ayla aramızda bu görünen deniz
kısa dağlar yok
başka bir uzaklık var
onun aysarlığında var
maddeye dönüşmüş
yanıma dek gelen engebeye bak
kuş uçumu dedikleri uzaklığa bak-
eğer kıvrımlardan çatlamadıysa
başımın altındaki yastık
ayışığından kurumadıysa gitarım
kabımdaki sütü içmediyse aslan
kalbim her renkte çizgiyle
almıştır bu gece kanıma ayışığını
burada düş görmediğime inan
aslan seni bekledi-
bir güneş dönüyor sana
senin bir düşün olsun, bunu al-
kum
saatinde bir kelebek
ya da
sami baydar şiirinde olmanın halleri
“yazmak bir
oluş meselesidir; her zaman tamamlanmamış, her zaman oluşmanın
ortasındadır. ve her türden yaşanabilir veya yaşanmış deneyimin
maddesinin ötesindedir. (…) yazmak oluştan ayrılamaz; yazarak kadın oluş,
hayvan oluş, bitki oluş, algılanamaz oluş, molekül- oluş gerçekleşir ”
gilles deleuze
“edebiyat dünyanın ötesinde değildir, ama dünyanın kendisi de değildir;
şeylerin dünya var olmadan önceki mevcudiyetidir, dünya yok olduktan
sonra, ısrarla devam edendir, her şey kaybolduktan sonra inatla kalandır,
hiçbir şey var olmadığında fırlatılıp atılmış şeyler arasında kendini
gösterendir.” maurıce blanchot
“her masal bir rüya. rüyalarsa, dünyadan çıkış yolları” sami baydar
I
(*) ontolojik bir eylem olarak dil ile edebiyat
önce olan khaostu. ilk oluşu evrenin. varlık ile yokluğun sınırlarının
olmadığı, varlık ile yokluk arasındaki sınırların sürekli bir oluş ile
aşındırılıp aşıldığı, olmanın hallerinin sürekli bir oluş ile anıldığı
bir yer belki : evren… oluş... sürekli olmakta olan…
varlık sorunu var mıydı evrendeki varlıkların? bir varlık, bir oluş bir
var oluş sorunu…
ya da ontolojik bir deneyim...
bir canlıyı diğer canlıdan ayıran, üstün kılan veya aşağılarda gören
bakış, o hiyerarşik algı ilk ne zaman oluştu?…
canlılar arasındaki hiyerarşinin oluşumunun bir dil, bir beden içinde var
olmaya başlamakla ilişkisi var mıdır?
bir dil, bir beden, bir düşünce, bir dünya içinde olmanın, “dünyada olma”
durumunun, bir dünya içre oluşmanın, bilginin, deneyimin canlılar arsında
bir hiyerarşiye dönüştüğü o yer… bilgisi. deneyimi o yerin… bir dil içre
olmanın, oluşun hallerinin, duygu ile düşüncenin, akışın, bir bedende var
oluşun, cisimlenişin sınırları…
duygunun düşüncenin sınırlarının aşınıp, aşılmaya başladığı yerde bir
külfete dönüşen ve artık zul olan beden…
bir dil içinde oluşan, kötürümleşen o bedeni de aşmanın yolları var
mıdır?
başka diller, başka dünyalar… başka dünyaları başka dillerle,
metaforlarla aşmanın yolları…
dünya ile insan ile karşılaşmanın, çarpışmaların bilgisi, aşkın ve içkin
deneyimi…
engellendiği yerlerde dilin, düşüncenin, duygunun, deneyimin başka bir
bedende olamayışın imkansızlığı. sınırları…
ve o imkansızlığı o sınırları aşındırıp aşmanın, o an orada olmanın,
oluşmanın bir dili, seyri olarak melankoli... melankolik seyri bedenin.
şizofrenik seyri dilin : şiir... melankolik bir deneyim olarak şiir… bir
dilde bir bedende başka türlü olamamanın. olmazsa olmazsın öyle oluşun
dili şiir. var ile yok arasında gezinen kanatsız bir meleğin dili,
hayalleri…
var ile yok arasında gezinen bir meleğe dönüşen beden.
o meleğin bedeninde düşlerinde olmanın, oluşun halleri…
görünmez olmanın, görünürde olmamanın, kendi gizli bahçesinde açan
çiçekleri melankolinin… şiiri…
yeryüzü ile gökyüzü arasında gezinen bir kuğu edasıyla süzülen bir meleğe
dönüşen beden ve ancak o meleğin gözlerinden bakıldıkça katlanılabilir
olan dünya ve orada olmanın oraya ilişmenin zorluğu, zorunluğu.
bir meleğin gözünden baktıkça dünyaya melankolik bir seyre dönüşen dil
ile beden…
melankolik seyri bedenin ve medeniyetin dili ile normal seyrine
döndürüldüğü yer: psikiyatri.
kötürüm bir beden ve kötürüm bir dil ile “melek oluşun “ arasındaki
cereyan, medcezir. melankolik seyri dilin…
arzunun kanatları ile meleklerin kardeşliği
senaryosunu peter handke’nin yazdığı wim wenders’in “berlin üzerindeki
gökyüzü” veya “arzunun kanatları” filminde (1987) iki melek indirilir
berlin’e. o iki meleğin gözünden anlatılır her şey… bu gün ile geçmiş
arasında bir hafıza oluşturan meleklerin gözünden hikayeler. gözüyle
savaş ve yakılıp yıkılan bir şehir berlin…
filmin senaryosunu “film kitabı” okuyan oruç aruoba başka bir gözle ve
tasarımla çevirir metni. bir bölümü “cennetten inen melek” adıyla defter
dergisinin 10.sayısında yayımlanır. (haziran-ekim1989)
“çünkü ‘ölümlü’ değildir melekler : sonsuz zaman içinde, yalnızca
bilenler ve anlayanlar olarak ‘var’dırlar – yitim yoktur onlar için;
başlayan ve biten süreçler; zaman, yok. yaşamazlar, vardırlar, yalnızca.
bu yüzden de, ölümlü renkleri ve kokuları, tatları ve hazları tanımazlar-
bilirler, ama, tanımazlar.
