‘’ SEN BUGÜN ŞANSLI GÜNÜNDE MİSİN LAN? ‘’ - Dördüncü
Bölüm -
Mamak’ta duyduğum en saçma sapan söz buydu. Askerliğin başladığı yerde
mantık biter derler de, Mamak’ta sadece mantık değil, bir insanın
yaşamına giren tüm kavramlar bitiyordu. Bu sözü ilk duyduğumda gülme
krizine girmemek için zor tuttum kendimi. Zor tuttum çünkü o ortam her
türlü krize de yasak bölgeydi.
Hepimiz itiş kakış bir cemseye sıkıştırılmış durumdayız. Bir tarafında
biz oturuyoruz, karşımızda da askerler. Yeni yuvamıza götürülmek üzere
yola çıkarıldık. Dışarısı kar ve soğuk.Gecenin on birini geçmiş bir
zamandayız. Karşımızdaki askerlerin dikkatli bakışları bir an olsun
üzerimizden ayrılmıyor. Ve tümünün de ağızlarında sık sık bize bakıp
bakıp söyledikleri bu söz: ‘ siz bugün şanslı gününüzde misiniz lan? ‘
Anlam veremiyor, birinin yüzüne bakıyorum aval aval. Huylanıyor. Bu kez
aynı sözü senli- benli bir tonda bana yöneltiyor. Hemen başımı eğiyorum
‘git, akşam akşam belanı benden bulma’ dercesine. Ama belasını bulacak
olanın onlar değil ben olduğumun da farkındayım bu arada. Bela, kaşına
kaşına geliyor. Önce arabada küfürlü sataşmalar, ayaklarıyla, tüfek
kabzalarıyla, dürtükleyip vurmalar. Tüm bunlar olurken, daha çok
sergilenen oyuna gülmeye başlıyorsunuz acı acı…
Çünkü karşınızdaki askerin baskı bakımından hiç de sizden farklı
olmadığını anlıyorsunuz. Ve her gün artan bir baskıyla, gerçekte ona
yöneltilen bir soru ‘sen bugün şanslı gününde misin lan?’ O da gördüğünü
size uyguluyor. Olan biten bu. Siz zorunlu bir umutsunuz aslında o
askerin gözünde. Size baskı yaptıkça kendi üzerindeki baskı azalacak,
sizi dövdükçe kendisi daha az dayak yiyecek. Ve öylesine bir zindana
kapatılmış ki bu beyinler, sizi, başına gelen her türlü beladan baş
sorumlu olarak görüyor. Dayak yiyorsa nedeni sizsiniz, aşağılanıyorsa
nedeni sizsiniz, tam eğitim anında gökten bir yağmur boşansa nedeni yine
sizsiniz. Sizi dünyanın en iğrenç yaratığı olarak görmeleri sağlanmış.
Onun gözünde katil, terörist, bozguncu…. Her bir haltsınız. Sevgilisinden
ayrılsa, bu da sizin bir hırlığınız nedeniyledir. Bu nedenle o, kendi
gününün şanslı olması için, sizin yaşam şansınızı yok etmekle görevlidir.
Bir süre gittikten sonra araba, götürüleceğimiz tutuklu bloklarının
yakınlarında durdu. Burası şans deneme alanımız olacaktı. Koğuşlarımıza
konmadan ısınma hareketleri yaptırılacak olan alan. Muzaffer İlhan
Erdost’un arabada başlayan dayak faslının ardından, öldürücü darbeyi
aldığı, öldürüldüğü meydan…
Arabada bir-iki itiş kakışın dışında çok hırpalandığımız söylenemez
Erhan’ı dışında. Onun bacağını kırdılar.
Aşağı inmemle kendimi yerde bulmam bir oldu. Arkadan gelen bir tekmeyle
yeni yurt toprağımızı öpmüş olduk. O an ilk kez ellerimdeki sızıdan
Emniyet’te bir türlü göremediğimiz karla da yakın ilişkiyi kurmuş oldum.
