DENEME

Çağrı Dahbest  







NASIL OLDU DA!


Var-lığa ilintilendirilen anlamların var-lığa geçişi üzerine.


I

Gecedir parlayan şimdi, bi’ böceğin ötüşüdür ruhumu dindiren, ağaca hafifçe yaslanırken etrafı izleyen senin üzerine çarpan rüzgârın şiiridir şimdi ellerime bulanan kalemin kömür tozları, belinin sarı tonunda eriyen aklımın sessizliğidir bu söylemler...

-Şh! Sus bak... Duyuyor musun?

İndi! Göz kapaklarımın açılmadığı o gün! Göründü! Gözümdeki perdenin indiği o gün!

Bir şekilde dindi! Bir şekilde duydu! Bir şekilde sezdi! Aklımdan düşerken eridi belki de, bi’ rüzgâr gibi yok oldu her şey gecenin içinde. Birisi üflüyor bu rüzgârı, birisi fısıldıyor etrafta. İyi de kim bu? Gözlerin ve kulakların şahitlik etmediğinde, kimliğe bürünemeyen bi’ kimsenin, herkese ve hiç kimseye benzemediğini bildiğin kimsedir o işte!

-Duydun işte!

Şimdi ışık çarpıyor gözüme... göreceklerimden sonra başım eğiliyor gördüklerimin yanında... öylece baka kalıyorum parlak yıldızlara... göğe bakarken parmağımın ucuyla değdiğim ama hissedemediğim şu karanlık bulutlar olu-veriyor karşımdaki sonsuzlukta... âh nasıl da oluveriyor olgunlaşmamış âhlar... Sanki geceleri gelecekteki anlara bulanı veriyor aklım... sessizce akan zamanın içinde sadece bakakalıyorum...

Nasıl da üzgün yere bakıyor! Nasıl! Geçmişe sığdıramadığın şarkılar oluveriyor! Bir an gece kendinden saklanırken uzandığın yatağından gördüğün tavanda oluveriyor! Geleceğe kurguladığın anlar oluveriyor! İşte oluyor, ağlarken belki, gülerken belki, hissizleşirken, yok olurken, parçalanırken, yıkılırken, ezilirken, haykırırken... ama asla var-olmuyor!

İşitiyorum şimdi! İşitiyor! Çok evvel duydum şimdi, başlangıçta duyduğum, sonda gördüğüm an var-oluyor!


“Olmayacak”

Hangi sesin hiddeti senin var-lığının benim var-lığımın içinde zuhur etmesini önleye bilir! Hangi olgu, hangi güç! Seni sevmenin doruk noktası yine en son gördüğüm an olacak, diyorum... hakikatin en ucu yine bi’ son gibi ölümle olacak, diyorum... hüznün ve huzurun doruk noktası yine son bi’ anla olacak, diyorum... seksin doruk noktası yine en ucunda ölümüyle olacak, diyorum... her şey... her şey ölümle doruk noktasına ulaşacak parlayan beline bakarken... Belinin sarı tonunda aklım erirken... Her şey... ve her şey cevap bulacak! Ölümün ucunda yeşerecek her şey çünkü...

İşte bak yine cümlenin sonunda öylece dona kaldım, işte o sessizlik, rüzgârdan daha sessiz o an... yere doğru baktığın topraktan gözlerini çektiğin son an gibi sonda bitecek her şey, her bekleyişim gibi olmayacak bu an da... bir şekilde, şeyleşmeye başladığında başlayacak o şey, işte o an ölüm olacak... Zirveye çıkacak an, işte o an görünecek, herkese ve hiç kimseye benzemeyen kimse!


-Bu kadar önemli mi ki? Neden sessizce sırtıma bakıyorsun da bir tarafa saldıracak gibi davranıyorsun?

Ses duyuyorum şimdi, geceleri kavga verdiğim kimseyle başlıyor her şey, anlıyorum o an, senin bendeki kimseliğin, benim sensizliğimin eseridir, aklımda belirmeyen senin, ben deki sensizliğindir!

-Ben sana, sendeki bensizliğimle kavga etmemeni söylemiştim! Beni nasıl ağlatıyorsun! Baksana şimdi yatağımın hangi ucundayım, yer bulamadığım evimin hangi köşesinde ve hangi dolabın içinde zamanın benimle oynadığı anları yaşıyorum! Âh gerçekten duymuyorsun beni, gerçekten bunun sadece bi’ olmayış olduğunu seziyorsun... Kavga etme! Asla etme! Yoksa...

“Sus! Yeter!”

