkıştım ama sesim biraz fazla yüksek çıkmış olacak ki yüzüme patlayan bir Osmanlı tokadıyla anca ayıldım. Ve kuzu kuzu oturdum berber koltuğuna. Önce sinirli ve öfkeliydim ama doğrusu hiç de ‘asker traşı’ değildi olduğum ve çok da keyifliydi. İşte Mamak’taki bu traş faslında arkadaşları kucaklayarak öpesim geldi. Çünkü benim saçım hiç de öyle anormal kısa olmadığı halde, yine de askerler bakıp bakıp beni es geçtiler. Diğer bütün ekibi aldılar bizim. Ama yine de üzüldüm. Az ses çıkarsalar keyif ve zevkle dinleyebilirdim belki ama, duyduğum sadece ağır işkenceden geçen insan çığlıklarıydı. Son derece kötü, eski, paslanmış bir aletle saçları kökünden koparıyorlardı. O an nedense aklıma "Hair" filmi geldi. Kural değişmiyor. Demek dünyanın her yerinde saçlar bağırttırarak/ağlattırarak gidiyor. Ben hariç.




Bu ilk görev taksimi ve zorunlu askerliğe adım atma eğitiminin ardından ‘asker adam yorulmaz’ şiarını belleklere kazımak için hep beraber ‘kafes’e tıkılıyoruz. Tek bir kişiye bile dar denebilecek kafeste hep birlikte direncinin ilk örneğini sergilememiz isteniyor. Ve öğleyin girdiğimiz kafesten akşam çıkabiliyoruz. Bu süre içinde oturmak, dinlenmek, tuvalete gitmek, su içmek yasak. Asker adam demir gibidir çünkü…susamaz da şeyi de gelmez. Dinlenmek? O zaten dünyaya yeterince dinlenmiş olarak geldi.

Copla ilk tanışmamız da kafeste başlıyor. Hiç kimse tık demeden, konuşmadan, kıpırdamadan put gibi durmak zorunda saatlerce. Ola ki bir fısıltı mı duydular ya da irkildikleri bir kıpırdanma. ‘Yapan bir adım öne çıksın!’ Çıkmıyor tabii. Öyleyse sıra dayağı. Herkesin eline birer ikişer cop. Bu uygulama sistemli bir biçimde her beş dakikada aksamaksızın sürüyor, karanlık çökene dek. Bir ara yine gülme krizlerim tutuyor, yine gülemiyorum. Bu kez onun için ayrıca coplanmak var. Ama nasıl gülmeyeyim? Akıl işte, kafada durduğu gibi durmuyor. Aklıma filmlerde gördüğümüz o kahramanlık sahneleri geldi. Hani, bu gibi durumlarda, infaz mangası başı bağırır, ‘suçlu kim? Kim yaptı. Yapan bir adım öne çıksın’ diye. İlk cılız bir adım atılır ortaya, sonra iki, üç derken.. sonra tümü de kabullenir o suçu. Güzel bir dayanışma örneği sergilenir. Kafeste de kim konuştu, konuşan bir adım öne çıksın dendiğinde de, gülme kriziyle karışık o ilk adımı atmamak için zor tuttum kendimi. Tam öne çıkacağım, ‘ulan’ diyor içimden bir ses. ‘Hiç biri çıkmaz bunların, otur oturduğun yerde.Hem salla, çıksa ne yazar. Öyle olunca ne olacak, hepiniz yiyeceksiniz copu. E şimdi de hepiniz yiyorsunuz.’ Sallıyorum.




Karanlık çöktüğünde çıkarılıyoruz kafeslerimizden Yeterince sergilendik. Uyku-suzluk doruk düzeyinde. Bir de karnımız da acıkmış durumda. Seslendiremiyoruz. ‘Asker adam’ın acıkmadığını artık biz de biliyoruz.

Biz bir an önce koğuşlarımıza gidip, bir şeyler atıştırarak dinlenmeyi düşlerken, bu kez de askeri bürokrasiye takılıyoruz. 3-5 kapı dolaştırılıp, suç sicilimiz kütüklere geçiyor.