ölümü tanımadıkları için, yaşamı da tanımazlar.
yaşamadıkları için de, ölmezler.
bu yüzden yalnızca çocuklar görür onları”
meleklerden biri damiel’dir. insan olmak istemektedir. ölümsüzlüğünü terk
ederek ölümlü insan varlığını seçer: “sonsuzluktan çıkıp, zamana girmek;
bir şeyi başlatmak – başı olan ve kaçınılmazca sonu olacak olan bir şeye
girmek – çıkacağını da bilerek girmek, tanımak, ‘daha’yı ‘artık’ı;
başlangıcı ve sonu öğrenmek – geçici şeylerin tatlarını, kokularını
bilmek
istemek
tedir ”…………..
“insan olmak, ilişki kurmaktır – bu da, kişi olmaktır.
– “olmak”, ve, “kurmak”…
insan olmak; yaşamak ve öğrenmek; tanımak ve ölmek: “olan”ın daha
olmayan, sonra olan, ve, olduktan sonra, artık olmayan, olması..”
berlin’e inen öteki melek ise cassiel’dir. filmden :
“cassiel (casiel, casziel, kafziel)-yalnızlık ve gözyaşı meleği; “ebedi
krallığın birliğini temsil eder. satürn gezegeninin yöneticilerinden
biri, aynı zamanda da yedinci göğün yönetici prenslerinden biridir;
güçler düzeninin sarim (prensler)inden biri. bazen ölçülülük meleği
olarak görünür.
cassiel, melek ölçülülüğünü koruyacak, insan olmak istemeyecek, ama,
belki, damiel’e imrenecektir – yalnız kalıp ağlayacağı ise, kesin …”
kum saatinde bir kelebek ile şiire inen melek
1962 yılıdır. türkiye. bir melek iner şiire.kendi kendini indirir o
melek.adı : sami baydar.
“var ile yok arasında” bir melek, var ile yok arasında sıkışıp
kalmanın bir dile, bir bedene hapsolmanın ağrısı, acısı melankolilisiyle
kendi imge evreninde çıkış yolları arayan bir melek. masalların, rüyaların, çocukluğun adıyla, şiirleri, resimleri, hikayeleriyle,
“dünyadan çıkış yolları"nı icat eden bir şair, bir hikayeci, bir ressam…
şairlerin, ressamların dünyasında, bir çoğu için görünmemin, görünür
olmanın, ifşa olarak var olmaların dünyasında, görünürlüğün fetişizmine,
pornografisine dahil olmadan, görünmeden yerini almanın, geri çekilmenin, dahil olmamanın, orada öyle olmaların dili başka nasıl bulunabilirdi?
hem tam ortasından, içinden, hem de dahil olmadan, dışından, saf bir
çocuk gözüyle, melek gözüyle bakabilmek dünyaya, bir ihtimal olabilir
miydi?
bir meleğin gözüyle bakış atmak dünyaya, bakabilmek, görebilmek dünyayı, nesneleri…
belki de bir kelebek. varlık ile yokluk arasında kanatsız… kum saatinde
bir kelebek…
dünyası hiç olmayan anlamaz “dünyasında hiç olmayan aşk"ı, rüyayı. çıkış
yollarına dünyanın bir barikat olan şiir. çıkışı olmayan, çıkış yollarına
dünyanın…
bilmezler. hiç bilmezler. “çıkış var mı”nın hesabını ömürleri üzerinden
yapanlar…
“çıkış var mı”nın hesabını, kitabını neden ömrümüz üzerinden yapıyoruz? “çıkış var mı”nın dilini, şiirini neden ?...
işte bu kimseciklerin aklına gelmiyor...
varlık ile yokluk arasında gezinirken kanatları yorulmak, olan, gelip
geçici olan bir dünyadan, oradan çıkış yolları arayan, yersiz yurtsuz,
mülkiyetsiz biri var…
varlık yokluk arsındaki tercihini, yaşam ile ölüm arasında değil de, tüm
bu seçeneklerin dışında görünmez bir melek olmayı tercih eden biri…
“gezerim gençliğim çiçeklenirken”
canlılar arasında bir canlı olmanın edasıyla yaklaşır şiirindeki
öznelere, öznelliklere, bir oluş içindeki hayvanlara, aslanlara,
kedilere, kuşlara.
kendi varlığını dayatmayan, durmadan kendini açan paylaşan, etrafındaki
canlılarla nefes alıp, nefes aldıran, dünyada olmanın ağrısını, acısını,
derdini, dünyadaki oluşunu öyle öyle hafifleten “anlamlandıran”
şenlendiren çiçek dünyalar ‘dan biri…
kaf şiirinden :
“örneğin verilen başka bir baykuş
gecenin derin sularında
kendi hayaline dalmış
boynunda hayal yakası.
niçin sarıyıldızlı olmasın
benim gözlerimin yumurtaları
bulanık ama saftır hayatım
cins bir hayvan gibi giderim
istiyorsan yok olmamı.
cins bir hayvan gibi giderim
bunlardır benim şekillerim
ondan ötekine akarım,
yalnızca acılar kalır sana.
ardımdan biten çimenleri gör sen
gülleri, halılar döşenmiş yolu,
kaf dağına giden
ordan döndüm kedimdi her seferinde ben.”