Ayağa kaldırılıp kaldırılıp yeniden yıkılıyordum. Çevremde 5-6 asker
tekmelerle, dipçiklerle ve bolca da copla vücudumun her yerine aralıksız
vuruyor, bir ayakta bir yerde, karlarda yuvarlanarak hasret gideriyordum.
İnen coplardan ellerimin sızısı dayanılmaz boyuta erdiğini duyumsadım en
son. Sonra da acı eşiği aşıldı. Eller benim olmaktan çıktı..artık
ellerimle ben birbirimize iki el gibiydik. Yarım saat sürdü bu ısınma
jimnastiğimiz. Sonra nedense akıllarına 10 Emir’in ‘Öldürmeyeceksin’
bölümü geldi de, koğuşlarımıza doğru yola çıkarıldık. A bu arada
unutmadan, koğuşlara giderayak başlayan bu süreçte başlarımız yere eğik.
Baştan dedim ya, her bir halttan suçlusunuz. Ve tüm suçlular gibi
başlarımız eğik..Mamak’a ilk geldiğimizde de tam tersiydi, bu da buranın
bir başka ‘mantık arama’ kuralı.
Polis arabasından indirilip nizamiyeye ilk girişimizde hemen sokulduk
hizaya. Hazır ol durumundayız. Ve ilk emir buyruldu. ‘Başlar havaya,
başlar havaya!’… İlk kural bu. Karşınızdakinin yüzüne bakmak yasak, yere
bakmak da yasak. Havaya bakacaksınız. Sürekli havaya bakıp, siz her türlü
işlemden geçirilirken, onların size ‘aaaaa, kuşa bak’ demesini
bekleyeceksiniz. Buradaki ilk göreviniz, havada uçan kuşları gözetlemek.
Ardından traş faslı başlıyor. Burada ağlamakla gülmek arasında gidip
geldiğim ciddi bir trajedi yaşıyorum. Emniyette bir gün arkadaşların
oyununa gelmiştim. Ve hepsine kafam müthiş atıktı. Bir gün içeriye bir
berber geldi. Bir iki polisi traş etti. Sonra da bize sordular ‘traş
olmak isteyen var mı?’ diye. Nedense, ‘asker traşı ‘ olmamak için ( sanki
başka bir yere gidecekler) herkes kaçıyor, topu yanındakine atıyordu ‘bu
olsun’ diye. Silsile böyle bana kadar geldi, benim yanımda sallayacağım
kimse olmadığı için ihale bana kaldı. Önce ben de ‘ben olmam ‘ diye bas
bas bağırmaya kalkıştım ama sesim biraz fazla yüksek çıkmış olacak ki
yüzüme patlayan bir Osmanlı tokadıyla anca ayıldım. Ve kuzu kuzu oturdum
berber koltuğuna. Önce sinirli ve öfkeliydim ama doğrusu hiç de ‘asker
traşı’ değildi olduğum ve çok da keyifliydi. İşte Mamak’taki bu traş
faslında arkadaşları kucaklayarak öpesim geldi. Çünkü benim saçım hiç de
öyle anormal kısa olmadığı halde, yine de askerler bakıp bakıp beni es
geçtiler. Diğer bütün ekibi aldılar bizim. Ama yine de üzüldüm. Az ses
çıkarsalar keyif ve zevkle dinleyebilirdim belki ama, duyduğum sadece
ağır işkenceden geçen insan çığlıklarıydı. Son derece kötü, eski,
paslanmış bir aletle saçları kökünden koparıyorlardı. O an nedense aklıma
"Hair" filmi geldi. Kural değişmiyor. Demek dünyanın her yerinde saçlar
bağırttırarak/ağlattırarak gidiyor. Ben hariç.
