ÖYKÜ

Göknur Yumuşak  



 




ACI BAKLAVA


Fidan bankamatikten para çektikten sonra yolun karşısına geçip Alaca kafenin sokağa bakan açık bölümündeki bir masaya oturdu. Garson kıza “Bir simidin yarısını paket yapın, diğer yarısını bir parça peynir ve büyük bir çayla getirin lütfen,” dedi.

Kafenin karşısındaki fırın her zamanki gibi yine çok kalabalıktı. Tam buğday ekmeği, köy ekmeği, kumru ekmeği, lavaş, pide, somun, çeşit çeşit pasta börek ve tatlı satan bu fırın sanki çarşıda başka fırın yokmuş gibi müşterilerin hücumuna uğrardı, özellikle de sabahları. Bu fırının köy ekmeğinden başka hiçbir bir ekmek yemezdi Fidan diyet yaparken. Tıknaz köy ekmeği onu çok tok tutardı.
Simidini yiyip bir küçük çay daha içtikten sonra hesabı ödeyip yolun karşısına geçti. Köy ekmeği ve oğlu için somun ekmek aldı fırından. Fırından çıkıp sola dönünce vitrinindeki tatlıları gördü. Gözü hemen fıstıklı baklavaya takıldı. En çık sevdiği baklava çeşidiydi. Ama artık o acı bir baklava olmuştu o kara günden sonra. Hiç kıpırdamadan bol şuruplu ve fıstıklı baklavaya bakıyordu…


2002 Yılı-Urla’da ılık bir sonbahar sabahı. Fidan dolmuştan inerek, hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Trafik yoğun olduğu için hayli geç kalmıştı işe. Çocuklarını evde yalnız bıraktığı için üzülerek Narlıdere’den Urla’ya işe gidiyordu her gün.

Sağdaki eski Arasta çarşısını geçtikten sonra pazar kurulan sokağa girmişti Fidan. Sokakta henüz kimseler yoktu, topuklu ayakkabısından çıkan sesler sağlı sollu sıralanan eski cumbalı evlerin duvarlarına çarparak yankılanıyordu. Kimisi ömrünün son demini yaşıyordu evlerin. Sağlık ocağı sol tarafta yolun tam ortasında, Yağcılar köyünden Melahat’ın dükkanının karışışındaki taş binadaydı. Biraz yürüyünce sağa dönen köşede eski kız sanat okulunun binasını görmüştü. O bina artık kullanılmıyordu, çok yaşlıydı ve yıkılmak üzereydi. Sanat okulundan sağa dönünce on metre ileride Necati Cumalı’nın anı evi görünmüştü. Necati Cumalı’nın yaşadığı eski evin yerine iki katlı bir taş bina yapılmıştı geçen yıl, aslına uygun olarak.

Anı evini görünce gülümsemiş, açılış günüyle ilgili anısını hatırlamıştı Fidan. Öğleyin yemek tatilinde anı evinin açılış törenine gidecekti. Çok mutluydu. Yazarların evlerini gezmekten çok hoşlanırdı. Onların özellikle masaları ve daktiloları onu çok etkiler evde dolaşırken yazarla sohbet ettiğini duyumsardı.

Anı evinin bahçesine girdiğinde türkü sesleri duymuş ve radyoda çalınıyor zannetmişti. Onun ezbere bildiği ve çok sevdiği türkülerdi bunlar. Bir tanesi çok sevdiği bir deyişti.

Çocukken evlerine aşıklar gelir saz çalar deyişler söylerlerdi. Ama Fidan o amcaların söylediği deşişleri hiç sevmezdi. O hep Türk hafif müziği dinlerdi. Başına bir havlu koyar onu uzun saç gibi arkadan atkuyruğu yapardı. Televizyon o zamanlar gündüz yayın yapmadığı için kapalı olduğundan onu ayna gibi kullanır; elinde kaşıktan bir mikrofonla havludan düz saçlarını öne arkaya ve yanlara savurup dans ederek şarkı söylerdi bağıra çağıra. Kendi saçları kıvırcık olduğu için savuramazdı ve buna çok üzülürdü. Birbirine dolaşmış orlon yumağı gibi başında kımıldamadan dururlardı. Neyse ki yıllar sonra kızı ısmarladığı gibi düz saçlı doğmuştu.