Nasıl bi’ anda küçük kavgamla yaşama kavgayı öğretmişim, tanrıyla, şeytanın kavgasını duyuyorum, tanrı ve şeytan kavga etmeyi öğrenmiş, diyorlar, sanki ses dalgaları da tıpkı bu toplumun dişleri arasına takılı kalmış artık tanelerinin kokusu gibi yayılıyor, sanki gece daha güçlü sevişebilmek için yedikleri yemeklerin artık kokuları gibi pis, yavan ve iğrenç bi’ tonla geliyor, ses geliyor, tanrı karar vermiş deniyor, artık melek değildir şeytan, şeytan benim düşmanımdır, diyorlar. Susmuyorlar. İnsanlar susmadan nasıl yaşasın ki? Diyorum. Onların yaşamı sadece diğerlerinin yaşamını anlatmaktan ibarettir, yoksa kendisi dışındaki kimseliğin onların içinde sadece kimsesizliğe çıkacağını bilmeden en keskin hatlarıyla kimseliğini bilendir toplum. Bu hep böyledir. Böbürlenmeye gerek yok, diyorum, tanrı gelip gökten bağırmaya başlarken duyuyorum, baktığım tavanın güzelliği daha da belirgin kalıyor, tanrı haykırmaya başlıyor, seninle düşmanız artık, düşmanız, diyor şeytana, şeytan da gülüyor ve kaçıyor, artık bu denli koca savaşın eşiğinde denize vuran ölü çocuklardan başkası olmazdık, yine de tavana bakarken ölmek huzur veriyor bana, -“sahile vurmadığın için!”- yüceldiğimi, tavanın içindeki atomların hafifçe birbirlerinden ayrıldığını, yarıldığını, parçacıkların birbiriyle bağıntısını yırtarak nasıl da benden kavgayı öğrendiklerini görüyorum, artık özgürlüğe çıkıyor her şey ve her yer kan revan oluveriyor.

“Ne yaptın sen! Kendini aştın ve geri dönemeyeceksin artık, sus, sus!”

İşte başlıyor o koca savaş ve başlıyor ölümler... Durun! Durun! Ne çabuk bitti savaş böyle, ne çabuk unutuldu her şey, ne çabuk insan, insan olabildim, diyebildi! İşte bitti! Hatta çok evvel bitti o savaş ve tanrı ağlamaya başlıyor, yoksa tanrı yalnızlığından mı ağlıyor? Göğü kara bulutlar kaplıyor, şeytan gülüyor, göğün karanlığını delen güneşin ışıkları beliriyor, tavan eriyor, -“bu kadar yeter,”- insanlar etrafa saçılıyor, ben tavana bakıyor, şeytan bağırmaya başlıyor, bağırıyor tanrıya şeytan, bizim savaşımızın büyüklüğüne yer yoktur, baksana ne hale geldik! Bizim savaşımız ancak bize savaşmayı öğreten insanlığın yüreğine sığar, diyor. Tanrı yeryüzüne kendi bedenini bıraktığında acı dolu yağmuru kesip kahkaha atmaya başlıyor, oluştan var-lığa geçen tanrının hacim bulmuş var-lığı yaşama düşerken her yer yoğun bi’ rüzgâra bulanıyor, çatılar sökülüyor yerinden, yeşil çimenler göğe doğru saçılıyor, insanların saçlarının arasına sokak parkelerinin arasında kalan pislikler doluyor, HER YERE YIĞILIYOR YAŞAM! HER YERE YIĞILAN TANRI OLUYOR! Göğün ve yaşamın her yeri aydınlanıyor bi’ anda, geliyorum, diyor şeytana tanrı, her şey o sıra parçalanıyor, her insana doluyor savaş, her insan hasta oluyor bir anda ölürken...

Gördüklerimden sonra o an susuyorum, nasıl susmayayım, führer toplama kamplarını görse susardı zaten! Ben de görüp, susuyorum! Tavana bakarken gülüyor da, içimdeki sefil ses de halen var-olmaya çalışırken tavana bakıyorum,
“Görmeden yaşamaktansa, ölümle var-olmayı tercih ederim. Bir daha hiç kimse, var-olmak için haklarımı benden alamayacak. Ben ne meydanım ne de bir sebep." diye sessizce söyleniyor, gülüyorum, bana son defa acıyarak, başka hiç dostun kalmadı, diyor.

Gülüyorum, tanrı da başlıyor kahkaha atmaya, gülüyor bana, tavana bakarken dahi görüyorsun bedenini giymiş kadınların iştahla kendilerini nasıl giydiklerini, nasıl da oluyor bu olanlar, olaylar geliyor karşıma, sanki gülüyor bu sefer şeytan da, nasıl da yalnızsın, diyor. İşte başlıyor tekrar savaş, savaş dönüyor ve ben oluyor, gerçekte savaş artık Benliğin ve Var-lığın atışmasından çıkıyor, şimdi başladı işte tanrı, etrafa haykırmaya başladı, İŞTE ÖĞRENDİM ŞİMDİ RÜZGÂRIN TANRININ KAHKAHASI OLDUĞUNU, işte gördüm şimdi gerçek savaşın atıflar değil de, kendisinden ayrılan kendisini bir yere sokmak için çırpınan erkeklerin iştah savaşını. Bu savaşın silah tutmuş savaşçıları yokken, yoktur ki savaş, tanrı ve şeytan dona kalıyor, işte, işte bitmiştir her şey, diyor. Ben de gülmeye başlıyorum.

