Savaşın ortasında bulmuştuk birbirimizi. Dünya devasa bir savaş alanıydı.
Doğa kudurmuş kışla, insan diğer bir insanla, hayvan hayvanla savaşıyor;
bitkiler birbirlerinin köklerini kurutmaya ahdetmiş görünüyorlardı.
Havada gözle görünmeyen ama orada olduklarının herkes tarafından
bilindiği öfke zerreleri uçuşuyor, canlının içine çektiği ve verdiği her
solukla eskisinden daha çok oluyorlardı. Yaşamak yorgun ve yaşlı bir
fahişenin umuda kapalı gözleri gibi sızlıyordu her birimizin içinde. Kana
bulanmış ellerimizde ölme ve öldürme bilgeliğinin ince çizgileri oluşmaya
başlıyordu. Kimse doğmuyordu, her bir canlı bir gün daha yaşamanın
kaygısıyla kuytulara çekmeye çalışıyordu bedenini. Hayatta kalma güdüsünü
diğerinin yok olmasına bağlayan varlıkların gürültülü yansımasıydı
duyulabilen seslerin neredeyse tümü.
Kiminle ya da neyle savaştığımı anımsamıyorum; parçalanmış bedenim, kana
boyanmış saçlarım ve örselenmiş tırnaklarımı anımsıyorum sadece. Geride
ne bıraktığımı bilmeden kaçtığımı bir de. Hayatımın buna bağlı olduğunu
bilerek kuytularda sürüklemiş olmalıyım bedenimi. Küçük bir çocukken
babamla bulduğumuz mağaranın imgesine tutunarak, hiç değilse orada
ölmeliyim inadıyla günlerce yürümüş olmalıyım. Mağarayı bulabilme
umudunun beni hayatta tuttuğunu şimdi anlıyorum. Kimi sabahlar oraya
nasıl girdiğimi bilemediğim bir çukurda gözümü açtığımı, yattığım yerden
çıkıp devam edecek gücü bulabilmenin saatler sürdüğünü hayal meyal
hatırlıyorum. İyileşen her yaranın yerine yenilerinin açıldığını, açlığın
verdiği ezayı, bir yudum su bulabilmenin sevincini, ayaklarımda açılan
yaralardan sızan irini…
İşittiğim iniltilerin düşündüğümün aksine bedenimden yükselen sızlanmanın
sesi olmadığını fark ettiğimde orayı bulmamın üzerinden birkaç gün
geçmişti. Ses kendimi attığım yerin biraz daha ilerisinden geliyordu.
Gidip bakmamı söyleyen iç sese bedenim şiddetle itiraz ediyor, her kimse
ya da neyse ondan daha önce öleceksin iddiası ile yerinden kıpırdamayı
reddediyordu. Dosta mı yoksa düşmana mı ait olduğunu bilmediğim bu
iniltiyi dinleyerek karar vermeye çalıştım. Dostluk- düşmanlık ayrımının
önemini yitirdiği yerde duruyor olduğumuzu akıl edebilmem içinse günün
devrini tamamlaması gerekti. Sonunda ona seslenmeye karar vermemin
nedeni, yanına gidecek gücümün kalmamış olmasını kabul zorunluluğuydu.
Oradaki, diye seslendim. Heyy! Oradaki! İniltisini güçlükle bastırdığını
tahmin edebiliyordum. Acısından büyük olmalıydı korkusu. Benden
korkmasına gerek olmadığını söylemek istiyor, öte yandan ondan korkuyor
olduğumu belli etmekten de çekiniyordum. Gereksiz korkulardı her
ikimizinki de. Muhtemelen ölüyorduk ve bir başkasına zarar verebilecek
güçten yoksunduk.
O kuru ekmek kabuğunu fırlattığında, birbirimize dair farkındalığımızın
ikinci günüydü. Şaşırmanın imkânsızlığına dair kanının üstünü çizen bu
armağandan çok yalnız ölmeyeceğime sevindiğimi anımsıyorum. Birbirimizi
görmemizi engelleyen doğal duvarın iki yanında inildeyerek yatıyor ve
önce ölen olmayı diliyorduk bir yandan da.
Ölmedik. Önce sesimizi sonra bedenimizi sürükledik birbirimize. Çantasına
kim bilir, nerelerden doldurduğu nevaleyi bölüştük. Soğuk gecelerde koyun
koyunalığın sıcaklığında uyuduk. Kendimizi dışarının şiddetinden
sakladığımız mağarayı yuvamız bellememiz yavaş yavaş ayaklanmaya
başlamamızdandı. İnsan olduğu yeri kendinin yapmaya meyilli bir varlıktı,
her şeye karşın insan oluşumuzu beraberimizde getirmiştik olduğumuz yere.
Gündüzün tehlikesinde olduğumuz yerden kıpırdamıyor, sırtımızı soğuk
duvarlara yaslayıp konuşuyor; gecenin inmesiyle dışarı çıkıp bizi hayatta
tutacak ne varsa aceleyle toparlayıp mağaraya dönüyorduk. Çocukluk
hikâyeleri, sevdaların dimağımızda bıraktığı izler, sevmenin mümkün
olduğu zamanların anısı; yıllardır aklımıza getirmediğimiz
yaşanmışlıklarımızı değiş tokuş ediyor, içimize sinmiş savaş meylini
bastırabileceğimizi umuyorduk.
Ruh çürüyebilen bir şey, diyordu. İlk cinayetle başlayan çürümenin
maktule dönüşünce sona ereceğini düşünürsün. Ama ruh ölmez, bedenle işi
bitince kirini pasını dünyaya yaymaya başlar ve nefret her cesetle
teneffüs edilen havaya sızar. Haklı olduğunu biliyor, ama haklı oluşundan
rahatsız oluyordum. İnsanın özündeki çirkinliği görmesinin yaşadığımız
yıkımla ilgisi olduğunun ikimiz de farkında; türümüze ait ve kendisinden
sakındığımız varoluşsal durumumuzu bastırabildiğimiz kadar bastırmaya
çalışıyorduk. Kilometrelerce uzağımızdaki şehrin sokaklarında güpegündüz
yakılan cesetlerin kokusunu rüzgâr burunlarımıza taşıdıkça göz göze
gelmekten çekiyorduk. Arada bir kendimi onun yanmış bedenini hayal
ederken yakalıyordum. Kiminde de onun vahşi bakışlarını bana dikmiş
olduğunu fark ediyor, bedenlerimiz kendini onardıkça alışıldık dürtülerin
açığa çıkmamasının imkânsız olduğunu düşünüyordum.
Sonra bir gece onu öptüm. Yıllardır başka bir dudağa dokunmamış
dudaklarımın titreyen acemiliğiyle öptüm onu. Şaşkınlıkla bakıştık
ardından. Diğerinin canını acıtmaya odaklanmış temaslarla örselenmiş
ömürlerimizi bu öpücükle avutabilirmişim gibi bir daha öptüm. Bedeninde
yer etmiş yara izlerini seviyor, dudaklarımın değdiği her izi ben açmış
olmayı hayal ediyordum bir yandan da. Hiçbir şeyi sevmediğim gibi sevdim
onu o gece, tüm dünya savaşıyorken.
Sabaha gitmiş olacağını biliyordum. Kalırsak birimiz diğerini öldürecek,
diye fısıldamıştı uykuya yenik düşmeden az önce. Bir insanın giderek de
öldürülebileceğini hiç bilmediği besbelliydi.