Böylelikle gerçek suçumuzu sonunda biz de öğrenebiliyoruz.

İlk olarak bir odaya tıkılıyoruz. Karşımda sicil amiri kılıklı bir asker. Önünde açmış kara kaplı defteri, sayfamızı hazırlıyor. Adın ne, nerelisin, doğum tarihi fasıllarından sonra, geliyor can alıcı soruya. ‘Suçun?’ Bilmiyorum ki. Ama apar topar boykottan getirildiğimiz için herhalde odur diye ‘boykot’ diyorum. Yanımda bitiyor kralın soytarısı tipli bir asker. ‘Yalan söylüyor komutanım’..diyor bir yandan da dirseğiyle dürtmeyi ihmal etmeyerek. ‘Dev-Yol örgüt üyesi. ‘Ne?’ diyorum şaşkın şaşkın yüzüne bakarak. Asker sözünü tamamlıyor. ‘Dev-Yol yeniden inşa.’ Gülümsüyorum içimden. Temel atma töreninde bulunamadığımız örgütün yeniden inşasındayız. Hadi bana hayırlı işler.

Olayı sonradan algılıyorum. Hani en son emniyet ifadesinde ağzımdan çıkan her sözü olduğu gibi yazmışlar ben de rahatlıkla imzalamıştım ya…işte onu ciddiye alan yok Mamak’ta. 12 Eylülcülerden gelen buyruk üzerine size hemen bir örgüt mutlak bulunuyor. Örgütünüzü kendiniz seçerseniz sorun yok, yok seçmediyseniz bu işi de seve seve onlar yapıyor. Fazla bir seçim hakkınız da yok. 12 Eylül iki örgütten öcü gibi korkuyor. Biri Dev-Yol, biri TKP. İçeri düşen ya da düşmeyip de ciddi soruşturmalara uğrayan arkadaşlara buradan seslenmeyi bir ‘vatandaşlık görevi’ biliyorum. Ola ki, bende hiçbir örgüt bulamadılar. Ben de fişleme falan yok diyorsanız ben de kekliğinize doymayın diyorum. Mümkünatı yok. Kurcalayın. Sizde ya Dev-Yol ya da TKP yeteneğini illa ki keşfetmişlerdir. Hatta başka bir örgüt de verseniz, çoğu zaman bu ikisinden birine ayrıca giriyorsunuz. 12 Eylül ne aslanlar gördü, Dev-Yol örgüt üyesi olup da TKP Toplu Davası’ndan yargılanan.

Her türlü fişlenmenin ardından sonunda rahata kavuşacak, koğuşlarımıza gidebilecektik. Bu amaçla cemselere bindirildik. Ama yazının başında da belirttiğim gibi o malum meydanda gece sporu yapmak zorunda kaldık.

Koğuşlarımızın olduğu bloklara yaklaşırken, koğuş önlerindeki askerler yanaştı yanımıza. Geldiniz, demek, durun size önce bir hoşgeldin çayı verelim, diyorlar. ‘Ne çayı lan, manyak mısın? ‘ demeye kalmadan onu da içmek zorunda kalıyoruz. Burada verilen ikramı reddetmek ayıp. Böylelikle ‘Hoşgeldin Çayı’nın koğuş önünde yenen cop olduğunu da anlamış oluyoruz. Bir tür ayakbastı parası. Bu ülkede her hizmetin bir bedeli vardır.

Mamak’ta A,B,C ve D blokları vardı. Her blokta da 2 koğuş. A1,A2,B1,B2…böyle gidiyor. Normalde A1’den başlayarak, D2’ye dek suçun ağırlığına göre bir sıralama yapılıyor. Ama bu kural her zaman için geçerli değil. Örneğin beni C2’ye verdiler. Ama benim koğuşta yedi güvenlik görevlisini öldürmekten idamla yargılanan bir kişi de vardı. Bizden A1’e verdikleri arkadaşın Toplu Dava’dan yargılanmanın dışında başkaca önemli hiçbir büyük ‘suç’u yoktu. Bir başka toplu dava sanığını da D2ye verdiler örneğin. Sonuçta, özellikle bizi tüm koğuşlara dağıttılar. Amaç, bir araya gelmemizi önlemek. ‘Yeniden inşa’yız ya..inşaat faaliyetlerini sürdürme-mizden ödleri patlıyor.