Evlendikten sonra eşi saz çaldığında birlikte deyişler söylemeye başlamışlar ve ondan sonra onları sevmeye başlamıştı.

Anı evinin salonuna geçince soldaki odada sandalyelere oturmuş on beş kişinin türkü söylediğini, dört kişinin de saz çaldığını görünce çok şaşırmıştı. Çoğunluğu öğretmenlerden oluşan belediyenin türkü korosu az sonra bahçede vereceği mini konser için son provalarını yapıyordu. Fidan koroya selam vermiş ve koro şefine “Bu türküleri ezbere biliyorum ben de sizinle türkü söyleyebilir miyim?” deyince Koro şefi gülümsemiş “Buyurun oturun, memnun oluruz,” demişti. Fidan bir sandalyeye ilişmiş ve provada türkü okumuştu. Korodakiler onu beğenmiş konserde onlarla birlikte türkü okumasını teklif etmişlerdi. Fidan rüya gördüğünü sanmıştı biran. Konser başlamış bir anda kendisini kalabalık karşısında türkü söylerken bulmuştu. Çok mutlu olmuş ve daha sonra koronun düzenli elemanı olmuştu.

Necati Cumalı ona koro hediye etmişti o gün.

Biraz daha yürüyünce sağdaki hükümet konağına varmıştı. Orayı geçince yine sağda bir yıl önce Urla’da tütün ekiminin bitmesinden sonra artık tamamen kaderine terk edilen eski tütün fabrikasını görünce Urla’nın köylerinde tütün dizen kadınların siyahlaşan parmaklarını hatırlamış ve hüzünlenmişti. Bu yaşlı binaya kim bilir kaç kadının parmaklarının emeği acı tütünler gelip işlenmişti. Necati Cumalı’nın kaleminde hayat bulan acı tütün sonunda Fidan’ın gözlerinin önünde yok olmuştu sonsuza dek. Soldaki köy bakkalından her sabahki gibi simit almış ve biraz daha yürüyünce, eski tek katlı uzun ince taş binada hizmet veren İlçe Tarım Müdürlüğüne varmıştı. Merdivenleri koşarak çıkmış, koridorun sağındaki pencerede duran pembe kağıt dosyayı görünce çok sevinmişti; henüz kaldırılmamıştı imza kartonu. Odalarda kimseler yoktu. Dairede çalışanlar her sabah olduğu gibi yine çıkınlarını açmışlar, kahvaltı yapıyorlardı kamelyada. Çiftçiler gelmeye başlamışlardı birer birer. Gelen çiftçinin işi kimin göreviyle ilgili ise o kalkıyor, işini yapıyor, sonra yine kamelyaya gidip kahvaltısına devam ediyordu.

Yüzü al al olmuştu Fidan’ın koşturmaktan. Koltuğuna oturup biraz soluklanmaya başlamıştı. Yeni ayakkabıları ayağını vurduğu için serçe parmağı feryat etmişti.

Bahçedeki ağaçlara bakmıştı bir süre, artık ağaçların yaprakları kurumaya yüz tutmuştu yavaş yavaş.. Kuruyan yapraklar hüzünlendirmişti onu. Adım adım gelmeye başlayan Sonbahar bir yılın daha geride kaldığını haber veriyordu. Doğa o muhteşem kalemiyle çimlerin üstüne sarı, kahverengi ve yeşil kuru yapraklardan oluşan muhteşem bir tablo yapmıştı.

Bahçede iki kayısı, bir elma, üç nar ağacı ve beş tane de asma vardı. Kamelyanın etrafında da Hanımeli, Melisa ve Kartopunun dalları birbirleriyle sarmaş dolaş kışa hazırlanıyorlardı küçük yapraklarını dökerek. Kayısılara baktı sevgiyle. Ne çok kayısı vermişti bu yıl. Dairenin hepsi koca yaz, ye ye bitirememişler, evlerine götürüp reçeller yapmışlardı. Hele asmalar hem sarmalık yapraklar hem de kırmızı, siyah ve beyaz üzümler vermişti. Üç renk üzümden deneme yapmış, reçeli beyaz porselen kasede bir sanat eseri gibi salınmıştı gururla. Üzüm tanelerini yerken binlerce kez teşekkür etmişti doğaya Fidan.

Kaymakam da çok severdi kamelyayı; bazen o da çıkınını alır gelirdi kahvaltıya.

