Fidan bankamatikten para çektikten sonra yolun karşısına geçip Alaca
kafenin sokağa bakan açık bölümündeki bir masaya oturdu. Garson kıza “Bir
simidin yarısını paket yapın, diğer yarısını bir parça peynir ve büyük
bir çayla getirin lütfen,” dedi.
Kafenin karşısındaki fırın her zamanki gibi yine çok kalabalıktı. Tam
buğday ekmeği, köy ekmeği, kumru ekmeği, lavaş, pide, somun, çeşit çeşit
pasta börek ve tatlı satan bu fırın sanki çarşıda başka fırın yokmuş gibi
müşterilerin hücumuna uğrardı, özellikle de sabahları. Bu fırının köy
ekmeğinden başka hiçbir bir ekmek yemezdi Fidan diyet yaparken. Tıknaz
köy ekmeği onu çok tok tutardı.
Simidini yiyip bir küçük çay daha içtikten sonra hesabı ödeyip yolun
karşısına geçti. Köy ekmeği ve oğlu için somun ekmek aldı fırından.
Fırından çıkıp sola dönünce vitrinindeki tatlıları gördü. Gözü hemen
fıstıklı baklavaya takıldı. En çık sevdiği baklava çeşidiydi. Ama artık o
acı bir baklava olmuştu o kara günden sonra. Hiç kıpırdamadan bol şuruplu
ve fıstıklı baklavaya bakıyordu…
2002 Yılı-Urla’da ılık bir sonbahar sabahı. Fidan dolmuştan inerek, hızlı
adımlarla yürümeye başlamıştı. Trafik yoğun olduğu için hayli geç
kalmıştı işe. Çocuklarını evde yalnız bıraktığı için üzülerek
Narlıdere’den Urla’ya işe gidiyordu her gün.
Sağdaki eski Arasta çarşısını geçtikten sonra pazar kurulan sokağa
girmişti Fidan. Sokakta henüz kimseler yoktu, topuklu ayakkabısından
çıkan sesler sağlı sollu sıralanan eski cumbalı evlerin duvarlarına
çarparak yankılanıyordu. Kimisi ömrünün son demini yaşıyordu evlerin.
Sağlık ocağı sol tarafta yolun tam ortasında, Yağcılar köyünden
Melahat’ın dükkanının karışışındaki taş binadaydı. Biraz yürüyünce sağa
dönen köşede eski kız sanat okulunun binasını görmüştü. O bina artık
kullanılmıyordu, çok yaşlıydı ve yıkılmak üzereydi. Sanat okulundan sağa
dönünce on metre ileride Necati Cumalı’nın anı evi görünmüştü. Necati
Cumalı’nın yaşadığı eski evin yerine iki katlı bir taş bina yapılmıştı
geçen yıl, aslına uygun olarak.
Anı evini görünce gülümsemiş, açılış günüyle ilgili anısını hatırlamıştı
Fidan. Öğleyin yemek tatilinde anı evinin açılış törenine gidecekti. Çok
mutluydu. Yazarların evlerini gezmekten çok hoşlanırdı. Onların özellikle
masaları ve daktiloları onu çok etkiler evde dolaşırken yazarla sohbet
ettiğini duyumsardı.
Anı evinin bahçesine girdiğinde türkü sesleri duymuş ve radyoda çalınıyor
zannetmişti. Onun ezbere bildiği ve çok sevdiği türkülerdi bunlar. Bir
tanesi çok sevdiği bir deyişti.
Çocukken evlerine aşıklar gelir saz çalar deyişler söylerlerdi. Ama Fidan
o amcaların söylediği deşişleri hiç sevmezdi. O hep Türk hafif müziği
dinlerdi. Başına bir havlu koyar onu uzun saç gibi arkadan atkuyruğu
yapardı. Televizyon o zamanlar gündüz yayın yapmadığı için kapalı
olduğundan onu ayna gibi kullanır; elinde kaşıktan bir mikrofonla
havludan düz saçlarını öne arkaya ve yanlara savurup dans ederek şarkı
söylerdi bağıra çağıra. Kendi saçları kıvırcık olduğu için savuramazdı ve
buna çok üzülürdü. Birbirine dolaşmış orlon yumağı gibi başında
kımıldamadan dururlardı. Neyse ki yıllar sonra kızı ısmarladığı gibi düz
saçlı doğmuştu.
Evlendikten sonra eşi saz çaldığında birlikte deyişler söylemeye
başlamışlar ve ondan sonra onları sevmeye başlamıştı.
