ELEŞTİRİ

Berivan Kaya  





 

Görme/Bilme Yöntemi Olarak Toplumcu Gerçekçilik


Andrey Tarkovski Mühürlenmiş Zaman’da sinemanın büyüsünden bahsederken bir anekdot aktarır: Birazdan kurşuna dizilecek bir guruptan, ayakkabılarını ve paltolarını çıkarmaları istenir. Aralarından biri, yırtık çoraplarıyla çamurlu toprağın üzerinde gezerek paltosunu ve çizmelerini bırakabileceği kuru bir yer aramaya başlar. Salt bu tür çarpıcı sahnelerle ya da metinlerle toplumsal bir konuyu sanatsal boyuta taşımak mümkündür; fakat gerçekçi bir sinema, öykü ya da şiir ortaya çıkıp çıkmadığı, ayıkladığınız içeriğin tarihselci bütünlüğe içerilme yöntemine bağlı bir durumdur. Anekdottaki derin sarsılma etkisi, Aristo’nun katharsis dediği duygusal kapılma ve arınma hissini artırabilir; fakat Brecht olsa, bu durum, tek yönlü bir kapılma, iç geçirme hissi, en fazla erdemsel bir arınma ihtiyacı çıkaracağı için gerçeğin baş aşağı edilmiş burjuva bilincine karşı praksis kılıcını indirirdi. Acıyı sığ, kaba bir formdan yansıtmak ile; bu örnekte olduğu gibi şiirsel sahnesi içerisinde büyülü bir şölene dönüştürmek arasında anlam yönünden bir fark yoktur. Biri diğerinin zarafetli bir düzlem üzerinde yakalanmış izdüşümüdür. Bu tarz bir çağa tanıklık; herhangi bir toplumsal meselenin tarih dışı izlenmesidir; zaman ve mekândaki sınırlı görüntü nedeniyle gerçeklikten uzaklaştığı gibi daha iyi bir dünyanın olabileceği konusunda ipuçlarını örter ve etik bir sorumluluk taşımaz. Savaşın kaynağını, görünen güçler arasındaki durağan nedenselliğe indirgeyerek yansıtmak ister Kafka, Joyce, Faulkner gibi yüksek bir estetik düzeyde olsun ister vasatlık taşısın, insanlığın feci yaşantılarına yönelik yazgısal bir tavır doğurur.


Şiirde de durum aynıdır. Savaş temalı şiir yazan bir kişi, her durumda toplumcu gerçekçi şiir yazıyor değildir. Toplumcu Gerçekçilik daha çok gerçeğe yaklaşımla ilgili bir görme/bilme sorunudur Anlam gerçekle olan etkileşimimizden ortaya çıkar. Fakat olan bitenin algılanmasıyla gerçekliğin algılanması aynı şey değildir. Çoğunlukla bu ikisi karıştırıldığı için sanatın, çağın gerçekliğine tanıklık etme özü, olay betimlemesinden ibaret sanılmaktadır. Burada nasıl bir tanıklıktan bahsediyor oluşumuz özle ilgili olduğu kadar estetikle de ilgilidir. Tarkovski, Nabokov gibi; öğretici bir aklın, büyüyü bozduğunu düşünen biçimciler, anlamı gizem ya da bir çeşit müphemliğe dönüştürmek derdindeydiler.

Mühürlenmiş Zaman’da ''Sanat, bir sarsılma, bir katharsis doğurma yeteneğine sahip, insanın canlı ıstıraplarına değinebilen şeydir. Amacı insanlara yaşamayı öğretmek değil, onları iç dünyasının en gizli köşelerinden vurmaktır.” diyen Tarkovski de, Gogol adlı incelemesinde “Elbette sanatın bu en üst noktasında, edebiyatın derdi, mazlumlara acımak yahut zalimleri lanetlemek değildir. Edebiyat şimdi insan ruhunun gizli derinliklerine hitap etmektedir ki, buralarda diğer dünyaların gölgeleri, isimsiz ve sessiz gemilerin gölgeleri misali gelip gider.” diyen Vladimir Nabokov da birbirlerinin çağdaşı ve komünizm karşıtı iki Sovyet asıllı sanat insanı olarak, sanatı biçim ve anlam yönünden; gizem ve akıl olmak üzere düalist bir yöntemle boşuna ayırıyor değillerdir: Onlara göre öğretici akıl, imkân dışıdır ve biraz da tiksindiricidir.