Bu ilk görev taksimi ve zorunlu askerliğe adım atma eğitiminin ardından
‘asker adam yorulmaz’ şiarını belleklere kazımak için hep beraber
‘kafes’e tıkılıyoruz. Tek bir kişiye bile dar denebilecek kafeste hep
birlikte direncinin ilk örneğini sergilememiz isteniyor. Ve öğleyin
girdiğimiz kafesten akşam çıkabiliyoruz. Bu süre içinde oturmak,
dinlenmek, tuvalete gitmek, su içmek yasak. Asker adam demir gibidir
çünkü…susamaz da şeyi de gelmez. Dinlenmek? O zaten dünyaya yeterince
dinlenmiş olarak geldi.
Copla ilk tanışmamız da kafeste başlıyor. Hiç kimse tık demeden,
konuşmadan, kıpırdamadan put gibi durmak zorunda saatlerce. Ola ki bir
fısıltı mı duydular ya da irkildikleri bir kıpırdanma. ‘Yapan bir adım
öne çıksın!’ Çıkmıyor tabii. Öyleyse sıra dayağı. Herkesin eline birer
ikişer cop. Bu uygulama sistemli bir biçimde her beş dakikada
aksamaksızın sürüyor, karanlık çökene dek. Bir ara yine gülme krizlerim
tutuyor, yine gülemiyorum. Bu kez onun için ayrıca coplanmak var. Ama
nasıl gülmeyeyim? Akıl işte, kafada durduğu gibi durmuyor. Aklıma
filmlerde gördüğümüz o kahramanlık sahneleri geldi. Hani, bu gibi
durumlarda, infaz mangası başı bağırır, ‘suçlu kim? Kim yaptı. Yapan bir
adım öne çıksın’ diye. İlk cılız bir adım atılır ortaya, sonra iki, üç
derken.. sonra tümü de kabullenir o suçu. Güzel bir dayanışma örneği
sergilenir. Kafeste de kim konuştu, konuşan bir adım öne çıksın
dendiğinde de, gülme kriziyle karışık o ilk adımı atmamak için zor tuttum
kendimi. Tam öne çıkacağım, ‘ulan’ diyor içimden bir ses. ‘Hiç biri
çıkmaz bunların, otur oturduğun yerde.Hem salla, çıksa ne yazar. Öyle
olunca ne olacak, hepiniz yiyeceksiniz copu. E şimdi de hepiniz
yiyorsunuz.’ Sallıyorum.
Karanlık çöktüğünde çıkarılıyoruz kafeslerimizden Yeterince sergilendik.
Uyku-suzluk doruk düzeyinde. Bir de karnımız da acıkmış durumda.
Seslendiremiyoruz. ‘Asker adam’ın acıkmadığını artık biz de biliyoruz.
Biz bir an önce koğuşlarımıza gidip, bir şeyler atıştırarak dinlenmeyi
düşlerken, bu kez de askeri bürokrasiye takılıyoruz. 3-5 kapı
dolaştırılıp, suç sicilimiz kütüklere geçiyor.
Böylelikle gerçek suçumuzu sonunda biz de öğrenebiliyoruz.
İlk olarak bir odaya tıkılıyoruz. Karşımda sicil amiri kılıklı bir asker.
Önünde açmış kara kaplı defteri, sayfamızı hazırlıyor. Adın ne,
nerelisin, doğum tarihi fasıllarından sonra, geliyor can alıcı soruya.
‘Suçun?’ Bilmiyorum ki. Ama apar topar boykottan getirildiğimiz için
herhalde odur diye ‘boykot’ diyorum. Yanımda bitiyor kralın soytarısı
tipli bir asker. ‘Yalan söylüyor komutanım’..diyor bir yandan da
dirseğiyle dürtmeyi ihmal etmeyerek. ‘Dev-Yol örgüt üyesi. ‘Ne?’ diyorum
şaşkın şaşkın yüzüne bakarak. Asker sözünü tamamlıyor. ‘Dev-Yol yeniden
inşa.’ Gülümsüyorum içimden. Temel atma töreninde bulunamadığımız örgütün
yeniden inşasındayız. Hadi bana hayırlı işler.