Anı evinin salonuna geçince soldaki odada sandalyelere oturmuş on beş
kişinin türkü söylediğini, dört kişinin de saz çaldığını görünce çok
şaşırmıştı. Çoğunluğu öğretmenlerden oluşan belediyenin türkü korosu az
sonra bahçede vereceği mini konser için son provalarını yapıyordu. Fidan
koroya selam vermiş ve koro şefine “Bu türküleri ezbere biliyorum ben de
sizinle türkü söyleyebilir miyim?” deyince Koro şefi gülümsemiş “Buyurun
oturun, memnun oluruz,” demişti. Fidan bir sandalyeye ilişmiş ve provada
türkü okumuştu. Korodakiler onu beğenmiş konserde onlarla birlikte türkü
okumasını teklif etmişlerdi. Fidan rüya gördüğünü sanmıştı biran. Konser
başlamış bir anda kendisini kalabalık karşısında türkü söylerken
bulmuştu. Çok mutlu olmuş ve daha sonra koronun düzenli elemanı olmuştu.
Necati Cumalı ona koro hediye etmişti o gün.
Biraz daha yürüyünce sağdaki hükümet konağına varmıştı. Orayı geçince
yine sağda bir yıl önce Urla’da tütün ekiminin bitmesinden sonra artık
tamamen kaderine terk edilen eski tütün fabrikasını görünce Urla’nın
köylerinde tütün dizen kadınların siyahlaşan parmaklarını hatırlamış ve
hüzünlenmişti. Bu yaşlı binaya kim bilir kaç kadının parmaklarının emeği
acı tütünler gelip işlenmişti. Necati Cumalı’nın kaleminde hayat bulan
acı tütün sonunda Fidan’ın gözlerinin önünde yok olmuştu sonsuza dek.
Soldaki köy bakkalından her sabahki gibi simit almış ve biraz daha
yürüyünce, eski tek katlı uzun ince taş binada hizmet veren İlçe Tarım
Müdürlüğüne varmıştı. Merdivenleri koşarak çıkmış, koridorun sağındaki
pencerede duran pembe kağıt dosyayı görünce çok sevinmişti; henüz
kaldırılmamıştı imza kartonu. Odalarda kimseler yoktu. Dairede çalışanlar
her sabah olduğu gibi yine çıkınlarını açmışlar, kahvaltı yapıyorlardı
kamelyada. Çiftçiler gelmeye başlamışlardı birer birer. Gelen çiftçinin
işi kimin göreviyle ilgili ise o kalkıyor, işini yapıyor, sonra yine
kamelyaya gidip kahvaltısına devam ediyordu.
Yüzü al al olmuştu Fidan’ın koşturmaktan. Koltuğuna oturup biraz
soluklanmaya başlamıştı. Yeni ayakkabıları ayağını vurduğu için serçe
parmağı feryat etmişti.
Bahçedeki ağaçlara bakmıştı bir süre, artık ağaçların yaprakları kurumaya
yüz tutmuştu yavaş yavaş.. Kuruyan yapraklar hüzünlendirmişti onu. Adım
adım gelmeye başlayan Sonbahar bir yılın daha geride kaldığını haber
veriyordu. Doğa o muhteşem kalemiyle çimlerin üstüne sarı, kahverengi ve
yeşil kuru yapraklardan oluşan muhteşem bir tablo yapmıştı.
Bahçede iki kayısı, bir elma, üç nar ağacı ve beş tane de asma vardı.
Kamelyanın etrafında da Hanımeli, Melisa ve Kartopunun dalları
birbirleriyle sarmaş dolaş kışa hazırlanıyorlardı küçük yapraklarını
dökerek. Kayısılara baktı sevgiyle. Ne çok kayısı vermişti bu yıl.
Dairenin hepsi koca yaz, ye ye bitirememişler, evlerine götürüp reçeller
yapmışlardı. Hele asmalar hem sarmalık yapraklar hem de kırmızı, siyah ve
beyaz üzümler vermişti. Üç renk üzümden deneme yapmış, reçeli beyaz
porselen kasede bir sanat eseri gibi salınmıştı gururla. Üzüm tanelerini
yerken binlerce kez teşekkür etmişti doğaya Fidan.
Kaymakam da çok severdi kamelyayı; bazen o da çıkınını alır gelirdi
kahvaltıya.