Sanat en başta, insanlığa yazgı olarak giydirilen tüm olumsuzluklara karşı bir itirazdır; tam da bu nedenle bize yaşamayı gösterir/göstermelidir. Örneğin savaşı önüne geçilmez bir ıstırap değil de mülk ve tahakküm sınıfının zorunlu bir sonucu olarak yansıttığında, yaşamın ve yaşamanın inşa edilebilecek bir olasılık olduğunu göstermiş olur. Yazgısallıktan, insanlığın devrimci devinimine, praksisine doğru ontolojik bir gerçeklik kurar. Ruhun gizli derinliklerinde dış dünyanın; birikim ve rekabet toplumunun kıstırmış olduğu insanın trajik öyküsünden başka bir şey bulamayız. Gerçeküstücüler bile bilinçdışının derinliklerinde temiz ve saf kalmayı başarabilmiş öz devinimsel imgeleri bulmaya çalışırlarken kaçtıklarının veya yıkmaya çalıştıklarının burjuva aklı olduğunun bilincindeydiler.

Bir de şiirden örnek verelim. Bu konuda Cem Keser’in 29 Temmuz 2018 tarihinde, İnsan Okur sitesinde yayımlanan, Edip Cansever’in Şiirinde Toplumun Yeri başlıklı yazısına bakalım:

“(…) Cansever’in şiirlerinde açık bir sosyalizm propagandası görülmez.”

“(…) Fakat Cansever, Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesidir. Toplumsal sorunları kendi şiirinde kendi imgeli üslubuyla işlemeye çalışmıştır. Sosyal hayatta bu sorunlara bakış açısı elbette ki sosyalist bakış açısıdır. Cansever’in üzerinden yakalamaya çalıştığımız toplumcu damarın İkinci Yeni’nin diğer şairlerinde de açık bir şekilde görüldüğünü belirtmemiz gerekir.”

Keser burada, yapılan yaygın bir yanlışa düşüyor. Toplumsal tema ile toplumculuğu özdeş ele alıyor ve ikinci yeninin toplumcu bir damarı olduğu iddiasını dile getiriyor. Toplumculuk yukarıda da bahsettiğimiz gibi diyalektik ve tarihsel maddeci bir yöntemle gerçekliği ele alma tutumudur. Toplumu ilgilendiren çeşitli sorunları ele almak toplumculuk olmaz; siyaset için de bu doğru geçerlidir; toplumsal konuların merkezinde olan ve iyi yönetme iddiasını taşıyan siyaset bu durumda külliyen toplumcu olurdu. Oysa toplumculuk, emeğin özgür olduğu kolektivist bir düzenin peşindedir; bunun sanattaki izdüşümü ise herhangi bir toplumsal sorunu sorunsal halinde görebilmesiyle; onu yaratan tarihsel örüntüyü ve yine onu ortadan kaldırabilecek yeni nüveyi, praksis bilincinden göstermesiyle farklılaşır. Bu gösterim elbette açıktan bir gösterim değildir; şiirin ya da sanatın ayırt edicisi olan imgelem, yaratıcılık devreye girer.


Toplumcu estetik ya da Marksist estetik açısından Edip Cansever; yalnızca imge kullanımındaki kapalılığı nedeniyle eleştiriliyor değildir; imgeyi referansına gidecek imkânla kurabilmek, göstergeleri bu uğurda kullanmak şiiri okuyucuya ulaştıracak anahtardır. Bu, şiirin nasıl yazıldığı ile ilgilidir; yeterli bir şeffaflıktan içeriğe sızmamıza izin vermesi gereken şiir bu kez Marksist eleştiri yönünden, bize ne söylüyor sorusuyla karşılaşır. Yazıda birbirleriyle karşılaştırılan şiirler üzerinden gidersek Nazım’ın Kerem Gibi şiiri gerçekçi şiir için çarpıcı bir örnek oluşturur. Bağdaştığı devrimci fikir bir yana, şiirde toplumsal bir sorunla ilgili ortalığa yapılan çağrı dışında, toplumla ilgili herhangi bir somut görüntü veya malzeme yoktur. Mecaz, benzetme, anıştırma, karşıtlık kullanarak kurulan şiirin iki sesi vardır. Biri; birinci tekil kişi olarak önce olumsuzlayıcı bir durum betimlemesi yapıp sonra bu durumu değiştirmeye çağırıyorken diğer ses, bireyci bir ürküyle Kerem’e anıştırma yaparak boşunalığa ve umutsuzluğa işaret etmektedir. İki sesin tartışmasından baskın çıkan birinci sestir:

Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak, / nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa...