Olayı sonradan algılıyorum. Hani en son emniyet ifadesinde ağzımdan çıkan
her sözü olduğu gibi yazmışlar ben de rahatlıkla imzalamıştım ya…işte onu
ciddiye alan yok Mamak’ta. 12 Eylülcülerden gelen buyruk üzerine size
hemen bir örgüt mutlak bulunuyor. Örgütünüzü kendiniz seçerseniz sorun
yok, yok seçmediyseniz bu işi de seve seve onlar yapıyor. Fazla bir seçim
hakkınız da yok. 12 Eylül iki örgütten öcü gibi korkuyor. Biri Dev-Yol,
biri TKP. İçeri düşen ya da düşmeyip de ciddi soruşturmalara uğrayan
arkadaşlara buradan seslenmeyi bir ‘vatandaşlık görevi’ biliyorum. Ola
ki, bende hiçbir örgüt bulamadılar. Ben de fişleme falan yok diyorsanız
ben de kekliğinize doymayın diyorum. Mümkünatı yok. Kurcalayın. Sizde ya
Dev-Yol ya da TKP yeteneğini illa ki keşfetmişlerdir. Hatta başka bir
örgüt de verseniz, çoğu zaman bu ikisinden birine ayrıca giriyorsunuz. 12
Eylül ne aslanlar gördü, Dev-Yol örgüt üyesi olup da TKP Toplu
Davası’ndan yargılanan.
Her türlü fişlenmenin ardından sonunda rahata kavuşacak, koğuşlarımıza
gidebilecektik. Bu amaçla cemselere bindirildik. Ama yazının başında da
belirttiğim gibi o malum meydanda gece sporu yapmak zorunda kaldık.
Koğuşlarımızın olduğu bloklara yaklaşırken, koğuş önlerindeki askerler
yanaştı yanımıza. Geldiniz, demek, durun size önce bir hoşgeldin çayı
verelim, diyorlar. ‘Ne çayı lan, manyak mısın? ‘ demeye kalmadan onu da
içmek zorunda kalıyoruz. Burada verilen ikramı reddetmek ayıp. Böylelikle
‘Hoşgeldin Çayı’nın koğuş önünde yenen cop olduğunu da anlamış
oluyoruz. Bir tür ayakbastı parası. Bu ülkede her hizmetin bir bedeli
vardır.
Mamak’ta A,B,C ve D blokları vardı. Her blokta da 2 koğuş.
A1,A2,B1,B2…böyle gidiyor. Normalde A1’den başlayarak, D2’ye dek suçun
ağırlığına göre bir sıralama yapılıyor. Ama bu kural her zaman için
geçerli değil. Örneğin beni C2’ye verdiler. Ama benim koğuşta yedi
güvenlik görevlisini öldürmekten idamla yargılanan bir kişi de vardı.
Bizden A1’e verdikleri arkadaşın Toplu Dava’dan yargılanmanın dışında
başkaca önemli hiçbir büyük ‘suç’u yoktu. Bir başka toplu dava sanığını
da D2ye verdiler örneğin. Sonuçta, özellikle bizi tüm koğuşlara
dağıttılar. Amaç, bir araya gelmemizi önlemek. ‘Yeniden inşa’yız
ya..inşaat faaliyetlerini sürdürme-mizden ödleri patlıyor.
