“İnsan yarın dediği sürece ‘her zaman’ı kasteder,
bu yüzden de ‘yarın’ demekten çok hoşlanır.” Elias Canetti
YARIN
Koridorda yürürken yatak odamın penceresinden süzülen ay ışığını fark
ettim. Gökyüzünde dolunay bütün ihtişamıyla yeryüzünü aydınlatıyordu.
Elektriğin icadı ile gecelerin güzelliklerini unuttuğumuz yıllara o gece
bir çizik atmak istedim. Aslında birçok yapılacak işim vardı. Yarına
bırakabilirdim. Kararımı verdim ve bu gece yapacaklarımı yarına bıraktım.
Sonbaharın son günleri olduğundan geceler oldukça soğuk olmaya
başlamıştı. Bu nedenle balkon veya terasta izlemek yerine görüş alanı
fazla olan salon pencerelerinden izlemenin daha iyi olacağını düşündüm.
Hemen salonun lambalarını kapattım, perdeleri hızla kenara çektim.
Gerçekten de dolunay sedef bir tabak gibi karşımda duruyordu. Pencerenin
önündeki koltuğu döndürdüm ve bütün geceyi nöbet tutar gibi geçirmeye
karar verdim.
Evi alırken şehir dışında olmasına ve görüş alanımı engelleyecek hiçbir
sınır olmamasına dikkat etmiştim. Gün boyu şehrin gürültüsü, koşturmacası
beni yoruyordu. Dinlenmek için geldiğim evimde hiçbir ses veya nesne beni
yormamalıydı. Ne kadar da isabetli karar verdiğimi o gece bir kez daha
anladım. Arkama yaslandım, penceremin önünde uzayıp giden bozkıra baktım.
Görüş mesafemde ayazı, kurağı, tozu bol olan bu topraklarda yaşamaya
çalışan tek tük kalmış ağaçları seçebiliyordum. O kadar güzel
görünüyorlardı ki uzaktakiler bir top gibiyken yakında olanlar ise
dallarının arasından süzülen ay ışığı ile usta bir sanatçının elinden
çıkmış heykeller gibiydiler.
Dolunay olmadığı çoğu akşamlarda gökyüzü ile yeryüzünün sınırını ayırmak
mümkün olmuyordu. Sanırdınız ki sonsuz karanlık bir boşluk içindesiniz.
Bir anda o boşlukta yitip gittiğimi düşünür ve içimin ürperdiğini,
ayaklarımın yerden kesildiğini hissederdim. Eğer yer çekimi olmasaydı
düşme korkusunu yaşamazdık. O zaman o sonsuz boşlukta yitip gitme duygusu
bende olduğu gibi birçoklarının içini ürpertmezdi.
Üç rengin hâkimiyeti bütün geceyi sarmıştı. Beyaz, lacivert ve siyah. Her
birinin değişik tonları bulunduğumuz paraleller arasındaki dünyamızı
sarıp sarmalıyordu. Pencerem, sanki bu üç renkle oluşmuş evrene ait
harika bir tabloydu ve ben o tablonun içindeydim. Ben ve benim gibi
milyarlarca canlı hepimiz o tablonun içindeydik. Evrenin küçük bir
parçasında ölçülemeyecek kadar küçüksek tamamı içinde ne kadar da hiçiz,
dedim. Evrendeki galaksileri düşündüm. Sonra adı “Galaksi” olan
yöneticisi olduğum şirketi düşündüm. Birden o ismi çok anlamsız buldum.
Büyük sayılabilecek o şirkette söz sahibi bir konumdayken ve iş
dünyasının önemli bir bireyiyken ne kadar da hacimliydim. Oysa ben
evrende hiçtim. Peki, parmaklarının bir işareti ile rakamlara, harflere,
renklere, şekillere hükmedenler bu tablonun bütününde neredeydiler?
Hiçliğimi art arda çalan telefonun sesi bozdu.
“İyi akşamlar Orhan. Rahatsız etmiyorumdur umarım. Yarın sabah yapılacak
toplantıyı benim şirkete aldığımı bildirmek istedim. Kusura bakma.
Görüşmek üzere iyi geceler.”
“İyi geceler. Yarın görüşürüz. Bilgilendirdiğin için teşekkür ederim”
Yerime otururken gökyüzünü, gökyüzündeki yıldızları, galaksileri,
yörüngeleri, gün dönümlerini, güneşi ve ayı, tutulmalarını öğrenmeye
karar verdim. İçinde yitip gittiğim, hiçleştiğim evreni öğrenmeliydim.
İlk işim yarın bu konularla ilgili kitaplar almak olacak! İşlerimin
yoğunluğu aklıma gelince kitapçı dükkânlarını dolaşacak zamanım
olmadığını fark ettim. Az önce konuştuğum telefonuma uzandım ve
sekreterime mesaj attım. “Yarın benim için gökyüzü, yıldızlar ile ilgili
birkaç kitap almanı istiyorum. İyi geceler.”.
Öğrencilikten kalma bilgilerim ile yedi yıldızın belli mesafelerde
konumlanmasıyla oluşan küçük ayı ve büyük ayı takımyıldızlarını bulmam
zor olmadı. Küçük ayının sapındaki parlak yıldız ise kutup yıldızıydı.
Yön bulmaya yarıyordu. Telefonumun mesaj ışığı yanıp sönmeye başladı.
Gecenin karanlığındaki yıldızlar gibiydi. Merak edip mesajları açtım.
Sekreterimin mesajı ve birkaç mesaj daha gelmişti. Eminim almasını
istediğim belli kitap veya yazar isimlerinin olup olmayacağını soracaktı.
Yanılmışım. Mesajda, “Orhan Bey, isteklerinizi yerinize getirmek
isterdim, ancak bu akşam babam rahatsızlanınca acil olarak hastaneye
getirmek zorunda kaldık. Şu an durumu kritik. Yarın için ne olacağını
bilemiyorum. Saygılarımla. İyi geceler” Hemen sekreterimi aradım.
“Geçmiş olsun. Durumu hâlâ aynı mı?...... Benim yapabileceğim bir şey var
mı?.... Ne demek, bilgilendirdiğin için ben teşekkür ederim. Ayrıca yarın
izinlisin ve durumdan haberdar et. İyi geceler.”
Canım sıkıldı, bu sıkıntıyla nöbete devam edemeyecek gibiydim. Diğer
mesajlara da göz attım. Ebru’nun mesajını gördüm. Üç yıl önce yollarımızı
ayırmıştık. Boşandıktan sonra ülke dışına çıkmış ve orada kendine yeni
bir hayat kurmuştu. Ara sıra hal hatır sormanın, bayram ve yeni yıl
kutlamalarının dışında fazla bir iletişimimiz yoktu. “Selam, sana daha
önce haber veremedim. Ben yarın orada olacağım. Gelince seni ararım. Bana
birkaç saat zaman ayırmanı önemle rica ediyorum. Görüşmek üzere.” O kadar
önemli ne olabilirdi ki? Neyse gelince öğreniriz. Üçüncü mesaj annemden
gelmişti. “Orhancım, yarın kız kardeşinin mezuniyet töreni var gelirsen
seviniriz. Bahane yaratma!” Annem işte, bana hâlâ beş yaşındaymışım gibi
davranıyor.
Aklım duracak gibiydi. Bu nasıl bir trafik? Her şeyin birbirine girdiği
bir gün beni bekliyordu. Pencereden gözlemlediğim üç renk; beyaz,
lacivert ve siyah, yavaş yavaş soluklaşırken aralarına morlar,
turuncularda karışmaya başlamıştı. Yarın oluyordu.