kendi kendinin arzusu acılar... bir kör yılan, hep kendi kuyruğunu yiyen.
bir yalnız akrep son zehrini kendine saklayan…
hayat, belki de dünyadaki o zehri başkasına akıtmak zorunda olmamak ile
kendine saklamak arasındaki gerilim :şiir, o gerilimde alınan nefes…çıkış
yollarına dünyanın kendi elleriyle bir barikat…insan merkezli dünyanın
çıkış yollarından biri belki de…sürekli bir şiir halinde olmak, süzülmek
bir kuğu edasıyla, belki de bir melek…cins bir hayvan gibi gidip ondan
ötekine ve daha ötekilere akmak arzusu…
arkadaşı ve poetik yoldaşı seyhan erözçelik, sami baydar’ın dünyada olma
halini “anlayan” en iyi gözlemleyenlerden biridir.
poetik yakınlıklarının yanı sıra dünyada olma durumları, dünyada
bulundukları yıllarda benzerlik taşır. 1962 doğumludur ikisi de. 50 yıl
kadar kalırlar dünyada. bir yıl önce gider seyhan (ağustos 2011). sami
ise 50 yaşındadır. (ekim 2012). ikisinin de varlık ile yokluğa dair
kitapları bulunmakta. “var idik yoğ idik ( seyhan ), varla yok arasında (sami).
seyhan‘ın sami’ye dair söyledikleridir :
“sami, dünyaya sanki evinin camında oturan bir çocuk gibi bakıyor.
sokakta oynamış, işini bitirmiş, oyunlar da bitmiş, ama o hâlâ dışarıyı
merak ve ilgiyle izliyor. her şeyi tekrar ve tekrar keşfeden bir çocuk.
bu çocuğun önemli ya da önemsiz bütün gördükleri aynı sakinlikte
söyleniyor: melek sakinliğinde.”
şiirlerinde, dünya ağrısından kurtulmanın yolunu, aklın kontrollü
dünyasından kaçırarak, bir çocuğun şaşkınlığı ile oluşturduğu masalsı, ironik dilsel yapı ile gerçekleştirir.
güneşin altında, bitip tükenmez bir oyun alanıdır dünya. başka bir
dünyadır orası. orada yaşanır ne yaşanırsa oyuncaklarıyla arasında. orada
hayallerde…
“oyuncak
dünya gibidir.
dünya dönerken
çocuklar gibi.” (oyuncak-1)
yalnız başına bir çocuktur o. dahil olmaz oyunlara. bu yüzden kendi kurar
oyununu. kendi kurallarıyla. kuralsızlığıyla belki de… bir parçası olduğu
oyunlarda bir oyuncağa döndürür kendini de… hem öznesi, hem nesnesi olur
oyunun...
“dünyadaki
oyuncak
benimdir.”
(oyuncak-2)
bilirdi. dünyada olmak züldür. "dünya içre bir dil, bir bedende olmak iki
kere zul.”
ve fakat: “dünya dönüşüyle güzeldir. resimlerimde böyle. iki nokta:
dikkatli bir resim. dünya dönüşüyle güzeldir.”
hiç
rastlanılmamış bir çiçek ile gece doğan bir güneş
ak zambaklar ülkesi’nin şairidir sami. dünya ile hemhal, dünya ile hem
dert. dünyaya fırlatılmışlığına nedenler arar şiirlerinde. var oluşuna
düşense “kesik kuş kafası bir dünya” “varla yok arasında” bir yerde
“çiçek dünyalar”da gezinir. alnı akıtmalı bir sirk tayı ile “çiçek
dünyalar”da dolaşır, yoldaşı olur kuğular, geyikler, tavşanlar, aslanlar
bilhassa da kediler… dünyanın yanıltmamasını ister. aralarında gizli bir
sözleşme vardır belki de dünyadaki her oluşa dair. “dünya ona aynısını anlatacak”tır. “dünya inancı”nı sarsan
“dünya efendileri“ne ise
küskündür. hayallerinin başucunda asıldır “nicholas’ın portresi” kalbinin
hiç tozlanmayan, güneş gören yerinde.
“hiç rastlanılmamış bir çiçek’ tir o
zamanın gezintisinde
geride dönmeyecek” olan. kokusunu sadece meleklerin bildiği. melankoli
çiçeği.
şiire getirilen tanımlar, tanımlamalar, sınırlamaların-lirik,
konvansiyonel, mistik, deneysel, somut, görsel vs. hiç biri de ifade
etmez onun şiirini. kendinde başlayıp, kendinde biten bir şiiri yazmıştır
sami baydar. kurtularak yer çekiminden, meleklerin gözüyle. sözcükleri
boğan dalgaların yeri yoktur onun şiirinde. yazarken hepsi durgun su
yüzüne çıkan çiçekler gibidir.
“ozanın bir benzeridir güneş” kara güneşi melankolinin. dışarıdan, dahil
olmadan, ışıklarıyla hissettirir kendini, nüfuz eder içimize gece. gece
yokluğu değildir onun. başka yerlere düşmesidir yolunun. başka yerlerdeki
üşüyen kediler ve çocuklar bekler.aşkın “yeşil alev”iyle yanıp tutuşsa
da, ne de olsa “vücut her zaman savaşır”.
farkındadır. “düş, bir orman kanunudur” ve “evin içi tuzaklarla doludur”
yol : sürer…
biyopolitik iktidarların bedenlerimiz üzerindeki tahakkümüne karşı,
insan merkezli dünya ile arasını açar. başka dünyalar, başka çıkış
yolları arar. belki de peterpan’ın ülkesine neverland’a, imge evrenine, o
sınırsız, o hayali cennete göçer. orada ışıkla ve kendinden oluşan bir
fosille doğanın sonsuzluğuna, o“ilkel dünya” ya karışır.