Koğuşa girer girmez, hemen koğuş ağası arkadaş koştu yardımıma. Son derece içten, yakın ve sıcak, dostçaydı. Ne olduğunu, ne tür işkencelerden geçtiğimizi sordu, üstünkörü özetledim olan biteni. Hemen büyükçe bir bardağa sıcak bir çay koydu. Ama ellerim öylesine uyuşmuştu ki, oynatmam, kullanmam söz konusu değildi. Yarım saatten fazla onları oğuşturarak, sarıp sarmalayarak ısıtmam sürdü. Kesinlikle donmuş durumdaydılar. Isındıkça bu kez dayanılmaz bir acıyla uzun süre kıvrandım. Epey bir süre geçtikten sonra çay bardağını eğrelti bir biçimde tutmayı becerdim. Biraz da bardağın sıcaklığına ihtiyacı vardı ellerimin. Sızıyla karışık çayımı güç bela yudumladım. Ardından, bir ranzanın boş olan alt gözüne yatağımı yaptı çavuş. Uykuya daldım.

Ertesi gün, erkenden uyandık. Saat dokuza doğru, ‘içtima’ vakti. Ama ondan önce kahvaltı faslı. Kahvaltıdan önce koğuş çavuşu, yani koğuşun en kıdemlisi olan arkadaş, konuşmak için bir köşeye çekti beni. ‘Hangi komünü istiyorsun’ dedi. Önce hala durumumuzu ciddiye almadığım ve Bayrampaşa filmindeki gibi ‘ben az sonra çıkacağım’ düşlerinde olduğum için ciddiye almadım. ‘Farketmez, yaz birine’ dedim. ‘Hatta, sen iyi bir arkadaşsın, senin olduğun komüne de yazabilirsin.’ ‘Sen bilirsin ama en iyisi kendi komünün ya da kendine yakın bulduğun bir komün olsun, daha iyi’. ‘Hiçbirine girmesem, yakın olduklarım var ancak birebir değilim hiç biriyle’ dedim, fazla kalmayacağız ya, rahatsızlık vermeyelim. ‘Zorlanırsın’ dedi, ‘biz burada komünün ortak parasıyla yemek işini düzenliyoruz. Bunların verdiği yemek hem çok az hem çok kötü, biz yanına parayla salata, meyve, tatlı gibi yiyecekler de alıyoruz.. Gazete alınıyor her gün. Sen bunları tek başına karşılayamazsın. Çünkü komün de paran olmasa da önemi yok.. Var olan komünleri sordum ve kararımı verdim. ‘ Dev-Yol komünü’ dedim gülümseyerek, ‘yeniden-inşa’dan geldik ya, ayıp olmasın, bari bir tanışmış oluruz.’. Ve ilk kahvaltımı Dev-Yol komününde yaptım. Ve bir açık itiraf, o gün kanıma işleyen Dev-Yol komünü içime sindi, hala kendimi o komünden sayıyorum.

Mamak’taki ilk günümün en güzel olayı hiç yabancılık çekmemiş olmamdı. Çünkü çoğu dışarıdan tanıdığım arkadaşlar çıktı. İçinde bulunduğum komünün en az yarısı dostum çıktı. Kurtuluş komünü de öyle. Benim için dışarıda zaten ahbap olduğum insanlarla yeni bir mekanda yine bir araya gelmek gibi bir güzellik yaratmıştı.

Kahvaltıdan sonra komünal yaşamın ilk sıkıntısını yaşadım. Sigara. ‘Sigarası olan var mı?’ diye sorduğumda aldığım yanıt. ‘var. Herkese günde beş tane. Fazla değil’ oldu. ‘İyi de bu bana asla yetmez.,’. ‘Fazla yok’ sözü yinelendi. Sağlık nedeniyle her komün sigara sınırlaması getirmişti. İlk anda saçma bulduğum bu tutumun haklılığını günler geçtikçe daha yakından gördüm.Burada 2-3 yıldır tutukluydu çoğu ve yine çoğu, dinlenme molalarının dışında güneşe bile hasret yaşıyorlardı. Sağlık onlar için gerçekten de en önemli sorundu.