Küçük elma ağacına bakıp gülümsemişti Fidan. Bu yıl havalar soğuk gittiği
için elma ağacında çok meyve vardı. Kış elmasıydı o. “Seni gidi yer
cücesi boyuna bakmadan o kadar meyve vereceksin haa. Yerim ben senin
elmalarını. Hele şuna bak dalları iyice yere değmiş. Ne yapacaksın o
kadar elmayı? Daha az doğursaydın daha iri olurlardı elmaların akıllım”
dedi.
Çocukluğunda mahallelerinde ki o kocaman elma ormanını hatırladı. Kendi
bahçelerinde de elma ağaçları vardı ama onlarınki komşunun o insanın
içinde kaybolduğu büyük bahçedeki al yanaklı elmalar gibi değildi. Kimse
görmeden kardeşiyle gizlice arka bahçelerinin bitişiğindeki komşunun
bahçesine geçer, en kırmızıları eteklerine doldurur, gazellere bata çıka
eve koşarlardı. O elmaları annesi görmesin diye gül ağacının altına
saklarlar, evcilik oynarken onlardan yemek yaparlardı kardeşiyle. Kırmızı
elmanın yemeğini daha çok seviyordu bebeği. Annesi hırsızlık yaptıkları
için kızdığında “ne yapayım anne, Kiraz kırmızı elmadan başkasını
yemiyor” derdi dudağının büzerek.
Yüzündeki gülümseme öylece donup kalmıştı. Gözlerinden akan yaşları
geriye yollayınca, yüreği sıkılmış boğulmuştu bir an.
O komşunun elma ormanı ve kendi bahçeleri artık yoktu artık. Fidan bir an
kendisini çırılçıplak hissetmişti. Köksüz, yersiz, yurtsuz bir başına
kalmıştı koca dünyada. 12 Eylül darbesinden önce mahallelerini faşistler
ele geçirmiş, bahçelerini yok pahasına alarak onları sürgün etmişlerdi
başka mahallelere. Annesi geçen kış ölmüştü Fidan’ın. Son nefesine kadar
yoktan var ettiği bahçeleri için ağlamıştı kadın. On nüfus kutu gibi
odaları olan o küçük eve sığışıp kalmışlardı yıllarca.
Biraz kendine gelince kahvaltılıkların olduğu poşeti alarak bahçeye
çıkmıştı Fidan. Kamelyadaki büyük mermer masa doluydu. Melisa’nın olduğu
tarafta arkasını nar ağacına dönerek bir sandalyeye ilişmişti. Herkes
çıkınını açmış, bağıra çağıra konuşarak ve gülüşerek kahvaltılarını
yapıyorlardı.
Ağaçlarda ötüşen kuşların sesleri gülüşen memurların seslerine karışıyor,
onlara yere düşen yaprakların hışırtısı da katılıyordu. Bütün bir günü bu
kamelyada geçirirdi birçoğu.
Fidan’da çok severdi kamelyayı; özellikle yağmur yağdığında sigarasını
tüttürürken.
Fidan da çıkınını açıp, yumurtasını yemeğe başlamıştı. Necmettin Efendi
ha bire çay getiriyordu kamelyaya. Arnavut göçmeniydi o. Aslında o çok
iyi bir terziydi. Kadın memurlara hafta sonları elbiseler dikerdi. Onun
diktiği döpiyesleri İzmir’deki terziler dikemezdi. Emeklisi olsun diye
devlet kapısına girmiş, çaycılık ve odacılık yapıyordu.
Müdür de gelmişti az sonra. İki sokak ötedeki lojmanda oturuyordu.
Kahvaltısını evde yapıyordu ama kamelyada çay içmeyi çok severdi. Odacı
hemen ona da bir çay getirmişti. Çayını höpürdeterek içerken bir taraftan
da Fidan’ı gözetliyordu yine. Fidan kaç kez onu odasının penceresinin
önünde içeriyi gözetlerken görmüştü. Sesini çıkaramıyor kimseye bir şey
diyemiyordu.
Biraz sonra Hatice Hanım da kamelyaya gelip, Fidan’ın karşısındaki
sandalyeye oturmuştu. Boyun hizasındaki sarı kıvırcık saçlarını şöyle bir
savurup dik dik bakmıştı Fidan’a.
Hatice Hanım elli yaşlarında uzun boylu mavi gözlü bir kadındı.