“ben bir resim yapacak olsam,
bir fosil yaratırdım
ışıkla benden oluşan”
baydar’ın şiirlerinde, hikayelerinde ve resimlerinde geçen “ilkel dünya”
kavramı ile kast edilen, medeniyet karşıtı bir dünyadır. dünyada olmak,
doğanın bir parçası olmanın bilgisi ve deneyimiyle, bir fosil olarak
doğaya karışmaktır onun derdi. tekçi, türcü dünya algısına karşı canlılar
arasında bir hiyerarşi gözetmeyen bir bakışla, geldiği yere doğaya dönmek
ve tüm canlılarla eşitlenmek arzusundadır.
ve gerçek göz için gizli bir duvar
sami baydar, sombahar dergisinin 14.sayısında (kasım -aralık1992) yer
alan söyleşide, kendine sorulan soruların karşılığı olsun diye değil de
şiire ve edebiyata ve “gerçek”e ilişkin içinden geçenleri bir bir söyler.
soruya bir şiiriyle cevap verir. işte o soru : “ 'gerçek' göz için de şiir
için de 'gizli bir duvar'sa elimizde kalan sadece en korktuğumuz
sözcükler midir?" ve cevabı, 1987 yılında ilk baskısı yapılan “dünya
efendileri” adlı kitabında yer alan leyla’nın süt tozu ilk dizesi ile
okuyucunun algısını ters çeviren bir şiir leyla’nın süt tozu
“korktuğunuz sözcüklerle okuyun
gerçek göz için gizli bir duvar
–şiir için de aynı-
falcının iki gözü kan
akar büyüsüyle çevrili geceye”
“(gördükleri, söyledikleri yararı olan, fakat kendisi için yapabileceği
bir şey yok.) büyüsüyle çevrilmiş bir alanın ortasında oturmuş şair.
elimizde kalan yine de en korktuğumuz sözcükler olmuyor. bunlar bir
kenara yazılıyor, kalıyor o kadar. baktığımızda gerçeğin ardında kalmış.
işte orada hepimizin geçeceği ışıklar saçan gizli cam. ışıklar saçan ve
gerçek göz için gizli bir duvar. en iyisi bir meleğe tutunup düşmemek
gökten”
aynı söyleşiden bir soru daha. sami baydar şiirinin temel taşlarını
oluşturan insan merkezli dünyanın dışında bir hayatın kapılarını aralayan
doğadaki tüm canlılarla hemhal olma ve onların gözünden dünyaya,
nesnelere bakabilmenin poetikasını ipuçlarını oluşturan bir soru : “hayvanların kabul gördüğü bir tören var
acının ülkesinde” dizesini öne çekerek soruyoruz; hayvanların, şiirinizin
temel taşlarından birini oluşturması hakkında ne dersiniz?" ve sami
baydar’ın cevabından :
“…hayvanlar ve hayvanlık sessiz, dilsiz, kimsesiz hayvan, resimlerimde de
çok hayvan var. aslan, kedi, boğa, leylek köpek, leopar, kuşlar, papağan,
melekler. leonardo’nun meryem’e müjde resmindeki cebrail nedense
profiliyle, alnıyla bana hep bir hayvanı hatırlatıyor. belki melekleri
çizerken sezgi dolu, güçlü, güzel hayvanları anımsatmalı, plastik
andırışlar karışımı. ‘ seslensem kim duyar beni melekler katından’.
“yalnızca düşmemek için sana alev pençeleri batar” ( yeşil alev –şaka)
“atma uzaklaştırma beni” der gibi. hiç bırakmayacağını söylemiş, onun da
canını acıtıyor. herhalde acının sınırsızlığına hayvanların zenginliğiyle
yazarken bir teselli bulmak. arıların dansı, leyleklerin el yazısı,
atların alnındaki yıldız –akıtma-vb. zengin bir dünya. onlar, bütün
keşfedebildiğim.”
şiire, imgenin şiirdeki yerine ve poetikasına dair ipuçları içeren bir
soru ve cevap :
-
“ölüm saati ile dünya saati arasındaki çatışkıdan doğuyor gibi şiirin.
ipin ucunu bulmak için düğümleri kesenlerden değilsin. bu imge denizinde
sözcükleri boğan dalgaların şiirini sürüklemesinden ürkmüyor musun?
anaforlar sonrası bir şair, neyin artığıdır?”
- “şiirimin çok sade olduğunu düşünüyorum. yazarken ipini ucunu bulmak
çok zorsa düğümü kesiyorum. her şey ortaya çıkıyor ve sonra bakarak
yazıyorum. sözcükleri boğan dalgalarım yok. yazarken hepsi durgun su
yüzeyine dökülmüş çiçekler gibi. onlara bakarak imgelerimi, düşüncelerimi
çıkarıyorum. sizin bu soruda sorduğunuz şeyler, benim için kötü şiirin
tanımı gibi, imge denizinde sözcükleri boğan dalgalarla boğulan
şiir.anlamadım. ölümle dünya arasında kalmış birinin şiiri bu çatışkıdan
doğuyorsa her şey kesin ve nettir. anaforlar sonrası herkes
yaşatılanların ve yaşadıklarının artığıdır.“
okuyucunun algısını ters çeviren bir şiir leyla’nın süt tozu şiiri.
deliler koğuşunun duvarlarının bile sustuğu yerden dile gelir şiir.
