“Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.”
Pencereye doğru yaklaştım, hafif bir ağustos esintisi tülleri
havalandırıyordu. Yine de nemden yapış yapış hissediyordum. (Belki
şaraptan belki karanlıktandı.)
Göz gözü görmüyordu, bilmediğim bir sokağa dalgınlıkla girmiş, sonra
kaybolmuştum. Sarhoştum ama yine de korkuyordum. Köpekler bile düşmanca
gözlerle bakıyordu bana. Sonra işte o evi gördüm, pencereden taşan tüller
davetkâr bir şekilde sallanıyordu. Usulca yaklaştım, neden bilmem korkunç
bir manzarayla karşılaşacağım duygusuyla kalbim gümbür gümbür atıyordu.
Neyse ki sıradan bir manzaraydı: Gördüğüm kadarıyla az önce birileri
burada “takılmış” ve dağınıklıklarını toplamadan gitmişlerdi. Odanın her
yeri boş bira şişleriyle ve sigara izmaritleriyle doluydu. Burada her ne
olmuşsa artık “bitmişti”. Biraz kulak kabartsam belki bir kahkaha, bir
hikaye, bütün seslerin birbirine karıştığı kalabalık bir sohbetin giderek
azalan yankısını duyacaktım ama halim yoktu, üstelik -dediğim gibi-
korkuyordum.
Usulca uzaklaştım oradan, ana caddeye bir ulaşabilsem her şey daha kolay
olacaktı ama yürüdükçe kayboluyordum. Karanlık sokakta yürürken bir ses
duydum, bir erkek sesi. Birileriyle mi yoksa kendi kendine mi
konuşuyordu, emin olamadım. Dinledikçe -bir anda dank etti- bu adamın
yüksek sesle kitap okuyan biri olduğunu anladım. Köşedeki evin duvarına
dayanıp zifiri karanlıkta dinlemeye başladım.
Evet, kesinlikle yüksek sesle kitap okuyordu ve muhtemelen
yalnızdı.Kitabı başka birine değil kendisine okuyordu çünkü. Çünkü bu
sesi, bu duyguyu, bu vurguyu tanıyordum bir yerlerden, kendini ikna
etmeye çalışır gibi, anlamaya, çözmeye çalışır gibi okuyordu.
Ben de kulak kabarttım kitaba, birkaç dakika boyunca o umutsuz ses
eşliğinde kitaptaki harflerin (Kim bilir kim yazmıştı bu kitabı, kim
bilir adı, konusu neydi?) o ses eşliğinde karanlığa karışmasını dinledim.
Çok uğraşmama rağmen ben de bir şey anlamadım, yazar ne anlatmak
istiyordu, derdi neydi çözemedim.
Umutsuzlukla o karanlık köşeden ayrılmaya hazırlandığım anda kitap okuyan
ses kocaman bir kahkaha patlattı ve metni baştan ama çok daha yüksek bir
heyecanla yeniden okumaya başladı. Yerime tekrar geçtim, benzer bir
heyecanla yeniden dinlemeye başladım. Ses okudukça coşuyor, kahkahalar
atıyor, ağlıyor, inliyor, metni -o klişe tabirle- yeniden yaşıyordu.
Okuduğu her neyse onu “çözmüştü”, ona hakimdi. Evet biraz sarhoştu
(sesinden tanırım sarhoşları) ama bunun bir önemi yoktu, aradığı cenneti
bulmuştu. Ben bulamamıştım. (Oysa ben de sarhoştum.)
Merakım korkumun önüne geçti ve sırtımı dayadığım duvardan ayrılıp sesin
geldiği yere doğru yürümeye başladım. Köşeyi dönünce uzakta, ışıkları
yanan bir odanın penceresinden tüllerin sokağa doğru hafifçe sallandığını
gördüm. Tüllerin hemen gerisinde kanepeye yayılmış orta yaşlı bir adam
elindeki kitabın sayfalarını coşkuyla çeviriyordu. Hayranlıktan ve
kıskançlıktan gözlerim yaşardı, bir yandan ağlıyor, bir yandan eve doğru
yürüyordum. Epeyce yaklaşmışken odanın kapısı açıldı bir anda, yaşlıca
bir kadın kitabını okuyan adamın yanına geldi. “Sen ne zaman geldin”,
diye sordu, “Parti sabaha kadar sürer sanıyordum, saat daha iki buçuk.”