Gençliğinde güzel olduğu her halinden belliydi. Ailesi göçmendi,
mübadelede gelmişlerdi Türkiye’ye. Annesi o dört yaşındayken ölmüş babası
hiç evlenmemiş, kızına bakmış yıllarca. Anlattığına göre ailesi çok
varlıklıymış. Hatice hanıma üç ev ve bir dükkan bırakmış babası.
İlk çocuğunu doğurunca işten ayrılmış, on yıl aradan sonra tekrar işe
dönmüş. O yüzden dairenin en büyük çalışanıydı Hatice hanım.
Tencere tencere yemek yapar, hepsi yenmediği için sonra onları çöpe
dökerdi. Çok yemek yapmayı görgü kuralı sayar; az yemek pişirenleri çok
ayıplardı.
Her cuma günü iki ezan arasında öğle tatilinde dairenin küçük mutfağında
un helvası yapardı Hatice hanım. Kavrulmuş un kokusu tüm daireye yayılır
sabırsızlıkla helvanın bitmesini beklerlerdi çalışanlar. İyice kavrularak
rengi dönen unu tahta kaşıkla karıştırır, “Bakın işte böyle un yağı
kusacak” derdi, tencerenin dibinde yağ birikince. Sonra şekerli soğuk
suyu tencereye aktarınca cosss diye bir ses çıkar, şerbet hızla kavrulan
unu yutunca göz göz olurdu helva. Tencerenin altını kapatıp helvayı
demlenmeye bırakırdı erkekler namazdan gelene kadar.
Hatice hanımların kredi kartı borçları epey kabarmış, bir bankada
veznedar olan kocasının maaşı borçlarını ödemeye yetmeyince arabalarını
satarak borçlarını ödemek zorunda kalmışlardı. Birkaç ay sonra yeniden
bir araba almak için bu kez de babasından kalan evlerden birini satışa
çıkarmıştı Hatice Hanım. Tok satıcı olduklarından bir aydır istedikleri
fiyatı veren bir müşteri çıkmamıştı.
Memurlar gülüşerek konuşuyor bir taraftan da kahvaltılarına devam
ediyorlardı. Fidan yumurtasını bitirmiş, sıra peynire gelmişti.
Hatice Hanım dün akşam evine bakmaya gelen alıcıyı anlatmaya başlamıştı.
Ama gözü hep Fidan’ın üzerindeydi. Fidan oldum olası hiç sevmezdi bu
kadını. Bir türlü kanı kaynamamıştı ona nedense? Yine o bakışları
hissedip rahatsız olmuştu Fidan. Bakalım yine neler anlatacak, diye de
merak etmişti bir yandan da.
Hatice hanım “Dün akşam üstü eve bir müşteri geldi, elinde bir kutu
baklavayla. Adam İngilizce öğretmeniymiş ticaret lisesinde. Çok kibar
efendi birine benziyordu. Evi gezdirdik, çok beğendiler. Adam pek
pazarlık etmedi ve aylardır istediğimiz fiyatı verdi hemen,” demişti.
Bütün memurlar susmuş merakla; müşteriyi hararetle anlatan Hatice Hanım’ı
dinliyor, evi sattılar mı diye merak ediyorlardı.
Kamelyadakiler kendi aralarında mırıldansalar da kulakları Hatice
Hanım’daydı. “Bizim adam çok meraklıdır, müşteriye nerelisin diye sordu.
O da Dersim’liyim dedi. Sana evimi satmam, baklavanı al başına çal dedim,
hadi gidin buradan, dedim,” demişti Hatice hanım.
Şerbeti kutudan taşan o bal gibi fıstıklı baklava aniden zehir gibi acı
olmuştu. Konuşurken Fidan’ın gözlerinin içine bakmaya devam ediyordu
Hatice Hanım. Müdür bey de badem bıyıklarını dudağının kenarıyla yalarken
göz ucuyla Fidan’ı süzüyordu yine. Fidan’ın çatalı düşmüştü elinden.
Ağzındaki lokmayı gevelemiş ama yutamamıştı. Birden bir yumru oturmuştu
boğazına.
Müdür Fidan’a şöyle bir bakmış ve hiç konuşmamıştı. Diğer memurlar da
ağızlarını açıp hiçbir şey söylememişlerdi. Az önceki gürültülü
konuşmalar bitmiş, herkes sus pus Hatice Hanım’ı dinliyordu.
Fidan’ın dili lal olmuş konuşamıyordu. Yüreği kabarıyor, sözcükler ağzına
hücum ediyor ama çıkamıyorlardı. Onlar geri gidiyordu Fidan söz
geçiremiyordu bedenine.
