ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız  







YAĞMURLU GÜNLERDE ASLA ÖYKÜ YAZMA


Yağmur da başladı, diye geçirdi içinden. Öykü için mükemmel bir hava. Şartlar yarı yarıya oluşmuş gibiydi. Eksik ama hala. Eksikliği önemsememeye karar verdi. İçeriden olmayacak böyle, düşüncesi giderek ağır basıyordu. Bir sigara içimi gider gelirim, dedi kendine. Başlamış bulunmuşluğu tereddüt etmesinin nedeniydi. Yağmur tamam da, soğuk da bir yandan. Üşenme, dedi. Kalk. Kalkıp montunu üstüne geçirdi, ağaçlıklı yolda bir iki tur atmak yetecek gibi geliyordu. Arkadaki iğde ağaçlarına da bakarım, bir yandan da çattığını yeniden gözden geçirmek için mükemmel bir fırsat işte, daha ne istiyorsun diye sordu kendine. Belki de dışarıda olan biten, “ küçük, müstehzi damlalar” dan ibaretti. Geçilecek uzun bir koridor vardı, sonra üst kata tırmanacak az önce kat ettiğine denk bir başka koridor daha geçecekti. Tek tük insan da olacaktı yol üstünde. Başı hafifçe eğerek verilen selamlaşmalar bile zül gelecekti. Ne zül gelmiyor ki son aylarda diye düşündü. Her bir eylem niyeti, dahası, isteksizliğin karşında yenik düştüğü eyleme zorunluluğu kör topal geçip giden günlere eklendikçe ekleniyordu. Sık sık aynı cümle geçiyordu aklından: “özgürlük zorlama yokluğudur“. Cümlenin kendisiyle ne alıp veremediği olduğunu bilmiyor, olmadık yer ve zamanda aklına düşüşüne anlam veremiyor, bunun peşi sıra gelecek kötücül bir hali belli belirsiz seziyordu. Şimdi bununla uğraşma diyecek oldu kendine sonra vazgeçti. Kendine telkinlerinin ters tepişine aşinalığındandı son anda ses içermeyen sözü yutması. Bir tür öğrenilmiş çaresizlik yaşadığının farkındaydı kendine söz geçirme söz konusu olduğunda. Bunu düşünmekten de sakınmalıydı. Yeriyse bile zamanı değildi.

