ÖYKÜ

Sedat Alkaç  







Kaybolmak

                                                “Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.”


Pencereye doğru yaklaştım, hafif bir ağustos esintisi tülleri havalandırıyordu. Yine de nemden yapış yapış hissediyordum. (Belki şaraptan belki karanlıktandı.)

Göz gözü görmüyordu, bilmediğim bir sokağa dalgınlıkla girmiş, sonra kaybolmuştum. Sarhoştum ama yine de korkuyordum. Köpekler bile düşmanca gözlerle bakıyordu bana. Sonra işte o evi gördüm, pencereden taşan tüller davetkâr bir şekilde sallanıyordu. Usulca yaklaştım, neden bilmem korkunç bir manzarayla karşılaşacağım duygusuyla kalbim gümbür gümbür atıyordu. Neyse ki sıradan bir manzaraydı: Gördüğüm kadarıyla az önce birileri burada “takılmış” ve dağınıklıklarını toplamadan gitmişlerdi. Odanın her yeri boş bira şişleriyle ve sigara izmaritleriyle doluydu. Burada her ne olmuşsa artık “bitmişti”. Biraz kulak kabartsam belki bir kahkaha, bir hikaye, bütün seslerin birbirine karıştığı kalabalık bir sohbetin giderek azalan yankısını duyacaktım ama halim yoktu, üstelik -dediğim gibi- korkuyordum.

Usulca uzaklaştım oradan, ana caddeye bir ulaşabilsem her şey daha kolay olacaktı ama yürüdükçe kayboluyordum. Karanlık sokakta yürürken bir ses duydum, bir erkek sesi. Birileriyle mi yoksa kendi kendine mi konuşuyordu, emin olamadım. Dinledikçe -bir anda dank etti- bu adamın yüksek sesle kitap okuyan biri olduğunu anladım. Köşedeki evin duvarına dayanıp zifiri karanlıkta dinlemeye başladım.

Evet, kesinlikle yüksek sesle kitap okuyordu ve muhtemelen yalnızdı.Kitabı başka birine değil kendisine okuyordu çünkü. Çünkü bu sesi, bu duyguyu, bu vurguyu tanıyordum bir yerlerden, kendini ikna etmeye çalışır gibi, anlamaya, çözmeye çalışır gibi okuyordu.

Ben de kulak kabarttım kitaba, birkaç dakika boyunca o umutsuz ses eşliğinde kitaptaki harflerin (Kim bilir kim yazmıştı bu kitabı, kim bilir adı, konusu neydi?) o ses eşliğinde karanlığa karışmasını dinledim. Çok uğraşmama rağmen ben de bir şey anlamadım, yazar ne anlatmak istiyordu, derdi neydi çözemedim.

Umutsuzlukla o karanlık köşeden ayrılmaya hazırlandığım anda kitap okuyan ses kocaman bir kahkaha patlattı ve metni baştan ama çok daha yüksek bir heyecanla yeniden okumaya başladı. Yerime tekrar geçtim, benzer bir heyecanla yeniden dinlemeye başladım. Ses okudukça coşuyor, kahkahalar atıyor, ağlıyor, inliyor, metni -o klişe tabirle- yeniden yaşıyordu. Okuduğu her neyse onu “çözmüştü”, ona hakimdi. Evet biraz sarhoştu (sesinden tanırım sarhoşları) ama bunun bir önemi yoktu, aradığı cenneti bulmuştu. Ben bulamamıştım. (Oysa ben de sarhoştum.)