Ama bu benim sigara tiryakiliğimi yine kesmiyordu. Benim gerçeğim de buydu. Kahvaltıdan sonra, Kurtuluş komünündeki arkadaşların yanına gittim sohbete. Onlara da ilk olarak sigara durumunu sordum. Ve hemen ardından da hakkı olup da içmediği için almayan olup olmadığını öğrenmek istedim. Kafamdaki plan tutmadı. Hepsi içiyor. Ama, çok sayıda tanıdığım olduğu için içlerinde bana bir güzellik yaptılar. O komünün de içindeymişim gibi, beş sigaralık bir hak da onlar sağladı. Bu önceleri aramızda tatlı bir komiklikler yaşatmadı da değil. Her iki taraf da arasıra laf sokuşturuyordu ‘karar ver artık, nereye bağlısın’ diye. Ben de ‘her iki gruba da bağlıyım’ diye işi espriye vurduruyordun. İlerleyen günlerde, yemeklerde bile bir o masada bir bu masada oldum. Sonunda bu şekilde kabul ettiler. Sadece yemek öncesi nerede yiyeceğimi soruyorlardı, sofrayı ona göre düzenlemek için. Sonuçta ben, on sigarayı garantilemiştim. Ama bunun da bana yetmesi olanaksızdı.

Öğlen olunca benim işler açıldı. Bu kez aradaki kapı açılmış, karşı koğuş C1’le de gidip geliyor, hoş, güzel sohbetler yapabiliyorduk. Özellikle yeni gelen birisi olduğum için zaten hemen yanıma gelip tanışıyorlar, dışarıdan ‘haber’ soruyorlardı. Karşı koğuşta da çok tanıdığım çıktı ve çoğu kişiyle dost oldum. Bunlardan biri de çok yakınlığını gördüğüm, hemen kafa dengi olduğumuz, dost insan Nevzat Şenol’du. TRT’de yapımcı ve sunucu olan Şenol, TRT-Der genel başkan yardımcısıydı. Ve sonu Der’le biten çoğu dernek gibi, hemen TKP davasına yamanmış, apar topar buraya getirilmişti. Tanıştığıma en çok sevindiğim ve tanıdığım insanlar arasında en çok sevdiğim insanlardan biriydi Nevzat Şenol. Ölümüne de en çok üzüldüğüm insanlardan biri. Bir gün iki koğuş arasındaki daracık koridorda demir parmaklıklarının ardından bahçeyi izlerken askerlere takıldı gözü.. ‘’12 Eylül’ü eleştiriyoruz ama aslında doğrusu bu da değil. Baksana şunlara, bunların bizden ne farkı var. Bunlar da burada bizim gibi hapishane hayatı yaşıyor, bizim gibi itilip kakılıyor. Şu an bizim durumumuz da bu. Osmanlı’da bu yana değişmeyen askerlik kafası. Bu kafayı değiştiremezsek 12 Eylül’leri de engelleyemeyiz. Karşı çıkmamız gereken bu askeri kafa işte.’’

O gün öğleden sonra Nevzat Şenol’un yanındayken yanıma gelip tanışan Yusuf’la belki de oradaki en güzel arkadaşlığı kurduk. Son derece cana yakın, içten ve sözcüğün gerçek anlamıyla bana manevi bir güç olmuş, sürekli yanımda bulunarak, oradaki günlerimi sıkılmadan, moral bozmadan neşeyle geçirmemi sağlamıştı. O da TKP davasından yargılananlardandı. DPT uzmanıydı. Yapılan ev aramasında ve diğer ev aramalarında DPT’nin istatistik verilerinin bulunduğu kitapları bulmuşlar ve ‘casusluk’ suçlamasıyla yaka,paça buraya getirilmişti. Ki, DPT ve DİE’nin tuğla adını verdiğimiz devasa kitapları, herkese ücretsiz dağıtılır, kim isterse anında verilirdi. Yönetimle, öğrenciler dahil ilgilenen herkesin kitaplığında bunlar bol miktarda bulunurdu. Bende örneğin, tamamı. İşte bu her kişiye neredeyse zorla verilen kitapları başkalarına vererek, devlet sırrını deşifre etmekten içeri tıkılmıştı. Ve yanılmıyorsam ben girdiğimde iki yıldır da orada bulunuyordu.