Küçük elma ağacına bakıp gülümsemişti Fidan. Bu yıl havalar soğuk gittiği için elma ağacında çok meyve vardı. Kış elmasıydı o. “Seni gidi yer cücesi boyuna bakmadan o kadar meyve vereceksin haa. Yerim ben senin elmalarını. Hele şuna bak dalları iyice yere değmiş. Ne yapacaksın o kadar elmayı? Daha az doğursaydın daha iri olurlardı elmaların akıllım” dedi.

Çocukluğunda mahallelerinde ki o kocaman elma ormanını hatırladı. Kendi bahçelerinde de elma ağaçları vardı ama onlarınki komşunun o insanın içinde kaybolduğu büyük bahçedeki al yanaklı elmalar gibi değildi. Kimse görmeden kardeşiyle gizlice arka bahçelerinin bitişiğindeki komşunun bahçesine geçer, en kırmızıları eteklerine doldurur, gazellere bata çıka eve koşarlardı. O elmaları annesi görmesin diye gül ağacının altına saklarlar, evcilik oynarken onlardan yemek yaparlardı kardeşiyle. Kırmızı elmanın yemeğini daha çok seviyordu bebeği. Annesi hırsızlık yaptıkları için kızdığında “ne yapayım anne, Kiraz kırmızı elmadan başkasını yemiyor” derdi dudağının büzerek.


Yüzündeki gülümseme öylece donup kalmıştı. Gözlerinden akan yaşları geriye yollayınca, yüreği sıkılmış boğulmuştu bir an.

O komşunun elma ormanı ve kendi bahçeleri artık yoktu artık. Fidan bir an kendisini çırılçıplak hissetmişti. Köksüz, yersiz, yurtsuz bir başına kalmıştı koca dünyada. 12 Eylül darbesinden önce mahallelerini faşistler ele geçirmiş, bahçelerini yok pahasına alarak onları sürgün etmişlerdi başka mahallelere. Annesi geçen kış ölmüştü Fidan’ın. Son nefesine kadar yoktan var ettiği bahçeleri için ağlamıştı kadın. On nüfus kutu gibi odaları olan o küçük eve sığışıp kalmışlardı yıllarca.

Biraz kendine gelince kahvaltılıkların olduğu poşeti alarak bahçeye çıkmıştı Fidan. Kamelyadaki büyük mermer masa doluydu. Melisa’nın olduğu tarafta arkasını nar ağacına dönerek bir sandalyeye ilişmişti. Herkes çıkınını açmış, bağıra çağıra konuşarak ve gülüşerek kahvaltılarını yapıyorlardı.

Ağaçlarda ötüşen kuşların sesleri gülüşen memurların seslerine karışıyor, onlara yere düşen yaprakların hışırtısı da katılıyordu. Bütün bir günü bu kamelyada geçirirdi birçoğu.

Fidan’da çok severdi kamelyayı; özellikle yağmur yağdığında sigarasını tüttürürken.

Fidan da çıkınını açıp, yumurtasını yemeğe başlamıştı. Necmettin Efendi ha bire çay getiriyordu kamelyaya. Arnavut göçmeniydi o. Aslında o çok iyi bir terziydi. Kadın memurlara hafta sonları elbiseler dikerdi. Onun diktiği döpiyesleri İzmir’deki terziler dikemezdi. Emeklisi olsun diye devlet kapısına girmiş, çaycılık ve odacılık yapıyordu.

Müdür de gelmişti az sonra. İki sokak ötedeki lojmanda oturuyordu. Kahvaltısını evde yapıyordu ama kamelyada çay içmeyi çok severdi. Odacı hemen ona da bir çay getirmişti. Çayını höpürdeterek içerken bir taraftan da Fidan’ı gözetliyordu yine. Fidan kaç kez onu odasının penceresinin önünde içeriyi gözetlerken görmüştü. Sesini çıkaramıyor kimseye bir şey diyemiyordu.

Biraz sonra Hatice Hanım da kamelyaya gelip, Fidan’ın karşısındaki sandalyeye oturmuştu. Boyun hizasındaki sarı kıvırcık saçlarını şöyle bir savurup dik dik bakmıştı Fidan’a.