Koğuşa girer girmez, hemen koğuş ağası arkadaş koştu yardımıma. Son
derece içten, yakın ve sıcak, dostçaydı. Ne olduğunu, ne tür
işkencelerden geçtiğimizi sordu, üstünkörü özetledim olan biteni. Hemen
büyükçe bir bardağa sıcak bir çay koydu. Ama ellerim öylesine uyuşmuştu
ki, oynatmam, kullanmam söz konusu değildi. Yarım saatten fazla onları
oğuşturarak, sarıp sarmalayarak ısıtmam sürdü. Kesinlikle donmuş
durumdaydılar. Isındıkça bu kez dayanılmaz bir acıyla uzun süre
kıvrandım. Epey bir süre geçtikten sonra çay bardağını eğrelti bir
biçimde tutmayı becerdim. Biraz da bardağın sıcaklığına ihtiyacı vardı
ellerimin. Sızıyla karışık çayımı güç bela yudumladım. Ardından, bir
ranzanın boş olan alt gözüne yatağımı yaptı çavuş. Uykuya daldım.
Ertesi gün, erkenden uyandık. Saat dokuza doğru, ‘içtima’ vakti. Ama
ondan önce kahvaltı faslı. Kahvaltıdan önce koğuş çavuşu, yani koğuşun en
kıdemlisi olan arkadaş, konuşmak için bir köşeye çekti beni. ‘Hangi
komünü istiyorsun’ dedi. Önce hala durumumuzu ciddiye almadığım ve
Bayrampaşa filmindeki gibi ‘ben az sonra çıkacağım’ düşlerinde olduğum
için ciddiye almadım. ‘Farketmez, yaz birine’ dedim. ‘Hatta, sen iyi bir
arkadaşsın, senin olduğun komüne de yazabilirsin.’ ‘Sen bilirsin ama en
iyisi kendi komünün ya da kendine yakın bulduğun bir komün olsun, daha
iyi’. ‘Hiçbirine girmesem, yakın olduklarım var ancak birebir değilim hiç
biriyle’ dedim, fazla kalmayacağız ya, rahatsızlık vermeyelim.
‘Zorlanırsın’ dedi, ‘biz burada komünün ortak parasıyla yemek işini
düzenliyoruz. Bunların verdiği yemek hem çok az hem çok kötü, biz yanına
parayla salata, meyve, tatlı gibi yiyecekler de alıyoruz.. Gazete
alınıyor her gün. Sen bunları tek başına karşılayamazsın. Çünkü komün de
paran olmasa da önemi yok.. Var olan komünleri sordum ve kararımı verdim.
‘ Dev-Yol komünü’ dedim gülümseyerek, ‘yeniden-inşa’dan geldik ya, ayıp
olmasın, bari bir tanışmış oluruz.’. Ve ilk kahvaltımı Dev-Yol komününde
yaptım. Ve bir açık itiraf, o gün kanıma işleyen Dev-Yol komünü içime
sindi, hala kendimi o komünden sayıyorum.
Mamak’taki ilk günümün en güzel olayı hiç yabancılık çekmemiş olmamdı.
Çünkü çoğu dışarıdan tanıdığım arkadaşlar çıktı. İçinde bulunduğum
komünün en az yarısı dostum çıktı. Kurtuluş komünü de öyle. Benim için
dışarıda zaten ahbap olduğum insanlarla yeni bir mekanda yine bir araya
gelmek gibi bir güzellik yaratmıştı.
Kahvaltıdan sonra komünal yaşamın ilk sıkıntısını yaşadım. Sigara.
‘Sigarası olan var mı?’ diye sorduğumda aldığım yanıt. ‘var. Herkese
günde beş tane. Fazla değil’ oldu. ‘İyi de bu bana asla yetmez.,’. ‘Fazla
yok’ sözü yinelendi. Sağlık nedeniyle her komün sigara sınırlaması
getirmişti. İlk anda saçma bulduğum bu tutumun haklılığını günler
geçtikçe daha yakından gördüm.Burada 2-3 yıldır tutukluydu çoğu ve yine
çoğu, dinlenme molalarının dışında güneşe bile hasret yaşıyorlardı.
Sağlık onlar için gerçekten de en önemli sorundu.