Konuşabilseydi tüy gibi hafifleyecekti. Ama kulaklarında babasının sesi
çınlıyordu her yerde… O ses hiç onu hiç terk etmiyordu, aradan onlarca
yıl geçse bile.
“Hiçbir yerde kendinizi belli etmeyin sakın ha! Alevi olduğunuzu hiç
kimseye söylemeyin, sizi öldürürler,” demişti babası çocuklarına sürekli.
Fidan dört yaşındayken bir gün babasının, dayısının dükkanını ve daha bir
çok dükkanı yakmış ve yağmalamışlardı; bir gün önce Dilek sinemasında
Mahsuni Şerif konser verdiği için. Fidan ne olduğunu anlayamamıştı. Ama o
da evdeki herkes gibi çok korkmuş ve annesinin kucağından inmemişti bütün
gece. O gün üstünde hangi elbise vardı ne yemişti kimdi hiçbir şey
hatırlamıyordu. Sadece evdekilerin korku dolu gözlerini hatırlıyordu. Hiç
silinmemişti o fotoğraf onlarca yıl geçse de…
Kahvaltısını toplayıp odasına gitmişti Fidan. Kamelyadan yeniden
gürültülü konuşma ve kahkaha sesleri gelmeye başlamıştı. Hatice Hanım
hala konuşuyordu.
Fidan kendisini boş bir çuval gibi atmıştı koltuğuna. Gözleri dolsa da
inat etmiş gözyaşlarını geri yollamıştı yutkunarak. Şakakları inceden bir
ağrıyordu. Böyle başlardı migren ağrısı. Hemen bir ilaç içti iyice
kötülemeden.
Oda arkadaşları hala kamelyada idiler. Boğulacak gibi olmuştu. O an
kendini sokaklara atıp binlerce uygarlığın yaşadığı bu şirin ilçenin
sokaklarında kaybolmak istemişti. Böyle zamanlarda en büyük dostu
derdinin dermanı doğaydı. Onun koynunda huzur bulurdu ancak. Şehrin
meydanındaki bilge zeytinin altındaki bankta oturur sesi çıkmadan
konuşurdu onunla. Onların konuşmalarını gelip geçenler duymazdı, bir tek
börtü böcekler ve kuşlar duyardı. Uğur böceği yaprak bitlerini yemeye ara
verir, Fidanın omzuna konarak söylediklerini dinlerdi sessizce. Hiç anlam
veremezdi insanların bu kadar kötü olmalarına; Fidan’ı bu kadar
üzmelerine. Uçarken, kanat sesleri Fidan’ın yüzünü okşayınca, yüzü
ışıldar sevgiyle gülümserdi Fidan; böyle güzel dostları olduğu için.
Usulca, yere düşen yaprakları incitmeyen bir yağmur başlamıştı.
Pencerenin önünde koyu pembe bir gül vardı. Kokulu reçellik bir güldü o.
Fidan onun fidesini Elbistan’dan getirmişti iki yıl önce. Gülün üstüne
düşen damlalara baktı bir süre…
Çocukken bahçelerinin kenarındaki çitin dibinde dikili koyu pembe kokulu
reçellik gülleri küçük sepetine doldurur, koşarak annesine götürürdü
sabahları erkenden uyanır uyanmaz . Annesi bir şişenin içine gülleri suyu
ve limon tuzunu koyarak pencerenin önünde güneşte bekletirdi. Bir hafta
sonra güllerin rengi ve kokusu suya geçince annesi suyunu süzer, suyuna
şeker katarak şurup yapardı. Fidan kocaman bardak dolusu şurubu kaptığı
gibi doğru bahçeye koşar, kiraz ağacının altında evcilik oynamaya
başlardı bitişik bahçedeki evde oturan dayısının oğlu Kemal’le.
Fırından çıkan on beş yaşlarında bir çocuk Fidan’ın yanına gelip onu
dürttü. “Teyze yeter artık tatlılara baktığın. Karnın doymuştur çoktan.
Vitrinin önünü kapatmasın kenara çekilsin dedi usta,” deyince irkildi
Fidan. Çocuğun yüzüne baktı bir süre. Derin bir uykudan uyanmıştı. Hiç
konuşmadı. Yürümeye başladı.