Adam kafasını okuduğu kitaptan kaldırıp “Yeni geldim” dedi, “Parti çok
güzeldi, yedik içtik eğlendik. Ama aklım kitaptaydı, ben kalkmak
isteyince de herkes dağıldı. Okuyorum. sen yat, her şey yolunda.” Kadın
şüpheyle baktı ama bir şey demedi, geldiği gibi sessizce çıktı odadan ve
kapıyı kapadı.
Pencereye yaklaştım ve bir cesaret seslendim: “İyi geceler! Parti bitince
biraz hava almak istedim ben de. Sokaklarda dolaşırken zamanın nasıl
geçtiğini unutmuşum.” Şüpheyle baktı yüzüme, bu söylediğine sen de
inanmıyorsun der gibi baktı. İçeri davet etmesini bekliyordum ama “Evet,
parti bitti” dedi. “Ben kitabıma döneyim, size iyi geceler.”
Hayal kırıklığıyla dönüp yürümeye başladım, beni eve davet etmediği için
biraz bozulmuştum ama aslında birbirimizi tanımıyorduk bile, haklıydı
yani. Yürümeye devam ettim. Kaybolmak ne tuhaf bir duygu diye düşündüm,
insana hiç olmadığı kadar özgür hissettiriyor kendini.Tanımadığım,
karanlık sokaklarda yürümeye devam ettim ama ana caddeyi bulmaya
çalışmıyordum artık, köpeklerden ve karanlığın içinde gizlenen başka
yaratıklardan da korkmuyordum. Ne söylediğini anlayamadığım o kitap içime
işlemişti.
Belki de başlangıç diye bir sorunum vardı, kendimi bir anda ağustos
esintisinin tüllerini havalandırdığı pencerenin önünde buldum o yüzden.
Pencereye doğru yaklaştım, hafif bir ağustos esintisi tülleri
havalandırıyordu. Yine de nemden yapış yapış hissediyordum. (Belki
şaraptan belki karanlıktandı.) Öyle mutsuzdum ki hiç düşünmeden içeri
girdim, ışığı yakıp boş bira şişelerinin ve sigara izmaritlerinin
arasında yürümeye başladım. Kanepenin ayağına kafasını koymuş eksik bir
yetmişlik şarabı görene kadar o odada ne işim olduğunu, ne aradığımı
bilmiyordum.
Şişeyi kaptım, tepeme diktim ve huzur içinde yere oturdum.
Ne okuyordu o adam, yazarı kimdi, ne anlatıyordu bize, neden önce
anlamayıp sonradan -hayatın sırrına vakıf olmuş gibi- coşkuya kapılmıştı,
neden kıskanıyordum onu, neden çok seviyordum ve neden onu öldürme
isteğiyle yanıp tutuşuyordum?
Şarabı yudumlarken bütün bu sorular anlamını yitirmeye başladı.
Yavaş yavaş.
Yudum yudum.
Evet karanlıktı ama nasılsa o evi bulurdum artık, kimin eviydi
bilmiyordum ama bir önemi yoktu. O adamı tanımıyordum evet, ama kimin
umurundaydı! (Bulurdum.)
Bir koca yudum daha aldım şişeden: Okuduğu kitaba gelince... Bekledim.
(Bir büyük yudum daha) Kitapların canı cehenneme! dedim, bir zamanlar
kitaplara yazılan harflerin gelecekte gireceğim ormanda yolumu bulabilmem
için serpiştirilen işaretler olduğuna inanıyordum. Belki de öyleydiler,
onları okudum ama hiç takip etmedim ve yitirdim o geleceği.
Bekle... Dedim. (Bir yudum.) Güzel dedim, işte böyle. Devam et. (Kaybol.)