Tanrı ve şeytana katılıyorum... savaşlarının ortasına atlıyorum... bakıyorum ikisine... şimdi başlayın savaşınıza, diyorum... Hayır, hayır savaşımıza, diye tekrar ediyorum... sizin savaşınız olmasa nasıl da yaşardım ben bunca yıl, nasıl da yaşar, diyorum.


Tanrı susup, bana söylenmeye başlıyor,

Küstah! Herhangi bir var-lığın ifade edilebilmesi için onun bir şekilde var-olması mı gerekir? O halde var dediğin herhangi bi’ şeyin: durduğu, geçtiği ve oluşunu ifade edemediğinizde, bu var-olanın hiçliğinden mi bahsetmiş olacaksın? Öyleyse ben neredeyim? Var-lığa en büyük itirazı yapan benim ey alçak! Söylesene haberdar olmadığın var-olan hangi köşede gerçekleşiyor şimdi?

“Ağlama cüretkâr adam! Ağlama sevgisizliğin çiçeği! Ağlama kendini aştığını sanan her insan gibi insan! Ağlama! ”

Tanrı kahkaha atmıştı tekrar... perde sallandı. İşte, işte beni asla anlayamayacaksın, nasıl bu savaşa ortak olursun şimdi, derken ağlamayı kesmiştim. Artık ben de sizinleyim, dedim. Olmaz, dedi, güldüm ve bir kez daha güldüm, hayatımın son ağlamasından sonra tekrar bir daha güldüm, anlamıştı, tanrı korktu... şeytan kaçtı... ben de artık siz benimlesiniz, dedim. Bu sefer şeytan ve tanrı ağlamaya başladı, gökteki karanlık bulutlarını gece sahiplendi, şeytan hıçkırık sesiyle, insanın gönlündeyiz, ondayız, o’yuz, dedi! Tanrı ürperdi tekrar! Durdu! Gözleri göründü! Açıldı gözleri! Haykırdı! “VAR-LIĞA BEN DAHİ KİMSE KARŞI ÇIKAMAYACAK!” derken sustu yaşam, dindi her şey, göründü göğü gören gözler!


Güldüm, güldük... çünkü savaş yoktu artık!

“Geri dönemeyeceksin”

İşte, tanrı ve şeytan böyle var oldu, işte böyle var oldu kavga, işte böyle bitti her şey bir anda. İşte şimdi başlıyor, duran, olan ve geçen, artık var-oldu! Olan, gönüldedir! Görünen, kavgadır! Geçen, her şeyliğin içindeki andır, sonsuzluktur!

Tanrı ve şeytan bana baktı, karanlığı gösterdiler! Çık, git buradan, dediler, bana muhtaç mısınız, diye sordum, hayır, dediler. Ve o an, içimdeki her şey ölmüştü!

Artık tanrı ve şeytana hiçbir şey sormadım... Güldüm... Gözlerimi derinden açtım... Sessiz gözlerim tavana bakmaya başladı... artık anlamıştım... güldüm ve perde sallandı... gök hafifçe aydınlandı... uzandığım yatağa ışık düştü... işte her şeyliğin içindeki an... tanrı da... şeytan da bendim, en büyük savaşan da bendim, o halde savaş yoktu, silahı olan savaşçı da yoktu, bedenlerine bedenlerini giymek için uğraşan kadınlar ve kendisinden ayrılan kendisini bir yere sokmak için çırpınan erkekler vardı, tekrar güldüm, yine silah yoktu, işte şimdi ve az evvel anladım, o zaman yoktu savaş,

-Sen özgürsün, dedi üzgün kız...

“Sen özgürsün” dedi içimdeki ses...


Sen özgürsün, dedi tanrı ve şeytan...

Çok zaman geçti geçmemişken, çok evvelde büküldü her şey, her şey yokken! Dilin, zamana uyguladığı sahtelik başladığında da değil! Çünkü hiçbir zaman, zaman var-olmadı! Zaman yoktu!


“Şimdi onlara nasıl, diyeceksin”

Her şey gibi, öldükten sonra, öldüklerinde...

Şu sessizlik... Bize karşı bi’ şey... o da ancak bize çarpan bi’ ışıktır artık... çok uzaktadır, hiç gelmez benim gözlerim açıkken bana doğru ama gelir şimdi yattığım toprağa bir gün ve bileceğim o zaman işte gerçekten insanlığın bu sözleri duyduğunu ve işte o an, ben de sana bakarak ölmeyeceksin, diyeceğim!

- sürecek -
 

içindekiler    üst    geri    ileri   




 45