ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız  



 


Yara ve Ötesi..


Savaşın ortasında bulmuştuk birbirimizi. Dünya devasa bir savaş alanıydı. Doğa kudurmuş kışla, insan diğer bir insanla, hayvan hayvanla savaşıyor; bitkiler birbirlerinin köklerini kurutmaya ahdetmiş görünüyorlardı. Havada gözle görünmeyen ama orada olduklarının herkes tarafından bilindiği öfke zerreleri uçuşuyor, canlının içine çektiği ve verdiği her solukla eskisinden daha çok oluyorlardı. Yaşamak yorgun ve yaşlı bir fahişenin umuda kapalı gözleri gibi sızlıyordu her birimizin içinde. Kana bulanmış ellerimizde ölme ve öldürme bilgeliğinin ince çizgileri oluşmaya başlıyordu. Kimse doğmuyordu, her bir canlı bir gün daha yaşamanın kaygısıyla kuytulara çekmeye çalışıyordu bedenini. Hayatta kalma güdüsünü diğerinin yok olmasına bağlayan varlıkların gürültülü yansımasıydı duyulabilen seslerin neredeyse tümü.

Kiminle ya da neyle savaştığımı anımsamıyorum; parçalanmış bedenim, kana boyanmış saçlarım ve örselenmiş tırnaklarımı anımsıyorum sadece. Geride ne bıraktığımı bilmeden kaçtığımı bir de. Hayatımın buna bağlı olduğunu bilerek kuytularda sürüklemiş olmalıyım bedenimi. Küçük bir çocukken babamla bulduğumuz mağaranın imgesine tutunarak, hiç değilse orada ölmeliyim inadıyla günlerce yürümüş olmalıyım. Mağarayı bulabilme umudunun beni hayatta tuttuğunu şimdi anlıyorum. Kimi sabahlar oraya nasıl girdiğimi bilemediğim bir çukurda gözümü açtığımı, yattığım yerden çıkıp devam edecek gücü bulabilmenin saatler sürdüğünü hayal meyal hatırlıyorum. İyileşen her yaranın yerine yenilerinin açıldığını, açlığın verdiği ezayı, bir yudum su bulabilmenin sevincini, ayaklarımda açılan yaralardan sızan irini…

İşittiğim iniltilerin düşündüğümün aksine bedenimden yükselen sızlanmanın sesi olmadığını fark ettiğimde orayı bulmamın üzerinden birkaç gün geçmişti. Ses kendimi attığım yerin biraz daha ilerisinden geliyordu. Gidip bakmamı söyleyen iç sese bedenim şiddetle itiraz ediyor, her kimse ya da neyse ondan daha önce öleceksin iddiası ile yerinden kıpırdamayı reddediyordu. Dosta mı yoksa düşmana mı ait olduğunu bilmediğim bu iniltiyi dinleyerek karar vermeye çalıştım. Dostluk- düşmanlık ayrımının önemini yitirdiği yerde duruyor olduğumuzu akıl edebilmem içinse günün devrini tamamlaması gerekti. Sonunda ona seslenmeye karar vermemin nedeni, yanına gidecek gücümün kalmamış olmasını kabul zorunluluğuydu. Oradaki, diye seslendim. Heyy! Oradaki! İniltisini güçlükle bastırdığını tahmin edebiliyordum. Acısından büyük olmalıydı korkusu. Benden korkmasına gerek olmadığını söylemek istiyor, öte yandan ondan korkuyor olduğumu belli etmekten de çekiniyordum. Gereksiz korkulardı her ikimizinki de. Muhtemelen ölüyorduk ve bir başkasına zarar verebilecek güçten yoksunduk.

O kuru ekmek kabuğunu fırlattığında, birbirimize dair farkındalığımızın ikinci günüydü. Şaşırmanın imkânsızlığına dair kanının üstünü çizen bu armağandan çok yalnız ölmeyeceğime sevindiğimi anımsıyorum. Birbirimizi görmemizi engelleyen doğal duvarın iki yanında inildeyerek yatıyor ve önce ölen olmayı diliyorduk bir yandan da.

Ölmedik. Önce sesimizi sonra bedenimizi sürükledik birbirimize. Çantasına kim bilir, nerelerden doldurduğu nevaleyi bölüştük. Soğuk gecelerde koyun koyunalığın sıcaklığında uyuduk. Kendimizi dışarının şiddetinden sakladığımız mağarayı yuvamız bellememiz yavaş yavaş ayaklanmaya başlamamızdandı. İnsan olduğu yeri kendinin yapmaya meyilli bir varlıktı, her şeye karşın insan oluşumuzu beraberimizde getirmiştik olduğumuz yere.

Gündüzün tehlikesinde olduğumuz yerden kıpırdamıyor, sırtımızı soğuk duvarlara yaslayıp konuşuyor; gecenin inmesiyle dışarı çıkıp bizi hayatta tutacak ne varsa aceleyle toparlayıp mağaraya dönüyorduk. Çocukluk hikâyeleri, sevdaların dimağımızda bıraktığı izler, sevmenin mümkün olduğu zamanların anısı; yıllardır aklımıza getirmediğimiz yaşanmışlıklarımızı değiş tokuş ediyor, içimize sinmiş savaş meylini bastırabileceğimizi umuyorduk.

Ruh çürüyebilen bir şey, diyordu. İlk cinayetle başlayan çürümenin maktule dönüşünce sona ereceğini düşünürsün. Ama ruh ölmez, bedenle işi bitince kirini pasını dünyaya yaymaya başlar ve nefret her cesetle teneffüs edilen havaya sızar. Haklı olduğunu biliyor, ama haklı oluşundan rahatsız oluyordum. İnsanın özündeki çirkinliği görmesinin yaşadığımız yıkımla ilgisi olduğunun ikimiz de farkında; türümüze ait ve kendisinden sakındığımız varoluşsal durumumuzu bastırabildiğimiz kadar bastırmaya çalışıyorduk. Kilometrelerce uzağımızdaki şehrin sokaklarında güpegündüz yakılan cesetlerin kokusunu rüzgâr burunlarımıza taşıdıkça göz göze gelmekten çekiyorduk. Arada bir kendimi onun yanmış bedenini hayal ederken yakalıyordum. Kiminde de onun vahşi bakışlarını bana dikmiş olduğunu fark ediyor, bedenlerimiz kendini onardıkça alışıldık dürtülerin açığa çıkmamasının imkânsız olduğunu düşünüyordum.

Sonra bir gece onu öptüm. Yıllardır başka bir dudağa dokunmamış dudaklarımın titreyen acemiliğiyle öptüm onu. Şaşkınlıkla bakıştık ardından. Diğerinin canını acıtmaya odaklanmış temaslarla örselenmiş ömürlerimizi bu öpücükle avutabilirmişim gibi bir daha öptüm. Bedeninde yer etmiş yara izlerini seviyor, dudaklarımın değdiği her izi ben açmış olmayı hayal ediyordum bir yandan da. Hiçbir şeyi sevmediğim gibi sevdim onu o gece, tüm dünya savaşıyorken.


Sabaha gitmiş olacağını biliyordum. Kalırsak birimiz diğerini öldürecek, diye fısıldamıştı uykuya yenik düşmeden az önce. Bir insanın giderek de öldürülebileceğini hiç bilmediği besbelliydi.



dizin    üst    geri    ileri  

 



 10 

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız   /  yirmi yedi mart iki bin on dört     3