Çıkışa yönelecekken vazgeçip, çay ocağına uğramaya karar verdi. Aşılacak bir başka uzun koridor daha. Çay arzusu baskındı. Hızlıca çay ocağına ulaştı. Görevlinin yerinde olup olmadığını merak etti. Her seferinde yaptığı “çay taze mi?“ esprisini bekleyecekti Seyit – ki sıkılmıştı bundan – “olmaz mı hocam, benim çayım hep tazedir” cevabını yapıştıracaktı. Demliğin kapağını kaldırıp, taze çay kokusunu alabilsin diye koklamaya zorlayacaktı onu. Çay ocağına dönüp de, Seyit’in yerinde olmadığını görünce gereksiz bir rahatlama duydu. Karton iki bardağı iç içe koyup, çayı doldurdu. Çıkış kapısına yöneldi. Dışarı çıkmasıyla yüzüne çarpan hafif esintinin arasına gizlenmiş minik damlalara şaşırmadı. Hiddeti yoktu yağmurun ama hava serindi. İğde ağaçlarının olduğu yana döndü. Çayına yağmuru ekleyip ilk yudumunu aldı. Otomobil parkı için ayrılmış kısmı hızla geçti. Uzaktan iğdelerin kümelendiği yere baktı. Yaz sonu boş derslerde onların altında yaptığı okumaları, düşlere dalmaları aklına getirmeden yürüdü. Yağmur, şefkatli bir el gibi saçlarının arasına küçük temaslarını bırakıyor, esinti bedeninin hafifçe büzülmesine neden oluyordu. Öykünün zamanıydı şimdi: İhtiyaç dışı öykü. Buna kıkırdamak normaldi. Yazmanın cinneti düşündüren bir gereksinim olduğu o tuhaf yakın geçmişi ne zaman düşünse kıkırdıyordu çünkü. Şimdi açıp baktığında, “ihtiyaç öyküleri“ adını verdiği o öyküleri bir yana atmaya kıyamıyorsa da, yanlış olduklarını biliyordu. Yazmazsa ölecekmiş gibi hissettiren o dürtünün; eline, kalemine, sözüne hâkim olamamasına sebep olup; kendinden ‘ kendi dışı’ bir varlık çıkartmış olduğunu o günlerde söyleyen olsa, onları söylediklerine pişman ederdi herhalde. Hiç kimse böyle bir şey söylememiş olsa da, o söylenmemişin doğruluğunun açık olduğunun –nihayetinde– farkındaydı. Yazmak zorunda olduğun için yazmak başkaydı, yazmayı, yazanın faydasının nesnesine dönüştürmek başkanın yanında ayıptı. Bir tür edebi ahlaksızlık. Ahlaksız günlerim oldu benim de, diye düşünüp gülümsedi epeyce içte bir yerde duyduğu utancı maskeleme çabasıyla. Yeniden yeşermeye yüz tutmuş iğde ağaçlarına ulaşmıştı bu sırada. Önlerinde duraladı. Yağmurla karışık çayından yudumlar alırken, ihtiyacın zorlamasına direnmeyi öğrenmenin nelere mal olduğunu gidip şunların tomurcuğa durmuş dallarına mı fısıldasam, diye geçirdi aklından. Niyetlendiğinden vazgeçti. Bütün bunlardan bıkmıştı. Şimdi artık, öykü bir zorlanma değil bir akıl işiydi onun için. Yazmak için yazmak. Kurguyu kendi dışında tutmak, plan yapmak ve planı sözcükle, cümleyle, küçüklü büyüklü paragraflarla denkleştirmek. Yazma erdemi, dese miydi buna sağda solda? Aklımın bir köşesinde dursun şimdilik, diye düşündü. Öyle ortaya laf atıp çekilmek olmaz. Uzunca ve tatmin edici bir temele dayandırmak lazım önce. Düşünmek ve tartmak. Sormak ve başkalarını cevaba davet etmek. Daha boş bir zamanın işiydi. Dursun şimdi, dururken de olgunlaşsın. Hani ya öykü, der gibi koca bir yağmur damlası saçlarına düşünce silkindi düşüncesinden. Esinti kesilir gibi olmuşsa da üşütüyordu bir yandan da. Yürümeye davrandı, teneffüs ziline ne kadar kaldığını hesaplamaya çalışırken, şiddetini bir parça artırmış yağmura sitem eder gibi baktı başını kaldırıp.

