ÖYKÜ

Josef H. Kılçıksız  







ATKI


Ölümünden sonra bile bilinmezliğini koruyan bir hayat hikayesi vardı Samir’in. Ağabeyi sıra dışı bir duyarlığa sahipti. Ekonomik zorluklarla boğuştuğu dönemlerde hep yardım etmiş, hastanedeyken onu yalnız bırakmamıştı.

Çocuklar uyanmasın diye belki, ömrü sessiz bir film tadında geçmişti Samir’in. Sadece ağabeyi ve bir avuç arkadaşı katılmıştı cenazesine.

Sık sık kâbus görüyordu.Bir keresinde, «yaşamın içinden nasıl çıkacağımı bilemiyorum Nora, lütfen geri dön artık!» diye bağırdığını komşusu duymuş ve gecenin geç saatinde polis çağırmıştı.

Yataktan kalktı. Saatin kaç olduğunu anlayamaya çalıştı. Panjurların çubukları arasından sızan şey, gecenin gizlediğinden arta kalan tortu bir ışıktı.

Pencereyi açtı. Yoğun bir sis vardı dışarıda. Telaşla koşuşan insan siluetlerinin yüz çizgileri üzerlerine sinen sisin altında kaybolmuşlardı.Sadece kimi önemsiz sınır çizgileri kalmıştı.

Samir komşularının gözünde, toplumda kendine bir yer bulamamış, muhtemelen de Nora’sız yer bulamayacak olan hiçten de daha aşağı bir yaratıktı.

Bu duyguların kıvılcımını, her defasında ona tiksintiyle bakan komşuları çakıyordu. Ne de çok istiyordu kaybolmayı, varlığını unutturmayı. Aslında yoğun sis, yitip gitmek için ona eşsiz bir fırsat sunuyordu.

Sisin içinde, çocukluğundan beri için için âşık olduğu komşu kızı Nora’nın evlerinin kiremitleri seçiliyordu.

Sis, çizgilerin, renklerin, duvarların üzerine olduğu gibi hatırlamanın üzerine de sinmişti.

Gözlerini ovuşturdu, kafasını sert bir şekilde arkaya öne salladı. Nora’ya ilk defa “seni çok seviyorum” dediği günü hatırlamaya çalıştı.

Lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Paslı borudan yere su sızmıştı. Ayakları ıslandı. Bu ıslaklık hafızasını harekete geçirmişti.

Çünkü Nora’ya açıldığı o gün çok kar yağmıştı kente. Fakülteye gitmek için durağa koştururken çoraplarının içine kar suyu sızmıştı.

O gün Nora’nın dudakları bir kar tarlasında açmış iki gelincik yaprağı gibiydi.

Ona açılmadan önce, bir kasırganın kopup şehirdeki bütün karı savurmasını istemişti.

Daha fazlasını anımsamak için tramvay durağına gitmeye karar verdi. Sis pekâlâ doğanın hâfızayı çağıran sesi olabilirdi. Başka baharların bıraktığı başka hisler kalmış olabilirdi geriye.

Evden ayrılmadan önce “acaba durağı bulabilir miyim?” diye düşündü. Çünkü sis örtüsünün altında gizlenen kent aynı kent olmayabilirdi. Gece kentin bir başka kentle yer değiştirmesini sağlamış olabilirdi.

Cesaretini kıran bu düşünceleri savuşturduktan sonra evden dışarı çıktı. Evden epey uzaklaşmıştı. Bir süre soluklandı. “Acaba geri eve yolu bulabilir miyim?” diye düşündü.

“Bu kenti avucumun içi gibi tanıyorsam eğer, bu daha önceden çok uzun bir yolu seninle birlikte yürüdüğümüzdendir.” diye mırıldandı.

Daha lafını bitirmeden uzağın içindeki yol ona yanıt vermişti. Uzaklaştıkça her şeyin küçüldüğünü ve sise battığını fark etti. Anlaşılan, hayatın bir kıyısına yaklaşırken, diğerinden uzaklaşıyordu.

Bir süre daha yürüdükten sonra artık kaybolduğundan emin oldu. Boynuna kadar sise saplanmış, sezgilerin diyarında kaybolmuştu Samir.

Orada öylece dururken sanki görünmez bir kanatlı geçti üzerinden. Geniş kanatlarının gölgesi altında tadına bakmayı arzuladığı dünyanın eşiğinde olduğunu hissetti.

Anahtarlarını yoklarken paltosunun cebinde fi tarihinden kalma yarım bir sigara buldu. Yarım sigarayı içerken sis sanki gözeneklerinden sızıyor ve onu derin bir suda boğulmaktan kabaran bir batışın içine savuruyordu.

Bu sefer evini değil de tramvay durağını bulamayacağı düşüncesiyle ürperdi.

“Bir kıymık gibi aklıma saplanan sesleri, yankıları takip etmekten başka çarem yok.” diye düşündü.

Sokak lambasının aydınlattığı, örümcek ağıyla kaplı bir pencere camında Nora’nın yüzünü gördü. Ağaçların hışırtısı sustu birden. Sis gözlerinden sızdı, oluk oluk giysilerinden aktı; teriyle karıştı.

Pencere, sisin serin karanlığını camının içine emmişti. Gözlerinin etrafında mor halkalar belirmişti Nora’nın. Burun delikleri toprakla doluydu.