Hatice Hanım elli yaşlarında uzun boylu mavi gözlü bir kadındı. Gençliğinde güzel olduğu her halinden belliydi. Ailesi göçmendi, mübadelede gelmişlerdi Türkiye’ye. Annesi o dört yaşındayken ölmüş babası hiç evlenmemiş, kızına bakmış yıllarca. Anlattığına göre ailesi çok varlıklıymış. Hatice hanıma üç ev ve bir dükkan bırakmış babası.

İlk çocuğunu doğurunca işten ayrılmış, on yıl aradan sonra tekrar işe dönmüş. O yüzden dairenin en büyük çalışanıydı Hatice hanım.

Tencere tencere yemek yapar, hepsi yenmediği için sonra onları çöpe dökerdi. Çok yemek yapmayı görgü kuralı sayar; az yemek pişirenleri çok ayıplardı.

Her cuma günü iki ezan arasında öğle tatilinde dairenin küçük mutfağında un helvası yapardı Hatice hanım. Kavrulmuş un kokusu tüm daireye yayılır sabırsızlıkla helvanın bitmesini beklerlerdi çalışanlar. İyice kavrularak rengi dönen unu tahta kaşıkla karıştırır, “Bakın işte böyle un yağı kusacak” derdi, tencerenin dibinde yağ birikince. Sonra şekerli soğuk suyu tencereye aktarınca cosss diye bir ses çıkar, şerbet hızla kavrulan unu yutunca göz göz olurdu helva. Tencerenin altını kapatıp helvayı demlenmeye bırakırdı erkekler namazdan gelene kadar.

Hatice hanımların kredi kartı borçları epey kabarmış, bir bankada veznedar olan kocasının maaşı borçlarını ödemeye yetmeyince arabalarını satarak borçlarını ödemek zorunda kalmışlardı. Birkaç ay sonra yeniden bir araba almak için bu kez de babasından kalan evlerden birini satışa çıkarmıştı Hatice Hanım. Tok satıcı olduklarından bir aydır istedikleri fiyatı veren bir müşteri çıkmamıştı.

Memurlar gülüşerek konuşuyor bir taraftan da kahvaltılarına devam ediyorlardı. Fidan yumurtasını bitirmiş, sıra peynire gelmişti.

Hatice Hanım dün akşam evine bakmaya gelen alıcıyı anlatmaya başlamıştı. Ama gözü hep Fidan’ın üzerindeydi. Fidan oldum olası hiç sevmezdi bu kadını. Bir türlü kanı kaynamamıştı ona nedense? Yine o bakışları hissedip rahatsız olmuştu Fidan. Bakalım yine neler anlatacak, diye de merak etmişti bir yandan da.
Hatice hanım “Dün akşam üstü eve bir müşteri geldi, elinde bir kutu baklavayla. Adam İngilizce öğretmeniymiş ticaret lisesinde. Çok kibar efendi birine benziyordu. Evi gezdirdik, çok beğendiler. Adam pek pazarlık etmedi ve aylardır istediğimiz fiyatı verdi hemen,” demişti.

Bütün memurlar susmuş merakla; müşteriyi hararetle anlatan Hatice Hanım’ı dinliyor, evi sattılar mı diye merak ediyorlardı.

Kamelyadakiler kendi aralarında mırıldansalar da kulakları Hatice Hanım’daydı. “Bizim adam çok meraklıdır, müşteriye nerelisin diye sordu. O da Dersim’liyim dedi. Sana evimi satmam, baklavanı al başına çal dedim, hadi gidin buradan, dedim,” demişti Hatice hanım.

Şerbeti kutudan taşan o bal gibi fıstıklı baklava aniden zehir gibi acı olmuştu. Konuşurken Fidan’ın gözlerinin içine bakmaya devam ediyordu Hatice Hanım. Müdür bey de badem bıyıklarını dudağının kenarıyla yalarken göz ucuyla Fidan’ı süzüyordu yine. Fidan’ın çatalı düşmüştü elinden. Ağzındaki lokmayı gevelemiş ama yutamamıştı. Birden bir yumru oturmuştu boğazına.

Müdür Fidan’a şöyle bir bakmış ve hiç konuşmamıştı. Diğer memurlar da ağızlarını açıp hiçbir şey söylememişlerdi. Az önceki gürültülü konuşmalar bitmiş, herkes sus pus Hatice Hanım’ı dinliyordu.

Fidan’ın dili lal olmuş konuşamıyordu. Yüreği kabarıyor, sözcükler ağzına hücum ediyor ama çıkamıyorlardı. Onlar geri gidiyordu Fidan söz geçiremiyordu bedenine.