İhtiyaç dışı öykü. Yeri, zamanı belli. Olanı olmayanı var. Akış doğrusal bir çizgide, kendisinin asla kurmayacağı gibi cümlelerden oluşan diyaloglar içeriyor, ki bu iyi kötü karakterleri de olduğunu gösteriyor. Bu güne çok benzeyen yağmurlu bir güne açılıyor öykü. Belki yağmur şimdikinden biraz daha hızlı, az daha hiddetli. Adını, “ Yağmur Sığınmacıları” koyacak öykünün, çünkü yağmurdan kaçıp, bir köhne kafeye sığınan karakterleri olacak. Kentin ara sokaklarından birinde, adı sanı duyulmamış ama çayı benim diyenine taş çıkartacak lezzette, kapıdan iliklerine kadar ıslanmış biçimde gireni, Louis Armstrong’un sesinden “There’snoyou“ şarkısının karşıladığı o şaşırtıcı kafelerden biri olacak. Yağmur yüzünden işleri açılmış, umudunun son dirhemini tüketmek üzere olan kafe sahibinin yüzüne, zorlanmanın içeri yolladığı insanları sürekli müşteriye dönüştürme düşü ve insanlara çay kahve yetiştirme telaşı yansımış olacak. Müzik seçimin kişisel oldu, diye uyarıyor tam burada kendini ve o sırada kampüs nizamiyesine ulaşmış olduğunu fark ediyor. Tam tur planladığı için geri dönmek yerine yolu epeyce uzatma pahasına ileriye, küçük hayvan bahçesinin yanından ilerleyen yürüyüş yoluna doğru yöneliyor. O kafede hangi şarkı çalsa kişisel olacak, bundan kaçış yok. Kendimi tamamen de yok sayamam ya, diye çıkışacak gibi oluyor işine burnunu sokan edebiyat dışı zihnine. Sen bir karışma hele şimdi diyor. Tutarsızlık var mı, kontrolünde lazımsın. Kafenin sahibi aceleci adımlarla müzik düzeneğinin yanına gidip çalan şarkıyı değiştirse mi acaba diye sormadan edemiyor bir yandan da. İyi de, ne çalacak? Hiçbir şey çalmasa? Olmaz, yağmurdan kaçmak için bile olsa içeri girenin ilk izlenimi sıcaklık hissetmek olmalı ki, orada bir süre zaman geçirmeyi istesin. Ve bu bir süre, biraz uzunca olmalı ki kurguladığı yakınlaşmalar ve onların beraberinde getireceği – onun zihninde çoktan hazır – diyaloglar gerçekleşebilsin. Peş peşe girecekler içeri. Gençten olanlar da olacak, elinde Bim market torbalarıyla içeri giren orta yaşlı kadınlar da. Öğle saatleri olursa, yemek arası için kendini dışarı atmış, belediyede çalışan memurlar da. Vergi dairesi memureleri de geçiyor zihninden. İş çıkışı yemek, bulaşık derken ellerinde yıllar içinde oluşmuş çatlakları son teknoloji el kremleriyle gizli hale getirmeye çabalayan, boru eteklerinin altına giydikleri, aşınma yüzünden rahatsız edici bir tıkırtı çıkaran ayakkabıları ve dip boyası çoktan gelmiş saçlarıyla daire dedikodularını şu saate ayırmış kadınlar da olabilir aralarında. Karısının parasızlıktan yakınmalarından kaçmak için kendini dışarı atmış, iş ve işçi bulma kurumunun bahçesinde vakit geçirirken yağmura yakalanmış, çaresizliği yüzüne gri bir renk olarak vurmuş orta yaşın kıyısında zayıf, avurtları çökmüş adamların görüntüsü beliriyor zihninde bir de. Görünüm ister istemez Neşet Ertaş türküsü mü olsa acaba, düşüncesini getiriyor. Kararsız kalıyor hayvan barakalarının oradan geçerken. Sevgi arsızı Alman kurdu yağmura aldırmadan barakasından çıkıp kafese doğru koşuyor. Kuyruğunu çılgınlar gibi sallarken, tehditkâr olmayan havlayışlarını bırakıyor önüne. Duralayıp etrafına bakınıyor. Köpekle konuşmaya meyilli, görecek kimse var mı kontrolünde. Hayvanların insan sesindeki şefkati ayırt etme yetenekleri onu hep şaşırtmıştır. Usul usul öyküden bahsetmeye başlıyor kurda. Şarkıyı soruyor: Sence Armstrong, abartılı mı? Köpek hafifçe başını yana eğerek bakıyor o soruları art arda sıralarken. Arada sözünü kesmek ister gibi hafifçe havlıyor. Dur daha bu taslak diyor sabırsızlığını fark ettiğinde. Şimdi zihnimizde şekillendiriyoruz. Yazarken değişebilir bütün bunlar. Armstrong da Neşet baba da bana uyar. Ama sorun da bu. Bana uyması doğru değil, uymaması da içime sinmiyor. Bak yağmur da hınzır mı hınzır; tatlı tatlı yağarken, o kadar hızlanırsa kaç kişiyi barındıracak o kafe? Kurgulanmamış karakterler girmemeli o kapıdan içeri, hangi şarkı çalıyor olursa olsun. Bu esnada yan barakadaki bölmesinden sıpa çıkıp geliyor tel örgünün yanına. Köpek başını çevirip hafifçe hırlıyor komşusuna. Sıpanın gözleri olağanüstü parlamakta. Islanacaksınız, diyor her ikisine de. Pardösülerinden, içeri girer girmez kapattıkları şemsiyelerden süzülen yağmur suları zeminde küçük birikintiler oluştururken, kafenin sahibi aldırmayacaktır o minik göletlere beklenmedik bereket yüzünden. Kafasındaki şarkı karışıklığının sıkıntısı kafe sahibinin yüzüne yansımışsa da, adam bunu gizlemekte becerikli olacak. Kafenin hızla dolmakta olan masaları arasında koşuştururken bir de şarkı sorununu düşünemez. Bu zaten onun meselesi değil, diyor sıpanın gözleri tarifsiz parıldarken. Köpeğin diğer yanındaki bölmeden tavşanlar çıkıyor birer birer. Beyazı, siyahı, alacalısı. Köpek dönüp bakmıyor bile. Belli ki kanıksamış. Köpeğe baktıkça Tom Waits düşüyor aklına: “Rain Dogs” elbette. Çok klişe bu, diyecekler mi diye her birine bakıyor tek tek. Köpeğe, sıpaya ve tavşanlara. Bim torbalı kadından endişeli bir parça. Tom Waits’den haz etmeyeceğini düşünüyor nedense. Kadının müzik yüzünden gerilmesi işine gelmiyor çünkü onu; cam kenarında oturmuş, bir yandan yağmuru izlerken bir yandan da etkili bir dize arayışına çıkmış, hafif göbekli, kendine şair dememesine rağmen şairliğinden yana şüphesi olmayan adamla konuşturmak niyetinde baştan beri. Hayatın normal akışına ters büyük – küçük her aykırılığın insanları birbirine yaklaştırdığı, olmaz gibi görünen diyalogları başlattığı aşikâr. Sokakta yürümeyi olanaksız kılan şu şiddetli yağmur bu yüzden var öyküde. Kendisine laf atan Bim torbalı kadınla yetinmek zorunda şairimiz. Oysa baştan beri gözü ve sözü, kafenin arka masalarından birinde tek başına oturan kumral uzun saçlı kadındaydı. Yüz lirayı bozduruyorsun yarım saate bir şey kalmamış oluyor diye söze başlayacak Bim poşetli kadın. Bir yandan da alışveriş torbasını işaret edecek. Sorsan ne aldın diye, diyecek. Bir şey yok içinde. İki günlük nevale. Konu ekonomiden açıldı mı, kısa zamanda siyasete kaymaması olmaz. Bim poşetli kadını işitmiş olan vergi dairesi memureleri, daire dedikodularını bir süre erteleyip, kadının alış veriş torbasına yan gözle baktıktan sonra kendi örneklerini sıralayacak; maaşın nasıl eriyip gittiğinden, ay sonunu getirmenin zorluğundan, çocukların hiç bitmeyen masraflarından söz edecekler. Her birinin gözünde bu dem vurmalar, dip boyası gelmiş saçları haklı kılacak. Yaklaşan finallerin bunaltısından, okuldaki siyasi baskılardan söz etmekte olan yan masadaki üniversiteliler seslerini alçaltacaklar. Sinemaya girip bir film izleme niyeti, gösterimdeki filmlerin boktanlığından engellenmiş olan gençten adam sıkıntıyla gözlerini dışarı çevirecek. Bir çay daha isteyip istememe arasında ikircikli kafenin kalabalıklaşmasından bunalmış, dışarıdaki yağmura endişeli gözlerle bakarken kendini aldatılmış hissedecek. İlk o gelmişti kafeye oysa. Ne yağmur vardı ne de bu kadar insan. Ve evet, Tom Waits’in sesinden “Rain Dogs”, yağmuru da kalabalığı da çağırmıştı sakin bir iki saat geçirme arzusunun tam ortasına. Hay benim şansıma diye geçirecekti aklından. Göze alamamanın asıl kayıp olduğunu, bizzat deneyimliyor oluşuna karşın yine fark etmeyecekti. Ne oluyorsa o göze alamamak yüzünden oluyordu. N’olur iki ıslansan, ölmezsin ya’yı dese dese öykünün yazarı diyebilirdi bu sıkkın adama. Ama öykünün yazarı da yeminliydi. Kişisellik yok!

