Gidilmesi gerektiğini düşünenlerle, kalınmasının daha isabetli olacağını
savunanlar arasındaki kadim tartışma, tam da beklenildiği üzere son
derece çetin, heyecanlı geçti. İlk sözü göç yanlıları aldı. Zira köklü
bir değişiklikten yana bulunanlar onlardı. Muhafazakârların bir tartışma
ortaya atmaya ya da onun parçası olmaya gereksinimi yoktu. Onlar her
zamanki gibi statükonun aynen, en iyi olasılıkla da ufak bir takım rötuş
ve makyajlarla devamından yanaydı. Dünyanın her yerinde de böyle değil
midir? İlk sözü devrimciler alır. Tabii muktedirlerce konuşmalarına göz
yumulursa; ya da muktedirler herhangi bir nedenle artık onları
susturamayacak derecede zayıf düşmüşlerse. Bahsettiğim ülkede az da olsa
demokrasi mevcuttu. Devrimci grubun söze başlamasına müsaade edildi.
Güleryüz gösterildi onlara. Teşvik bile edildiler neredeyse. ‘’Buyurun,’’
dendi. ‘’Belli ki bir derdiniz, büyük bir sıkıntınız var, içinize
atmayın, sonra kanser manser olursunuz Allah korusun, muhalefetsiz kalmak
istemeyiz doğrusu, sonra dünya bize der? Hadi durmayın, içinizden hemen
iş bilir bir sözcü seçin de, bastırmakta zorlandığınız zehirli duygu ve
fikirlerinize ustalıkla tercüman olsun. Karın ağrınız neymiş öğrenelim.
Hoş, az çok tahmin etmiyor da değiliz ya. Siz gülünç, inatçı, iflah olmaz
devrimciler oldum olası aynı şeyleri istemez, aynı saçmalıkları tutkuyla
savunmaz mısınız zaten yüzyıllardır?’’
Bu alaycı girizgâh üzerine devrimciler kendi aralarında toplanıp kısa bir
münazaranın ardından temsilcilerini seçti. Genç bir adamdı bu.
Yakışıklıydı. Bunlar yeterli meziyetler değilmiş gibi üzerine de zekiydi,
ağzı da iyi laf yapıyordu. Vakit kaybetmeden söze başladı: ‘’Yıllardır
buradayız. Ne büyüyor ne küçülüyoruz. Topraklarımız sınırlı, iklimimiz
tarıma, turizme, yaşamaya elverişli değil. Düşmanımız çok. Artık bir
şeyler yapmanın zamanı geldi. Vakit değişim, atılım vaktidir.
Arkadaşlarımla birlikte düşündük taşındık, halk olarak her şeyi göze alıp
göç ve yeni bir ülke arayışına girişme vaktinin gelip de geçtiği
konusunda hemfikir olduk. Bu bizim kaderimiz. Gerçi sizin statükocular
olduğunuzu, yürekli devrimciler ne derse desin, onlara otomatik olarak
karşı çıkacağınızı da bilmiyor, öngörmüyor değiliz. Ama yine de en
azından başlangıç olarak nezaketi, tatlı dili elden bırakmayalım dedik.
Söyleyin bakalım, siz dinozorlar sürüsü bu konuda neler düşünüyorsunuz?’’