kırılmış dizelerden oluşan şiirde birden bire hızlanır her şey, birden
bire un ufak olur. ekinler biçilir birden, buğdaylar öğütülür, un olur ve
una bulanır insanlar. siyah siyah göveren serumlarla ezilir un ufak olan
yaprakların bataklığında bir nilüfer çiçeğine dönüşmeyi düşleyenler… en
az nilüferler kadar hastadırlar.
biyopolitik
iktidarların bedenlerimiz üzerindeki tahakkümünü meşru kılmakla görevli
psikiyatri kurumunun çarkları arasında
öğütülüp, unu ufak edilip, sağlığı gasp edilen ve bir ilaç bağımlısı
kılınanlar. ilaç bağımlısı yapıldıktan sonra artık tedavin bitti
normalsin denilerek kendi dünyalarına terk edilenler…
sami baydar da
içlerindeydi. işte bu yüzden dış dünyanın şiddetine, acımasızlığına karşı
bir ipek böceği edasıyla kendi kozasını örer. belki de dünyadan çıkış
yollarıdır, şiirleri. resimlerindeki, hikayelerindeki aslanlar, melekler,
kuğular kedilerle birlikte oluşturdukları kendi dünyalarına kaçış
çizgileri dünyadan…
“bir deliler koğuşunda duvarlar bile susmuştur ekin
ler biçilmiş buğdaylar öğütülmüştür de sanki insan
lar bu una bulanmıştır. gizli yuvarında siyah si
yah göveren serumlarda ezilmiş erimiş yaprakların
bataklığında bir nilüfer çiçeği olmayı düşlerler en
az nilüferler kadar hasta ve sanrıl.”
“kiraz ağacım japonya” şiirinden dizeler :
……………………
“boş odalara giriyorum, boş yataklar görüyorum,
hayvanlarımı her gece zehirlemişler, yürek yerleriyle”
“kendi şiirimin toprak hattıyım. göğün
gündüzle leyleğe gülümsediği yerde
gerginleşmiş bir zincir kopar hep
……………..
ben leyleğin el yazmasıyım bu gece de
gözlerimde kalmalıyım.
oğlum sana gönderiyorum
akrebi alırsın yazından
………
bütün ömrümde kanaryanın
sarısını izleyip
şiir yazılsa da
kelebeğin içinde kaybolduğu mandolin
kullanılmamalı
…………………..
bilmiyorduk, o zamanlar harfler
hayvanların kanatlarını deliyor muydu”
dizelerinde de görüldüğü gibi hayvanların dünyasından akıyor sözcükler.
hayvanların acısına ortak olmanın diline dönüşüyor şiir. kendi şiirinin
toprak hattı ve leyleğin el yazması olunca şair,giderek artıyor kaygısı
ve her gece zehirlenen hayvanların, mandolin‘in içinde hapis kalmış
kanaryanın da sesi oluyor. kendi geçmişine yönelik sorgulayıcı
göndermeleriyle dünyanın, dilin, şiirin, harflerin şiddetinden korumaya
çalışıyor hayvanları.
"sol anahtarıdır benim kalbim” şiirin öznesi kim
şiiri yazan öznenin, dünyada olmaklığının, insan olma, şair olma halinin,
dünyada bir dil, bir beden içindeki konumunun sınırlarının aşılıp
aşındırılmasına ve ötesine geçilerek bir insan -hayvan oluşunun da
ötesine geçilerek kendini tüm doğadaki tüm canlı nesnelerle eşit kılan
bir canlı oluşun seslenişine tanık oluyoruz sami baydar şiirinde.
tüm olma hallerinin -insan, hayvan, kadın, erkek, sanatçı, şair,
anne, baba oluşların- iktidar ilişkileri dışında birbirine geçişli hale
geldiği bir yere; cinsiyetçiliğin, türcülüğün ötesinde, kimliksiz,
aidiyetsiz oluşa (melek oluş)
varılır şiirde.
bir meleğin gözünden, orada oluşan, oluşturulan bir dünyadan seslenir
şiir.
tüm bu seslenişlerin, bir oluş içindeki hassasiyetlerin yanı sıra
şiirindeki deneysellik arayışlarının, dilin egemenlikçi tekçi, türcü
yapısına müdahalelerinin ve insan merkezliliğin dışındaki poetik
duruşunun sami baydar şiirinin türkçe şiir içinde bağımız ve eşsiz bir
yeri olduğunun işaretleri olarak görülmeli. görülebilmeli.
“uçan sazan balığı
erkenden uyanıp ırmağın kıyısında
her şeyi akarken su gibi tasarladım”
……………………………………
“küçük bir buluttum göklerin kafesinde
kendi içinden geçenleri anlatan”
……………………..
“bana bir şarkı öğretmişti çekirge
nasıl başlamak gerekiyorsa öyle.””
……….
“bana kuşlar kadar güzel gelen görmek”
…………….
“belki bir gün karşılaşacağız
gözyaşı treninde
aktarma yapılırken
birbirimize yaklaştığımız zaman”
…………….