Yusuf benim oradaki biricik dert ortağım, moral gücüm olmuştu. Durumumuzla yakından ilgilenmiş ve deneyimlerine dayanarak yüreklendiriyordu. ‘Boykot olarak önemsiz bir durum ama 12 Eylül’den sonra yapılan ilk eylem olması nedeniyle önemli. Onun için sizi örgüte soktular. Altından bir örgüt çıkarmaya çalışacaklar ‘ diyordu yine de bir umut vermeye çaba göstererek. ‘’Ancak burada her şeyi hakimlerin tavrı belirliyor. Genellikle sivil mi askeri hakim mi bakacak, bu önemli. Siviller bizden yana, bırakıyorlar. Askerlerse tutukluyorlar. Bu önemli ona bakalım. Sizi önce sorgu yargıcına götürecekler. Sivilse kesin kurtuldunuz, tutuklama istemez. Askeri hakime çatar da tutukluluk isterse yine de bozma moralini, mahkeme hakimi sivil çıkar, o bu karara uymaz. Ancak her ikisi de askeri olursa kötü olabilir’ demişti.

Bu iyi moralle sorgu yargıcına gitme günümüz geldi. Kahvaltıdan hemen sonra toplu halde bahçeye çıkarıldık. Gideceğimiz yol yürüyerek on dakika anca sürüyordu. Ve Mamak gibi büyük bir garnizonun içindeyiz. Çevremiz büyük duvarlarla, tel örgülerle çevrili. Her birimize onlarca asker düşecek şekilde adım başı asker. Yine de ellerimiz birbirimize kelepçelendi, sorguya giderken. Hatta ben bi ara duralayıp bekledim. Ayağımıza da pranga takmalarını. Neyse, onu takmadılar.

İlginçtir, askeri de olsa ‘adalet dağıtılan yer’ olmasından mıdır nedir, Mamak’taki askeri adliye binasına girdiğimizde kelepçelerimizi çözdüler. Belki de sorgu yargı-cının karşısına öyle çıkarmaktan utandılar.

Yaklaşık yarım saate varan bir beklemenin ardından sorgu yargıcının odasına girdik toplu halde. Benim yüzümde gülücükler açtı anında. Adam sivil. Üstelik çok da nazik ve ilgili davrandı. Tek tek olayı anlattırdı bize. Kafasını onaylarcasına eğdi, salladı..

Bu arada Yusuf bir bölümünüze tutuklama, bir bölümünüze beraat de isteyebilir askeri hakim çıkarsa, moralini hiç bozma, demişti. Sivil olduğu için ben tümümü-zün kurtulduğunu düşünüyorsam da aklıma bu da geldi. Bunu da hesaplıyorum.

Sorgu bittikten sonra, yanındaki yazıcıya döndü sorgu yargıcı ‘Yaz!’ diyerek.

Önce beni oraya çağırtan bülbül sesli arkadaşımızın adını söyledi. ‘Tamam’ dedim, yırttık.’ Ardından, toplu davadan yargılanan iki arkadaşı sonra da benim adım. O an biraz ürperir gibi oldum. Yoksa bize tutuklama diğerlerine salıverilme mi isteyecek, diye. Ama sonra arka arkaya diğerlerinin de ismini saymaya başladı. Eh, bir de sivil ya. Dokumuzun adını da yazdırınca benim ağzım kulaklarımda, ‘kurtulduk’ diye. Dokuzumuzun da adını yazdırdıktan sonra sözün gerisi ağır bir top mermisi indi odanın ortasına….

‘…tutuklanmalarının talep edilmesine…’

Açıklamanın Türkçesi tek sözcüktü:

“Göçtük!”

                                                                                              ...  / ....    (sürecek)



dizin    üst    geri    ileri  

 



 17 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi yedi mart iki bin on dört     3