Konuşabilseydi tüy gibi hafifleyecekti. Ama kulaklarında babasının sesi çınlıyordu her yerde… O ses hiç onu hiç terk etmiyordu, aradan onlarca yıl geçse bile.

“Hiçbir yerde kendinizi belli etmeyin sakın ha! Alevi olduğunuzu hiç kimseye söylemeyin, sizi öldürürler,” demişti babası çocuklarına sürekli.

Fidan dört yaşındayken bir gün babasının, dayısının dükkanını ve daha bir çok dükkanı yakmış ve yağmalamışlardı; bir gün önce Dilek sinemasında Mahsuni Şerif konser verdiği için. Fidan ne olduğunu anlayamamıştı. Ama o da evdeki herkes gibi çok korkmuş ve annesinin kucağından inmemişti bütün gece. O gün üstünde hangi elbise vardı ne yemişti kimdi hiçbir şey hatırlamıyordu. Sadece evdekilerin korku dolu gözlerini hatırlıyordu. Hiç silinmemişti o fotoğraf onlarca yıl geçse de…

Kahvaltısını toplayıp odasına gitmişti Fidan. Kamelyadan yeniden gürültülü konuşma ve kahkaha sesleri gelmeye başlamıştı. Hatice Hanım hala konuşuyordu.

Fidan kendisini boş bir çuval gibi atmıştı koltuğuna. Gözleri dolsa da inat etmiş gözyaşlarını geri yollamıştı yutkunarak. Şakakları inceden bir ağrıyordu. Böyle başlardı migren ağrısı. Hemen bir ilaç içti iyice kötülemeden.

Oda arkadaşları hala kamelyada idiler. Boğulacak gibi olmuştu. O an kendini sokaklara atıp binlerce uygarlığın yaşadığı bu şirin ilçenin sokaklarında kaybolmak istemişti. Böyle zamanlarda en büyük dostu derdinin dermanı doğaydı. Onun koynunda huzur bulurdu ancak. Şehrin meydanındaki bilge zeytinin altındaki bankta oturur sesi çıkmadan konuşurdu onunla. Onların konuşmalarını gelip geçenler duymazdı, bir tek börtü böcekler ve kuşlar duyardı. Uğur böceği yaprak bitlerini yemeye ara verir, Fidanın omzuna konarak söylediklerini dinlerdi sessizce. Hiç anlam veremezdi insanların bu kadar kötü olmalarına; Fidan’ı bu kadar üzmelerine. Uçarken, kanat sesleri Fidan’ın yüzünü okşayınca, yüzü ışıldar sevgiyle gülümserdi Fidan; böyle güzel dostları olduğu için.

Usulca, yere düşen yaprakları incitmeyen bir yağmur başlamıştı. Pencerenin önünde koyu pembe bir gül vardı. Kokulu reçellik bir güldü o. Fidan onun fidesini Elbistan’dan getirmişti iki yıl önce. Gülün üstüne düşen damlalara baktı bir süre…

Çocukken bahçelerinin kenarındaki çitin dibinde dikili koyu pembe kokulu reçellik gülleri küçük sepetine doldurur, koşarak annesine götürürdü sabahları erkenden uyanır uyanmaz . Annesi bir şişenin içine gülleri suyu ve limon tuzunu koyarak pencerenin önünde güneşte bekletirdi. Bir hafta sonra güllerin rengi ve kokusu suya geçince annesi suyunu süzer, suyuna şeker katarak şurup yapardı. Fidan kocaman bardak dolusu şurubu kaptığı gibi doğru bahçeye koşar, kiraz ağacının altında evcilik oynamaya başlardı bitişik bahçedeki evde oturan dayısının oğlu Kemal’le.