Merakım korkumun önüne geçti ve sırtımı dayadığım duvardan ayrılıp sesin geldiği yere doğru yürümeye başladım. Köşeyi dönünce uzakta, ışıkları yanan bir odanın penceresinden tüllerin sokağa doğru hafifçe sallandığını gördüm. Tüllerin hemen gerisinde kanepeye yayılmış orta yaşlı bir adam elindeki kitabın sayfalarını coşkuyla çeviriyordu. Hayranlıktan ve kıskançlıktan gözlerim yaşardı, bir yandan ağlıyor, bir yandan eve doğru yürüyordum. Epeyce yaklaşmışken odanın kapısı açıldı bir anda, yaşlıca bir kadın kitabını okuyan adamın yanına geldi. “Sen ne zaman geldin”, diye sordu, “Parti sabaha kadar sürer sanıyordum, saat daha iki buçuk.” Adam kafasını okuduğu kitaptan kaldırıp “Yeni geldim” dedi, “Parti çok güzeldi, yedik içtik eğlendik. Ama aklım kitaptaydı, ben kalkmak isteyince de herkes dağıldı. Okuyorum. sen yat, her şey yolunda.” Kadın şüpheyle baktı ama bir şey demedi, geldiği gibi sessizce çıktı odadan ve kapıyı kapadı.

Pencereye yaklaştım ve bir cesaret seslendim: “İyi geceler! Parti bitince biraz hava almak istedim ben de. Sokaklarda dolaşırken zamanın nasıl geçtiğini unutmuşum.” Şüpheyle baktı yüzüme, bu söylediğine sen de inanmıyorsun der gibi baktı. İçeri davet etmesini bekliyordum ama “Evet, parti bitti” dedi. “Ben kitabıma döneyim, size iyi geceler.”

Hayal kırıklığıyla dönüp yürümeye başladım, beni eve davet etmediği için biraz bozulmuştum ama aslında birbirimizi tanımıyorduk bile, haklıydı yani. Yürümeye devam ettim. Kaybolmak ne tuhaf bir duygu diye düşündüm, insana hiç olmadığı kadar özgür hissettiriyor kendini.Tanımadığım, karanlık sokaklarda yürümeye devam ettim ama ana caddeyi bulmaya çalışmıyordum artık, köpeklerden ve karanlığın içinde gizlenen başka yaratıklardan da korkmuyordum. Ne söylediğini anlayamadığım o kitap içime işlemişti.

Belki de başlangıç diye bir sorunum vardı, kendimi bir anda ağustos esintisinin tüllerini havalandırdığı pencerenin önünde buldum o yüzden. Pencereye doğru yaklaştım, hafif bir ağustos esintisi tülleri havalandırıyordu. Yine de nemden yapış yapış hissediyordum. (Belki şaraptan belki karanlıktandı.) Öyle mutsuzdum ki hiç düşünmeden içeri girdim, ışığı yakıp boş bira şişelerinin ve sigara izmaritlerinin arasında yürümeye başladım. Kanepenin ayağına kafasını koymuş eksik bir yetmişlik şarabı görene kadar o odada ne işim olduğunu, ne aradığımı bilmiyordum.

Şişeyi kaptım, tepeme diktim ve huzur içinde yere oturdum.

Ne okuyordu o adam, yazarı kimdi, ne anlatıyordu bize, neden önce anlamayıp sonradan -hayatın sırrına vakıf olmuş gibi- coşkuya kapılmıştı, neden kıskanıyordum onu, neden çok seviyordum ve neden onu öldürme isteğiyle yanıp tutuşuyordum?

Şarabı yudumlarken bütün bu sorular anlamını yitirmeye başladı.

Yavaş yavaş.

Yudum yudum.

Evet karanlıktı ama nasılsa o evi bulurdum artık, kimin eviydi bilmiyordum ama bir önemi yoktu. O adamı tanımıyordum evet, ama kimin umurundaydı! (Bulurdum.)

Bir koca yudum daha aldım şişeden: Okuduğu kitaba gelince... Bekledim. (Bir büyük yudum daha) Kitapların canı cehenneme! dedim, bir zamanlar kitaplara yazılan harflerin gelecekte gireceğim ormanda yolumu bulabilmem için serpiştirilen işaretler olduğuna inanıyordum. Belki de öyleydiler, onları okudum ama hiç takip etmedim ve yitirdim o geleceği.

Bekle... Dedim. (Bir yudum.) Güzel dedim, işte böyle. Devam et. (Kaybol.)

Bir büyük yudum daha. (Kayboldum.)


içindekiler    üst    geri    ileri   




 23