“ot topladım, yaprak dal, çalı
bir kuş yuvası kurdum odamın köşesine
bir de kuş resmi çizdim duvara
içeride bir kuş yuvası”
şiiri yazan özne ile şiirinin nesnesinin yer değiştirdiğine, özne nesne
diyalektiğinin ters yüz edildiğine tanık oluruz sami baydar’ın
şiirlerinde.
bir göçmen kuş, bir kırlangıç değildir yuva yapan evin duvarına. bir
oyunun içine dahil edilir şiir. bir oyunun oyuncakları olunca sözcükler.
bir de oyuncular yer değiştirince oyunda. kanatları ödünç alınmaz mıydı
kuşların… kanatsız bir meleğin uçuş hazırlıkları sürerken.ve aktarma
yapılırken bir gözyaşı treninde. çekirgeden öğrendiği bir şarkıyla
dudaklarımızda. küçük bir bulut olup göklerin kafesinde. uçan sazan
balıklarına özeniyoruzdur ırmağın kıyısında. meleklerin kanatlarıyla
girilen bir oyunda yorulunca sözcükler, hastalanınca dil değil mi ya, kuşlar kanatlarını ödünç verecektir elbet şiirlere…
“bir ata ihtiyaç duymamıştım ki
onun çırpınışı, gezişi, götürüşü beni
bir şehir içinde
nihayet barikatlarına at insanların
tanrılarıyla şimdiden
kaçmak ve kurtulmak derken
hayaldeki hakikat.
böyle deyişim sana bir umut vermesin
hepsi ötekinin arkasına saklanmış
her şey bu kötü gidişe uygun.”
nasıl da zuhur ediyordur her şey. “her şey her şeye dönüşebilirdi”
diyordun bir şiirinde “her şey bu kötü gidişe uygun.” hakikat ile
hayalin, tanrı ile insanın, bir barikatta buluşması insan ile bir atın.
mutlak bir şimdi ile başka bir gelecek arzusu arasındaki cereyan.
sonsuzun da tekrarı hayaldeki hakikat. belki de hep hayalde kalacaktı
hakikat. atlar, güller, kediler ile melekler, görmeyen gözler ya da
hayalinde görenler, ateş kül uçurum ya da sonsuz bir hayal içinde dans
eden yıldızlar, kelebekler, kanatlar, kanatları uçurumun, ve hep uzakta
kiraz çiçekleri toplamaya giden ve hep hayaliyle yaşanan, hayalde kalan
hayal. bir hayali hakikatin. bir hakikatin hayali ile geçip gitmek
dünyadan…
“saatin nefesi gibi duran istek
bir atın at olana hevesi
yüzün yüze hevesi gibi
okunaklı ve içten”
“herkes herşeyleşiyordu
her şey herkesleşiyordu”
“her şey her şeye dönüşebilirdi
biri mutluyum dese
tek başına ”
“lütfen gayret edin
bir güzel kent görüyorum çölün başka oyunu terke edilmiş bir kent bir kuyu bulmuşsunuz bu kent kadar boş su kadar basit bir şey söyleyeyim mi size bütün bunlar bana çok ilginç geliyor gerçek bir göl ıslanmak kadar güzel artık beni inandırdın tüm insanlar yıldızlara bakar size ordan hep gülümseyeceğim siz de onlara gülümseyin sana güzel bir armağan vermek isterim insan neyi hayal ederse o gerçekleşir bu çöl çok soğuk nerdesin sana ilerde neler neler anlatacağım”
senden kalan bir sorudur yine de. “neden hiç değil de var olan var andre”.
hep bir sona hazırlardın kendini. belki bir elvedadır bu. bedenli dünyaya
bir elveda. bedenin sınırlarını aşıp, meleklerin arasından, tinsel bir
evrenden gülümsemek, el sallamak dünyaya.
çöl aşılmıştır hayaldeki su ile serap ile gül ile.
sevgili o bener, elbet sami, söz vermiştik ona da.
hani biz o çölü bisikletle geçecektik değil mi…
“sol anahtarıdır benim kalbim
ve bir tayım ben.
yine de bu beş çizgiden dışarı çıkmak istemem.
orada çizgiden çizgiye sıçrayarak şarkımı yazıyorum.
ve bir gün birisinin şarkımı söylemesini bekliyorum.”
…………………..
“dünyanın
içindeki
karanlık
dünyasız
insan.”
karun
bir gün dünyada
bir ressam
karun’a şiirler yazar.
akıl bu
dünyada bunlar.
kafes
boş
duruyor.
tekir
tekir
dünya gözüyle
bir daha yok.
͠ ͠ ͠
͠
II
(**)
“en korkunç sözcüklerle okuyun”
gandi,
okyanusun kıyısına kadar yürüdü ve bir avuç tuzu eline alıp okşadıktan
sonra havaya kaldırdı… her bir tanesi isyan, her bir tanesi özgürlük, her
bir tanesi mahatma, her bir tanesi sabarmati, her bir tanesi satyagrahi,
her bir tanesi mülkiyetsiz, her bir tanesi okyanus… tuz taneleri
parmaklarının arasından dökülmeye başladı…
belli ki okyanusun sirayeti bir tutam tuzdu…
her bir tutamda bin bir tane, her tanede bin bir tutam… aşk gibi, ölüm
gibi, doğum gibi tuz da çoğul ekine itirazda, tek derdi bir içinde çok…
var içinde yok…
tuz hasadı, tuz ekmek, ekmek tuz hakkı, başında tuz çevirmek, ateşe tuz
atmak, yemeğe tuz atmak, tuz yalamak, tuz buz olmak, buzun tuzla
sınanması... shakespeare – kral lear… hepsi bir yana ille de yaraya tuz
basmaktan yana tuz. acıya doymak, bir daha acımamak anlamına
gelmediğinden değil, belki acının içindeki acıyı bilmekten, acıyı acıyla
ikna etmekten ibaret çile hali… belki de acıyla hemhal olmaktan…
acıya taraf olmak, tuzun arafı. araftayım. kendimi susuzluğun çağlayanına
bırakıyorum. yangının marifeti kendi kendinin hararetinde kavrulanın
hünerinden ibaret.