Ama bu benim sigara tiryakiliğimi yine kesmiyordu. Benim gerçeğim de
buydu. Kahvaltıdan sonra, Kurtuluş komünündeki arkadaşların yanına gittim
sohbete. Onlara da ilk olarak sigara durumunu sordum. Ve hemen ardından
da hakkı olup da içmediği için almayan olup olmadığını öğrenmek istedim.
Kafamdaki plan tutmadı. Hepsi içiyor. Ama, çok sayıda tanıdığım olduğu
için içlerinde bana bir güzellik yaptılar. O komünün de içindeymişim
gibi, beş sigaralık bir hak da onlar sağladı. Bu önceleri aramızda tatlı
bir komiklikler yaşatmadı da değil. Her iki taraf da arasıra laf
sokuşturuyordu ‘karar ver artık, nereye bağlısın’ diye. Ben de ‘her iki
gruba da bağlıyım’ diye işi espriye vurduruyordun. İlerleyen günlerde,
yemeklerde bile bir o masada bir bu masada oldum. Sonunda bu şekilde
kabul ettiler. Sadece yemek öncesi nerede yiyeceğimi soruyorlardı,
sofrayı ona göre düzenlemek için. Sonuçta ben, on sigarayı
garantilemiştim. Ama bunun da bana yetmesi olanaksızdı.
Öğlen olunca benim işler açıldı. Bu kez aradaki kapı açılmış, karşı koğuş
C1’le de gidip geliyor, hoş, güzel sohbetler yapabiliyorduk. Özellikle
yeni gelen birisi olduğum için zaten hemen yanıma gelip tanışıyorlar,
dışarıdan ‘haber’ soruyorlardı. Karşı koğuşta da çok tanıdığım çıktı ve
çoğu kişiyle dost oldum. Bunlardan biri de çok yakınlığını gördüğüm,
hemen kafa dengi olduğumuz, dost insan Nevzat Şenol’du. TRT’de yapımcı ve
sunucu olan Şenol, TRT-Der genel başkan yardımcısıydı. Ve sonu Der’le
biten çoğu dernek gibi, hemen TKP davasına yamanmış, apar topar buraya
getirilmişti. Tanıştığıma en çok sevindiğim ve tanıdığım insanlar
arasında en çok sevdiğim insanlardan biriydi Nevzat Şenol. Ölümüne de en
çok üzüldüğüm insanlardan biri. Bir gün iki koğuş arasındaki daracık
koridorda demir parmaklıklarının ardından bahçeyi izlerken askerlere
takıldı gözü.. ‘’12 Eylül’ü eleştiriyoruz ama aslında doğrusu bu da
değil. Baksana şunlara, bunların bizden ne farkı var. Bunlar da burada
bizim gibi hapishane hayatı yaşıyor, bizim gibi itilip kakılıyor. Şu an
bizim durumumuz da bu. Osmanlı’da bu yana değişmeyen askerlik kafası. Bu
kafayı değiştiremezsek 12 Eylül’leri de engelleyemeyiz. Karşı çıkmamız
gereken bu askeri kafa işte.’’
O gün öğleden sonra Nevzat Şenol’un yanındayken yanıma gelip tanışan
Yusuf’la belki de oradaki en güzel arkadaşlığı kurduk. Son derece cana
yakın, içten ve sözcüğün gerçek anlamıyla bana manevi bir güç olmuş,
sürekli yanımda bulunarak, oradaki günlerimi sıkılmadan, moral bozmadan
neşeyle geçirmemi sağlamıştı. O da TKP davasından yargılananlardandı. DPT
uzmanıydı. Yapılan ev aramasında ve diğer ev aramalarında DPT’nin
istatistik verilerinin bulunduğu kitapları bulmuşlar ve ‘casusluk’
suçlamasıyla yaka,paça buraya getirilmişti. Ki, DPT ve DİE’nin tuğla
adını verdiğimiz devasa kitapları, herkese ücretsiz dağıtılır, kim
isterse anında verilirdi. Yönetimle, öğrenciler dahil ilgilenen herkesin
kitaplığında bunlar bol miktarda bulunurdu. Bende örneğin, tamamı. İşte
bu her kişiye neredeyse zorla verilen kitapları başkalarına vererek,
devlet sırrını deşifre etmekten içeri tıkılmıştı. Ve yanılmıyorsam ben
girdiğimde iki yıldır da orada bulunuyordu.