Öyküde değil de, öykünün ağzında yağmakta olan ve öyküdeki kadar şiddetli olmayan yağmur hafif serpmenin ötesine geçmiş, biraz daha hızlı şimdi. Hayvan barınaklarının önündeki duraksamasından hoşnut ama git gide ıslanıyor. Hayvanlar da bıkmış gibi anlatıp durduklarından. İlgisizlikleri anbean belirginleşmeye başlıyor. Yola koyul, diyor kendine. Biraz sitem var içinde. Kurgunun sonuna doğru yağmuru göze alamayan adam yüzünden sınırı aştı aşacaktı neredeyse. Daha dikkatli ve özenli, diye uyarıyor kendini. Ortasında bıraktığı tam tur planını tamamlamak üzere yürümeye başlıyor. Zümre odasındaki masasında açık duran ve ilk cümlesi yazılmış word dosyasını getiriyor gözlerinin önüne. Çabalıyor fakat o ilk cümle bir türlü tam olarak canlanmıyor belleğinde. Binanın girişine yaklaştığında kabul etmek zorunda kalıyor. Bu öykü pırıl pırıl bir gökyüzü altında yazılmalı. Yağmurlu günlerde asla öykü yazma, diye tembihliyor kendini. Çünkü yağmur çok kişisel bir şey.
 

dizin    üst    geri    ileri  

 



  6  

 SÜJE  /  otuz birinci sayı