Yolun karşısında caminin yan tarafında içinde fıskiyeli bir havuzun
olduğu parka gitti. Bir banka oturarak fıskiyeyi seyretti. Suyun önce
yukarı doğru zıplayıp sonra havuza düşerken çıkardığı sesi dinledi bir
süre. Canı eve gitmek istemiyordu hiç. Parktan çıkıp sahile doğru epey
yürüdü. Denizi görünce gülümsedi, adımlarını hızlandırdı. On beş gündür
denizi görmüyordu, çok özlemişti sevgilisini. Kıyıdaki büyük taşların
üstünde durarak denizi seyretmeye başladı. Akşamki fırtınadan eser yoktu.
Dalgalarıyla kıyıdaki taşları dövmekten yorulan deniz iyice sakinleşmiş,
şefkatle Fidan’a gülümsüyordu. “Hoş geldin nerelerdeydin ?” dedi? ”Fidan
sustu, konuşmaya hali yoktu, sadece gülümsedi.
Körfezin girişinde çok büyük bir yolcu gemisi görünüyordu belli belirsiz.
Geminin solunda irili ufaklı balıkçı tekneleri ve onların etrafında
havada konfeti gibi uçuşan ve çığrışarak uçan martılara baktı.
Çok severdi bütün kuşları. Küçükken hep bir kuş olmak istemişti
Elbistan’daki koca Şardağı’nın ardını görmek için.
Balıkçı barınağından çıkarak o açıklara doğru ilerleyen balıkçı tekneleri
denizin üstünü bir ressam gibi çizerek yol alıyordu. Teknelerin
arkasından o çizgiler bir süre daha kalıyor ve sonra kayboluyordu.
İyice kıyıya gitti ve yakından baktı denize. Güneş’in; suyla, taşların
üstünü kaplayan yosunlarla ve rengarenk çakıl taşlarıyla dansını
seyretti. Bir yeşil bir açık bir koyu mavi oluyordu deniz. Çakıl taşları
elmas, zümrüt, yakut oluyordu. Bu dans, motorların pat pat sesleri ve
gemilerin şehre girerken öttürdüğü düdük sesi, balıkların peşinde koşan
martıların çığlıkları ve dalgalı günlerde denizin doğaya bağırma sesleri
yüzünden aşıktı denize Fidan.
Epey seyretti denizi, taşların üstünde bir heykel gibi kıpırtısız
durarak. Fırının vitrininin önünde yere düşen dudağının kenarındaki
gülümseme yeniden yerine geçti. İçine bir ferahlık geldi, yenilendi
Fidan. Bir bankta akşama kadar oturdu. Eve gitmek istemedi hiç. Güneş’in
hoşça kal demesini bekledi sevgilisiyle akşama kadar konuşarak. Deniz
hiçbir şey demeden hastasını dinleyen bir psikolog gibi dinliyordu onu.
Sadece Fidan “Daha iki yılım var nasıl dayanırım ben bu
dairedekilere,”deyince, o da dayanmalısın gel ben her zaman buradayım,
kocaman kollarımı açtım seni bekliyorum. Daha yaşayacağın çok güzel
yılların olacak. Boyunca kitaplar yazacak acı baklavaları tatlıya
çevireceksin,” dedi.
Yazmak Fidan’ın yaşam pınarıydı. Yazmasam yaşayamam diyenlerdendi. Emekli
olunca arkadaşlarıyla çıkarmaya karar verdikleri “Demokrat Urla “
gazetesi umut oldu, dayanma gücü verdi Fidan’a .
Bu arada fidan bunları düşünürken güneş denize muhteşem bir kızıllık
hediye ederek körfezin karşı tarafındaki dağda usulca “Hoşça kal,”
diyerek gidiyordu.
Sevgili doğası bugün de yaralarına merhem sürmüştü Fidan’ın.
Sonraki günlerde sahilde düzenli yürüyüşler yaptı, kitaplarını okudu.
Deniz kocaman kollarıyla onu kucakladı her zaman. Sevgilisiyle hasret
giderdi doyasıya. Psikoloğuyla dakikalarca konuştu, deniz onu
gülümseyerek dinledi hep.
Kırk bir yaşında emekli olup yazarlığa başlayınca yazdıklarıyla kendini
sağalttı; dili tamamen çözüldü Fidan’ın.
Babasının “Sakın hiçbir yerde kendinizi belli etmeyin, Alevi olduğunuzu
söylemeyin,”dediği ve otuz beş yıldır onu terk etmeyen ses; sonunda
sonsuza dek kayboldu…