Yusuf benim oradaki biricik dert ortağım, moral gücüm olmuştu.
Durumumuzla yakından ilgilenmiş ve deneyimlerine dayanarak
yüreklendiriyordu. ‘Boykot olarak önemsiz bir durum ama 12 Eylül’den
sonra yapılan ilk eylem olması nedeniyle önemli. Onun için sizi örgüte
soktular. Altından bir örgüt çıkarmaya çalışacaklar ‘ diyordu yine de bir
umut vermeye çaba göstererek. ‘’Ancak burada her şeyi hakimlerin tavrı
belirliyor. Genellikle sivil mi askeri hakim mi bakacak, bu önemli.
Siviller bizden yana, bırakıyorlar. Askerlerse tutukluyorlar. Bu önemli
ona bakalım. Sizi önce sorgu yargıcına götürecekler. Sivilse kesin
kurtuldunuz, tutuklama istemez. Askeri hakime çatar da tutukluluk isterse
yine de bozma moralini, mahkeme hakimi sivil çıkar, o bu karara uymaz.
Ancak her ikisi de askeri olursa kötü olabilir’ demişti.
Bu iyi moralle sorgu yargıcına gitme günümüz geldi. Kahvaltıdan hemen
sonra toplu halde bahçeye çıkarıldık. Gideceğimiz yol yürüyerek on dakika
anca sürüyordu. Ve Mamak gibi büyük bir garnizonun içindeyiz. Çevremiz
büyük duvarlarla, tel örgülerle çevrili. Her birimize onlarca asker
düşecek şekilde adım başı asker. Yine de ellerimiz birbirimize
kelepçelendi, sorguya giderken. Hatta ben bi ara duralayıp bekledim.
Ayağımıza da pranga takmalarını. Neyse, onu takmadılar.
İlginçtir, askeri de olsa ‘adalet dağıtılan yer’ olmasından mıdır nedir,
Mamak’taki askeri adliye binasına girdiğimizde kelepçelerimizi çözdüler.
Belki de sorgu yargı-cının karşısına öyle çıkarmaktan utandılar.
Yaklaşık yarım saate varan bir beklemenin ardından sorgu yargıcının
odasına girdik toplu halde. Benim yüzümde gülücükler açtı anında. Adam
sivil. Üstelik çok da nazik ve ilgili davrandı. Tek tek olayı anlattırdı
bize. Kafasını onaylarcasına eğdi, salladı..
Bu arada Yusuf bir bölümünüze tutuklama, bir bölümünüze beraat de
isteyebilir askeri hakim çıkarsa, moralini hiç bozma, demişti. Sivil
olduğu için ben tümümü-zün kurtulduğunu düşünüyorsam da aklıma bu da
geldi. Bunu da hesaplıyorum.
Sorgu bittikten sonra, yanındaki yazıcıya döndü sorgu yargıcı ‘Yaz!’
diyerek.
Önce beni oraya çağırtan bülbül sesli arkadaşımızın adını söyledi.
‘Tamam’ dedim, yırttık.’ Ardından, toplu davadan yargılanan iki arkadaşı
sonra da benim adım. O an biraz ürperir gibi oldum. Yoksa bize tutuklama
diğerlerine salıverilme mi isteyecek, diye. Ama sonra arka arkaya
diğerlerinin de ismini saymaya başladı. Eh, bir de sivil ya. Dokumuzun
adını da yazdırınca benim ağzım kulaklarımda, ‘kurtulduk’ diye.
Dokuzumuzun da adını yazdırdıktan sonra sözün gerisi ağır bir top mermisi
indi odanın ortasına….