anahtarla inatlaşan kilit, suya ayak direyen taş olsa olsa vasatın
sermayesi. şöhret avcısı varsın oyalansın vasatıyla… direnmenin hikâyesi
başka… bambaşka…
kor gibi sıcak, ama içi buz… binlerce erime var… kimi kez buzulun
altından kaynar su akıyor… bir kesik var kan kendine sızıyor ve
yaralanmak korkusu bazen yaradan büyük, daha derin bir yara…
bu nedenle mi su en yaralı yerini oyuyor kayanın, bu nedenle mi kaya suya
bağrını açıyor?... içinde birçok deniz, birçok rüzgâr, oyulacağını bile
bile dağ taşımak neyin harcı… kendinde gedikler açmak… gerçek direniş
değil de ne?...gerisi taş, çakıl… hepsinin özü toprak. mucize. bir olma
hali. sadelik. tevazu… nice mahir suların susuzluğu gidermediği gibi nice
elin, nice ayağın toprağa dokunmaması, yolculuğa niyet edenin yürümemesi…
ne acı… ne acı makamların da dar mekanlar olduğu aslında… düşmekle
yükselmek arasında bir zerre, yokla var arasında ezilen bir avuç
topraksa…ikbal “ ne olacağım” dedirten sorunun sirayeti değil de ne?...
“ne olacağım” dedi, iki ses aynı anda. biri surların gölgesinde bir
sultan, biri surlarla oynaşan bir çocuk. mehmet’ le fatih arasında bir
yazgı, ama çaresiz, taca değil, bir tutam tuza muhtaç: hu ile hutbe
arasında, devşirmelerle kulluk arasında, beşiktaş’ta tuzcu baba’dan çok
önce, taş beşik kilisesi’nin yapıldığından çok sonra, barbaros’un
gemilerini beş taşa bağladığından çok önce, şehzade alaaddin’in
amasya’dan gelip hacı bektaş veli’ den sancak talebinden çok sonra, kendi
başına kaynayan kazanın devrilmesinden çok önce, hacı bektaş veli’nin
değneği tuzköy’ü işaretinden sonra, o sancağın yangının ortasında
kalmasından önce, yusuf has hacib’in “tuzu ekmeği bol tut, paylaş,
kimsenin ayıbını görünce açık etme ört” öğüdünden çok sonra, taghaza’nın
inşasından sonra… çok sonra…
yeniçeri halit efendi, sultanın otağına yürüdü, bir avuç toprağı havana
koydu, ezdi ezdi ve ezilen toprağı eline alıp okşadıktan sonra havaya
kaldırdı. ferman ile kıldan ince boynun nişanesi parmaklarının arasından
dökülmeye başladı…
belli ki toprağın da sirayeti bir tutam tuzdu…
tuzu aralıyorum, bir kelebek uçuyor… zaman aradan çekiliyor… bir meleğin
inişine şahit oluyorum, bir kuğunun boynuna yıldız taktığına… çiçeğine
uğrayan bir dünyayı anlatıyor masal, neden olmasın, bir sirk tayının
kâlbinin sol anahtarı olduğu da… sahi, ışık dayanabilir mi buna… bu
çekime kapılmış, nasıl ve nereden geldiği bilinmeyen bir kaya parçasının,
bir et parçasının kendini aldatmasına…
ya şiir… şiirimin toprak hattı mıyım ben…
uzun bir unutulmuşluğun derinliğinde uzayan ölü nehirler bırakıyor
yalnızlıklar… turuncu ve kâbuslu bir çiçek… düşlerin duvarına sıkışmış
dünyaya eylülde uğruyorum… yakıcı dersler noksan kalmasın diye…
eğer geçmiş daha önce onun üzerine bir öykü yansıtmasaydı, şimdiki an
geleceklerle dopdolu olacaktı… olmadı…
olamıyor…
uzaktan bizi izleyen
hiçbir şey yok artık
yok…
her zaman olup da şimdi olmayan bir şey… bomboş. suskun. kayıtsız. belki
biraz ürkek de, ama uysal mı aynı zamanda, boynu bükük mü yok’un…
belirsiz, ama gururlu da… alçak gönüllü, ama “ben buradayım” da diyen… ne
çok şeyi taşıyor “yok”, ne çok şeye katlanıyor…
daha dün… yağmur yağmış, ama selaltı sokağının çeşmesi akmıyor. kuşlardan
biri başını kaldırdı… önemi yok mu bilinmemesinin… sokağın başında üç
çınar ağacı, duvar dibinde akşamsefası, bahçede erik… doğduğum evin
bahçesinde de vardı, toplanmak için yitirilen şeyler… dünyada hiçbir şey
yitirilmedi henüz, ne o, apartmanın adı mı değişmiş?...melek’ti…
mehmet mi olmuş?... yıkılmış mı bir diğeri?...yine de hiçbir şeyi
değiştirmiyor görüntüler… bunlar, benim şekillerim, ondan ötekine akarım,
yalnızca acılar kalır sana… ardımda biten çimenleri gör sen, otlar
sıkıcı, hiçbir masal yok mu acımasız…
bak, kar yağacak biraz sonra, anılar, geçmiş günlerin giysileriyle
zamanın peşine takılacaklar… gri – siyah pitikareli bir ceketim vardı
lisedeyken, istanbul’da baklava desenli hırkam… başka bir acının
kanatları vardı elbisesine tutturulmuş. şimdi giyinecek bir şeyim yok,
yüreğimde gizleniyorum… şansı yok dediler, benim için, neye hayran
olabilirim ki ben… kedilere mi… hepsinin adı tekir… kediler ağızlarında
kertenkelelerle geçiyorlar bahçede… ben bir bahçeyim… hayvanların kabul
gördüğü bir tören var acının ülkesinde… yakında bir uyku var… murat,
hoyratça uyandırıyor beni, sevgilimi de incitmişti onun hoyratlığı… kıza