Statükocuların bir hatipleri vardı eskiden beri. Yaşlı, akıllı, hâliyle
ağzı kalabalık, inatçı, biraz da muzır, alaycı bir kimseydi. Oturduğu
yerden konuşmaya başladı: ‘’Bu incileri ilk kez işitmiyorum değerli
delikanlım. Bu yaşa gelene kadar senin söylediklerine benzer şeyleri
belki yüz defa sabırla dinlemişimdir. Senden daha zeki, ikna gücü çok
daha yüksek onlarca devrimci ile yine burada keyifle, uzun uzun
tartıştık, yeri geldi birbirimizin yakasına da yapıştık ülkemizin
selameti için. Yaşlılarımız, bu dediklerimin doğruluğuna şahittir. Her
seferinde kazanan ben oldum tartışmayı. Şimdi saflıkla, artık bu kez
farklı bir sonuç çıkacak zannediyorsan, yanılıyorsun, daha çok beklersin
demektir. Bahse girerim yine bir şey değişmeyecek. Binlerce yıldır
yaşadığımız ana yurdumuzda kalmayı sürdüreceğiz. Yarı aç-yarı tok
yuvarlanıp gideceğiz gene. Bazen donacak, bazen sucuk gibi terleyecek,
ıslanacak, düşmanla hiç bitmeyen savaşımımızda şehitler, gaziler verecek,
nadiren de hep birlikte baharın ve o eşsiz barışın tadını çıkaracağız
atalarımızın yadigârı topraklarımızda. Ama hâlimize şükretmekten
vazgeçmeyeceğiz gene de, sizin gibi nankörlerden, güç beğenirlerden,
bozgunculardan olmayacağız. Var olmayan bir cennetin hayalini
kurmaktansa, arafın kıymetini bilecek, onu yüceltmeyi inatla
sürdüreceğiz.’’
Devrimcilerin sözcüsü bu iddialı konuşmadan etkilenmişe benzemiyordu.
Zira hepsini neredeyse ezbere biliyordu zaten. Atası, ağabeyi olan
devrimcilerden, yol göstericilerden bu karşı argümanları bolca, bıkıncaya
dek dinlemişti çocukluğunda. Hep aynı iç sıkıcı, korkak, karamsar
propaganda. Kaderciliğin yüceltilmesi. Hâlimize şükredelim, durduk yere
maceraya ne gerek var, oturun oturduğunuz yerde, başımıza icat
çıkarmayın, eski köye yeni âdet getirmeyin saçmalığı. Öyle olunca, bu
sözlerin karşılığını hazırlayıp vermesi de zor olmadı. Boğazını
temizledikten sonra yeniden konuşmaya başladı: ‘’Kendine o kadar da
güvenme bakalım geveze, kendini beğenmiş ihtiyarım. Halkın ne düşündüğünü
bilemezsin. Yapılacak demokratik bir oylama neticesinde ne karar çıkacağı
belli olmaz. Artık devir değişti. Eğitim düzeyi yükseldi. Gençler eskisi
gibi değil. Dünyayı yakından takip ediyor, yaşadıkları hayatı sürekli ve
bilinçli olarak sorguluyorlar, daha güzel, aydınlık, özgür bir dünyanın,
yarınların mümkün olduğunun farkındalar. İnternet diye bir şey var.
Statükocuların devri kapandı. Son demlerinizi yaşıyor ve gerçekte bunun
böyle olduğunu kendiniz de biliyorsunuz. Ama sırf binlerce yıllık iğrenç
saltanatınızı birkaç yılcık olsun uzatabilmek adına yapmayacağınız şey,
göze almayacağınız fenalık da yok tabii. Gençler nefret ediyor sizden,
biz tutmasak paramparça edecekler hepinizi, belki de o fırıldak, iktidar
şehvetiyle dolu gözlerinizi oyacaklar. O yüzden çok da yüksek perdeden
konuşma bakalım, kendine bu derece güvenme, zira devrim ateşi bir kez
tutuştu mu, biz devrimciler de dâhil olmak üzere kimse, hiçbir engel
duramaz artık önünde. Kendini bir at arabasında, sağlı sollu manzarayı
merakla izlerken, tıngır mıngır yolculuk ederken buluverirsin ilk
Amerikan yerleşimcileri gibi.’’
Yaşlı hatip bir kahkaha patlatıyor konuşmaya başlamadan hemen önce.
Dizlerini döve döve gülüyor. Zar-zor kendini toparladıktan, nihayet
konuşabilecek duruma geldikten sonra, ‘’Bak sevgili delikanlım,’’ diye
başlıyor, ‘’dua et ki hoşgörülü, müsamahakâr, demokrat bir insanım. Zaten
öyle olmasam, konuşmana izin vermez, hatta neler söyleyeceğini daha
baştan kelimesi kelimesine bildiğim için çoktan içeri attırmış olurdum
seni güçlü bağlantılarım sayesinde. Ama hoşgörü, anlayış da bir yere dek.