Fırından çıkan on beş yaşlarında bir çocuk Fidan’ın yanına gelip onu dürttü. “Teyze yeter artık tatlılara baktığın. Karnın doymuştur çoktan. Vitrinin önünü kapatmasın kenara çekilsin dedi usta,” deyince irkildi Fidan. Çocuğun yüzüne baktı bir süre. Derin bir uykudan uyanmıştı. Hiç konuşmadı. Yürümeye başladı.
Yolun karşısında caminin yan tarafında içinde fıskiyeli bir havuzun olduğu parka gitti. Bir banka oturarak fıskiyeyi seyretti. Suyun önce yukarı doğru zıplayıp sonra havuza düşerken çıkardığı sesi dinledi bir süre. Canı eve gitmek istemiyordu hiç. Parktan çıkıp sahile doğru epey yürüdü. Denizi görünce gülümsedi, adımlarını hızlandırdı. On beş gündür denizi görmüyordu, çok özlemişti sevgilisini. Kıyıdaki büyük taşların üstünde durarak denizi seyretmeye başladı. Akşamki fırtınadan eser yoktu. Dalgalarıyla kıyıdaki taşları dövmekten yorulan deniz iyice sakinleşmiş, şefkatle Fidan’a gülümsüyordu. “Hoş geldin nerelerdeydin ?” dedi? ”Fidan sustu, konuşmaya hali yoktu, sadece gülümsedi.
Körfezin girişinde çok büyük bir yolcu gemisi görünüyordu belli belirsiz. Geminin solunda irili ufaklı balıkçı tekneleri ve onların etrafında havada konfeti gibi uçuşan ve çığrışarak uçan martılara baktı.

Çok severdi bütün kuşları. Küçükken hep bir kuş olmak istemişti Elbistan’daki koca Şardağı’nın ardını görmek için.

Balıkçı barınağından çıkarak o açıklara doğru ilerleyen balıkçı tekneleri denizin üstünü bir ressam gibi çizerek yol alıyordu. Teknelerin arkasından o çizgiler bir süre daha kalıyor ve sonra kayboluyordu.

İyice kıyıya gitti ve yakından baktı denize. Güneş’in; suyla, taşların üstünü kaplayan yosunlarla ve rengarenk çakıl taşlarıyla dansını seyretti. Bir yeşil bir açık bir koyu mavi oluyordu deniz. Çakıl taşları elmas, zümrüt, yakut oluyordu. Bu dans, motorların pat pat sesleri ve gemilerin şehre girerken öttürdüğü düdük sesi, balıkların peşinde koşan martıların çığlıkları ve dalgalı günlerde denizin doğaya bağırma sesleri yüzünden aşıktı denize Fidan.

Epey seyretti denizi, taşların üstünde bir heykel gibi kıpırtısız durarak. Fırının vitrininin önünde yere düşen dudağının kenarındaki gülümseme yeniden yerine geçti. İçine bir ferahlık geldi, yenilendi Fidan. Bir bankta akşama kadar oturdu. Eve gitmek istemedi hiç. Güneş’in hoşça kal demesini bekledi sevgilisiyle akşama kadar konuşarak. Deniz hiçbir şey demeden hastasını dinleyen bir psikolog gibi dinliyordu onu. Sadece Fidan “Daha iki yılım var nasıl dayanırım ben bu dairedekilere,”deyince, o da dayanmalısın gel ben her zaman buradayım, kocaman kollarımı açtım seni bekliyorum. Daha yaşayacağın çok güzel yılların olacak. Boyunca kitaplar yazacak acı baklavaları tatlıya çevireceksin,” dedi.

Yazmak Fidan’ın yaşam pınarıydı. Yazmasam yaşayamam diyenlerdendi. Emekli olunca arkadaşlarıyla çıkarmaya karar verdikleri “Demokrat Urla “ gazetesi umut oldu, dayanma gücü verdi Fidan’a .

Bu arada fidan bunları düşünürken güneş denize muhteşem bir kızıllık hediye ederek körfezin karşı tarafındaki dağda usulca “Hoşça kal,” diyerek gidiyordu.

Sevgili doğası bugün de yaralarına merhem sürmüştü Fidan’ın.

Sonraki günlerde sahilde düzenli yürüyüşler yaptı, kitaplarını okudu. Deniz kocaman kollarıyla onu kucakladı her zaman. Sevgilisiyle hasret giderdi doyasıya. Psikoloğuyla dakikalarca konuştu, deniz onu gülümseyerek dinledi hep.

Kırk bir yaşında emekli olup yazarlığa başlayınca yazdıklarıyla kendini sağalttı; dili tamamen çözüldü Fidan’ın.

Babasının “Sakın hiçbir yerde kendinizi belli etmeyin, Alevi olduğunuzu söylemeyin,”dediği ve otuz beş yıldır onu terk etmeyen ses; sonunda sonsuza dek kayboldu…


10 Kasım 2020, İzmir



içindekiler    üst    geri    ileri   




 29