aldığım çiçekleri murat’a verdim… uyumanın bir faydası yok, biz uyuduktan
sonra zambak topluyor biri…
her şey olurken daha, “yaralı asker tablosu”nu yapıyoruz vedat hoca,
nihal, ben… patlamalar, çarpışan lekeler, umutlu umutsuz çizgiler,
çınlamalar farklı yönlere uçuşacaklar… avusturalya’da sergilenecek bu
tablo, yıl 1978, ben bir de van gogh’un tablosunu yapıyorum bu sergi için,
kırmızıyı bol kullanıyorum yine…yeşil mevsim, kırmızı mevsim hep anlamak
için yokturlar… “yaralı asker” tablosunu okulumuzun girişine asıyorlar
sergiden dönünce… kişisel sergimi açıyorum…üç çiçek konuluyor üç ayrı
girişe, şuraya, şuraya, şuraya… ben çocukken, gittiğim bahçeli evlerden
ayrılırken bir demet çiçek toplamam için hep izin verirlerdi, belki de
bundan… “balıkçı tekneleri” tablomu nihal’in annesine armağan ediyorum…
ne denizi ne gelgiti istiyorum… bir erkek benden dökülen yapraklara
bakıyor…
belki de bundan, büyük bir düş var dünyanın ortasında… büyük bir ayçiçeği
var… merzifon’da yeşil boyalı bir ev var irfan okulu sokağında, köşede,
yokuşun başında… tuzcu baba türbesi de yokuştaydı, o sokaktaki evlerim
de… ne tuhaf… kitap okunan savaş yıllarım benim dünya inancıyla dua
ettiğim… tuzcubaba’ya her gün okuduğum fatiha… çünkü rüyalarım… çünkü ben
uzun merdivenleri çıkıyorum. ruhum sığınacak bir yer, ip uçları, avuntu
arıyor anılarda…
ne zaman başladı zaman. şu güneş altındaki yaşam bir rüya mı… annemi çok
seviyorum, dedemi, kedileri, çayı da, edebiyat öğretmenimi de severdim
eray mıydı adı… sınıfta herkes gırgır şamata… bense bir şamatanın
ortasında resim yapıyorum… dalgın gözlerle yürüyorum genç bir parkta
platon’un devleti’yle bir banka ilişip sanatçıyı tanımlayan satırları
arıyorum, birgün bir çocuk gözlerindeki parıltıyı arayacak… gökkuşağı
parçalanmaları, boyalar… chirico, monet, rubens… neşet günal’ın
atölyesine gidiyorum… o üç çocuktan biri ben miyim ya da korkuluğun
yanındaki… siyah bir hece… gündüz gölgede kalmış bir düşünceyi su
kenarında yakalamak için resimler sevilirler insanlar gibi… devrim
erbil’in resimlerine bakıyorum, istanbul mavi mi her zaman ve hayat niçin
üzer… paletimin rasgele boşluğa atılması…
bu sormaktan usanmadığım sorular… senin sorun var mı bana… örneğin… ben
bir resim yapacak olsam, bir fosil yaratırdım ışıkla benden oluşan… can
neyse, canan o sözü istiyor… söz yok… küçük ev kafe’de arkadaşlarım gazoz
içiyor, ben çay… her şey yok oluyor seninle benim gibi… kapattığım
olaylardan giriliyor, adı sanı yok uyumamalar ülkesinde küçük bir
buluntu… akasya çay bahçesi’nde, hisar’da, alibaba’da… nerede yaşadık,
nerede eğlendik bırakabiliriz de oyun sanarak…
oyun sanarak…
daha erken gidilecek bir yer yok, solmuş madonna resimleri yüklenmiş, pek
çok acı yok oldu, ama bazıları duruyor… babam bana televizyon alıyor,
şiir gibi lüzumsuz şeylerle uğraşmayayım diye… babam şiir – resim gibi
lüzumsuz şeylerin beni hasta ettiğine inanıyor… harun biliyor bunları…
ilk şiirlerimi ve güncelerimi yeşim’in defterinden okumuş…bir şiirimi
harun’a ithaf ediyorum…
neden hiç değil de var olan var… ben var olduğuma inanmıyorum… hiçbir şey
haklı çıkaramaz birbirinden kaçan ölümü ve yaşamı… hiçbirinin gerçekten
lezzeti yok…
biliyorum yok artık canevinde usta bir nişancıya yeni bir hedef…
bir matematik kitabı yok bu işin… bu söz yerini bulsun diye nilgün’ün
resmini yapıyorum, beyazlar içinde – bunu pek kimse bilmiyor-… açıp
bakmak zor nereden nereye çekilecekse teğet… takvimler, saatler, insanlar
değişti… dünya eski yaşantısına kavuşuyorken yokuşun başındaki o yeşil
eve… merzifon’a dönüyorum… hep tamamlanmamış gidişlerim oldu benim,
gerginleşmiş zincir kopar hep…
beni tamamen yok eden, çakmayan şimşekler, artık babil kulesi yok
sözcükleri ele geçirecek…
birbirimizin yardımına ihtiyacımız yok… kuru yaprakları bizler için
biriktiren başka insanlar, rüzgârlar, sözler var burada…
oysa tuz koktu. sözlerinse böyle bir anısı “yok”. buz kesmiş odaklar
çoktan, bir ölüyü götürürken etrafında dönüyorlar, tutunarak, korkacak
bir şey yok… havuzlar içinde hep bu ağlayışlar var…
alnında küçük bir mumla beni dünyadan alıp götürecek kuğu geldi.
şimdi gözlerimi sessizce ört. yok olan şeylerle mümkün olmak çare değil
artık…
her şeyimi korudum…
senindir dünya güzelliği
/…/
_________________
(*) sabahattin umutlu (**)ayşen deniz n
_________________