Bu kadar demokrasi, serbestiyet de biraz fazla mı geldi memlekete ne…
Aslında kızmaktan çok acıyorum sana, senin gibilere. Tamamen bir hayal
âleminde yaşıyorsun çünkü. Dolayısıyla normal şartlarda cevap vermeye
bile değer bulmazdım sözlerini ama madem bir kez daha başladık bu bin
yıllık tartışmaya ve bizi dikkatle, saygıyla dinleyen sayısız yurttaşımız
var, ister istemez ciddiye alınmaya değer sözlermiş gibi cevap vereceğim
onlara… Bir defa, gençler hakkında söylediklerin tümüyle yanlış. Onlardan
biri olmana rağmen, tam anlamıyla tanıyamamış, kavrayamamışsın gençleri.
Gençler evet, başlangıçta biraz maceracıdır, gözü karadır, arayış tutkusu
kemirir durur toy zihinlerini, ‘’Bir değişiklik olsun da isterse dünya
başımıza yıkılsın’’ diye düşünürler, kendilerine, bu hastalıklı
eğilimlerine tercüman olabilecek karizmatik, provokatör bir lider de
buldular mı, onun peşine düşmeye, yakıp yıkmaya hazırdırlar. Ama dikkat
et, gençleri kendi hâllerine bırakırsan, önlemini zamanında almazsan,
yılanı başı henüz küçükken acımasızca ezmezsen böyledir bu. Çok şükür,
biz statüko yanlısı bilge muktedirler olarak böyle bir yanlışa asla izin
vermedik, vermeyeceğiz de. Çünkü gençleri kendilerinden daha iyi tanıyor,
onları, kendilerini kalıcı zararlara uğratmaktan, geleceklerini nahak
yere karartmaktan kurtarmak adına mümkün olan her şeyi ivedilikle
yapıyor, her adımı duraksamadan, özveriyle, tam zamanında atıyoruz.
Aileler de bu konuda en büyük destekçimiz demezsem haksızlık etmiş olurum
onlara. Tabii okulları, değerli öğretmenlerimizi de unutmamalı, yabana
atmamalı. Onların da katkısı inkâr edilemez kutsal ve haklı mücadelemizin
kazanılmasında. Sen istersen tüm bunlara tıpkı yarım akıllı seleflerin
gibi beyin yıkama, gençlerin kafasını karıştırma, korku imparatorluğu
yaratma çabası, siyaseti diyebilirsin. Ama gerçek hiç de öyle değil.
Unutma ki gençlerin en büyük kaygısı, özellikle de okullarının bitmesine
yakın, geleceğin başlarına ne çoraplar öreceğidir. Gençlik dediğin göz
açıp kapayıncaya kadar geçer. Acaba ileride iyi-kötü bir iş
bulabilecekler mi, kendilerine mutlu bir aile kurabilecekler mi, yani tam
birer yetişkin olduklarında nasıl bir yaşamaları olacak? Asıl endişesi
budur onların ve yirmili yaşlarına yaklaştıklarında da bunlardan başka
şey düşünemez olurlar doğallıkla. Ve doğru yönlendirildiklerinde, bizim
ne derece haklı olduğumuzu, aslında onların iyiliğinden başka şey
istemediğimizi, siz devrimcilerin gerçekte budalalar, provokatörler,
hayal avcıları, maceraperestler, bir türlü büyüyememiş acınası ergenler
sürüsü, gizli halk düşmanları olduğunuzu hemen fark ediverir, kin duymaya
başlarlar size, bizim gibi iflah olmaz birer düzen yanlısı olup çıkarlar,
bacak kadar boylarına bakmadan gözlerini bizlerin bulunduğu yüksek
makamlara diker hatta namussuzlar. O zaman da asıl sizi parçalamak,
gözlerinizi oymak isterler haklı olarak. Tabii, biz böyle bir şeye izin
vermeyiz o başka. Zira demin de dediğim gibi güçlü bir muhalefete de
ihtiyacı var memleketin ele güne karşı.’’
Tartışmanın her iki yanı da böylelikle ikişer kez konuştuktan sonra
oylamaya geçildi ve oylama bir kez daha statükocuların kıl payı zaferi
ile sonuçlandı.