Pencereye yaklaştı, hohlayarak camı sildi. Nora’nın silueti nefesiyle buharlaşan camda kaybolmadan önce Samir, can alıcı soruyu ona sormayı başarmıştı: “Geçmiş doğruydu değil mi Nora, lütfen en azından bu soruya evet de!”

Anlaşılan günün sonunda elinde yanıtsız sorular ve bir avuç hüzünlü balçık kalmıştı Samir’in; ya da bir avuç hüzünlü toz. Her şeyin nasıl da bu kadar çabuk aşktan toza, sözden sessizliğe döndüğüne hayret etti.

Nora’dan sonra hayat Samir’e, zavallı sıska bir ata en zor işleri yaptıran acımasız bir rençper gibi davranıyordu.

Nora bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Samir’in bu gerçeği kabul etmesi çok zor olmuştu. İçinden bir şeyler kopmuş, ruhunun sessizlik dönemi başlamıştı. Kendi içine bile dönemeyecek kıvama gelmişti Samir.

Evin çatısına kurduğu ahşap masadaki kurumuş güvercin dışkılarını gömleğinin yeniyle temizlerken, Nora sanki karşısında çay içiyormuş gibi davranıyor, onunla yüksek sesle konuşuyordu:

“Bu masanın kenarına her iliştiğimde daha da az yalnız sayıyorum kendimi. Bu andan taşan enerjiyi hiçbir şeye değişmem. Burada sessiz sedasız otururken şu güvercinler, şu çay bardağı, karşı evin kiremitleri, bu yükseklik, bu düşüş belki sana bir şeyler söylüyordur.


Bu mevsim, tüylerini dökme vakti kuşların. Sen ki, mevsim dönümlerini derinden duyumsayan, bunu en iyi sen bilirsin. Sessizce tüy ve yaprak dökümünü, sessizce düşüşü ve sürüklenişi en iyi sen bilirsin.”

Nora’ya postalamadığı mektuplar yazıyor, sanki ondan yanıt gelmişçesine yeniden ve yeniden yazıyordu.

Bir haziran sonunda elinde bir bavul dolusu kâğıtla sokakta dolaşmaya başlaması komşuları tedirgin etmiş, sağlık görevlilerine haber vermişlerdi.

Samir kapatılmadan önce hemşireye, evde kara dut reçeli sürerek hazırladığı ekmeği Nora’nın yiyip yemediğine son kez bakmak istediğini söylemişti.

Hastabakıcı bu son isteğini kabul etmişti.

Kâğıt dolu bavulu elinden almaları mümkün olmamıştı. Boğuşma sırasında bazı mektuplar caddeye saçılmıştı. Merhametli olduğu her halinden belli hastabakıcı bunların bir deli tarafından yazılmış, kargacık burgacık notlar olmadığını anlamıştı.

Mektupların, ruhsal bir dağılmanın belirtisi, deli saçması şeyler olmalarını bekleyen Doktor “Goebbels”bile hayal kırıklığına uğramıştı. Samir akıl hastanesinin başhekimine bu lakabı takmıştı.

Bu mektuplarda, bu içten şeyleri yazmaya iten heyecana bir boyun eğiş vardı. Sonsuz bir bekleyişin coşkusu vardı bu mektuplarda.

Mektuplarda, Nora’yı talihsiz kazada kaybetmeyi tanımlanamayacak bir elem imgesiyle kendi kendine anlatmaya çalışmıştı Samir:

«Senin bana dönük, hep bana bakan gözlerini düşündüğümde saf altından bir mutluluk kaplıyor içimi. Bakışların, ipekten bir şalla korkaklığımı örtmektedir. Umarım Tanrı benden hatırlamayı esirgemez. En büyük korkum unutmak Nora. Unutursam eğer, senin özlediğini nasıl özleyebilirim? Düş kırıklıklarını, yenik olma duygusunu nasıl savuşturabilirim kafamdan?

Ruhumda koca bir ateş yanıyor. Sensiz geçen her an bu ateşi körüklüyor. Yine de kışları soğuktan çektiğim acıyı ancak sokaktaki aç köpek yavrusu çekebilir.”

Klinik durumu depresifti Samir’in. Akla çok geç gelen ya da hiç hayatta olmayan karşılıkları vardı sorularının.

Bundan sonraki dönem Samir için elektroşok tedavisi, yankılar yaratan bir kayboluş, yeniden bulunuş ve psikoterapi için yeniden hastaneye yatış dönemi oldu.

Hastanedeyken bir kâğıda şöyle yazmıştı: “Gemi su alıyor, batıyorum. Oysa gücümü ve sağlığımı geri kazanmak için elimden geleni yaptım, ama tramvay durağını yerinden sökmüşler, reçelli ekmeği de fareler yedi.”

En son komşuları onu evin çatısında cansız bulduklarında, bir yolculuğa çıkacağını sezmişçesine ellerinde kalın eldivenler, başında bere ve boynunda kırmızı-beyaz bir atkı vardı.

Nora bu atkıyı, anıları bir arada tutan kalın ipliklerden örmüştü.

Ne de olsa gittiği ülkede sürekli sis, sürekli kar vardı.

O gün Tanrı da düşmüştü gökten. Samir’in yanında boylu boyunca uzanıyordu.

O gün güneş yerdeki kırık şişe camlarına vuruyor, içlerinden ışık oklarını geçirirken kana bulanmış kısımlarını bordo bir renge büründürüyordu.

Anlaşılan cam en incinmiş yerinden kesmişti Samir’i.



içindekiler    üst    geri    ileri   





 49