Şiirin ilk giriş dizesi olan ve iki ünlemle haykıran “Hava kurşun gibi ağır!!” dizesi, son bölümün başında, bilinçli bir şekilde “Hava toprak gibi gebe.”dizesine dönüşmüştür. Nazım, “hava” imgesiyle yalnızca olanı biteni göstermemiştir; olanın bitenin tarihsel örüntüsü içinde “toprağın gebeliği” imgesiyle değişebileceğini de göstermiştir. Bu durumda Nazım’da ortaya çıkan yazgıcılık değil kolektiflik lirizmiyle yalanı bozan bir praksis ve devrimci özdür. Şiir devrimin nasıl yapılacağını göstermez; (bu, gerçekçi şiirin kendinden politik bir öz taşımadığı anlamına gelmez) fakat gerçekçi estetik bilinciyle yazılmış şiirler, çelişkiyi ve dönüşüm ihtimalini gösterebilirler çünkü yaşam anda, geçmişten geleceğe uzanan bütünlüğün içsel ilişki ve çelişkilerinden dolayı sonsuz sıçramalara gebedir. Burada temanın önemi yoktur; savaş, toplumsal cinsiyet, sömürü, aşk, ölüm, yalnızlık v.b tüm iç ve dış alanlar bütüncül bir tarihsellik ve sorunsallık içerimler.


Keser, ayrıca Cansever’in toplumcu damarını ortaya koyduğu kimi şiirlerinden örnekler veriyor ve ekliyor: “Belki Cansever, Nazım Hikmet gibi “Kurşun eritmeye” çağırmıyor ama parktaki umutsuz kalabalığı kendi evine çağırıyor, İkinci Yeni’nin “vazgeçilmez mavisi” şairin şiirinde topluma umut oluyor. Ya da şair bu maviyi toplumu umutlandırmak için kullanıyor.”

“(…) Bırakın siyah tonları ortaya koymayı, Cansever kendi imge dünyasında topluma yol gösteriyor.”

“Yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size
Çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur
Güneşler girer çıkar ellerinize
Biriyle konuşursunuz, olmayan biriyle, hadi sevinin
Kim bilir, belki de buluşursunuz
Söz verip sizi bekletenlerle
Sonra da çıkarız - niye olmasın - bahçeye çıkarız birlikte
Otlara basarız, dallara değeriz, bunları hep yaparız
Biraz da susmalıyız. İnsan bir şeyler aramalı kendinde.”


Yukarıdaki şiirde, Keser’e göre Cansever, kendi imge dünyasında topluma yol gösteriyor, umut oluyor. Belirsiz bir sıkıntıya yönelik bu iyi niyetli lirik çağrı; yaşamın kendinden sahip olduğu sevinçlere, özgürlüklere bir anne sevecenliğinde ulaşma çabasının ötesinde, örneğin çay keyfinin ortasında düşebilecek bombalar ve kırmızıya dönecek mavi umut için pek bir şey söylemez bize. Ya da çayın tadı, otlar ve dallar; hakiki toplumsal meseller olan yoksulluk, iş, geçim kaygısı için nasıl bir çıkış imleyebilir. “Biraz da susmalıyız. İnsan bir şeyler aramalı kendinde.” dizesi lirik çağrının ardından, pasifist bir susma çağrısıyla şiir kişisinin tutumunu nedeni belirsiz bir eleştirel düzleme taşıyor ki, bu şiirde, topluma yol gösterme iddiası oldukça zorlamadır. Daha önemlisi, burada toplumcu bir nitelikten asla bahsedilemez; Cansever toplumdaki belirsiz sıkıntıyı kendince, olduğu yerden aşmanın bireysel bir lirizmini serimlemiştir. Topluma yol göstermek değil ama- çünkü sanat siyaset gibi yolu cisimleştirmekten öte gerçekliğin dinamiklerine ışık tutar-Nazım’daki gibi toplumun sıkıntısını açığa çıkaran ve sahiplenen bir toplumsal imge veya ona ışık tutacak yaşamsal dinamiklere ait bir imge bulmak mümkün değildir bu şiirde.

Keser aynı zamanda bu şiiri Cemal Süreya’nın şu şiiriyle karşılaştırıyor ve ikisinin de toplumsal sorunları işlediğini Cansever’in imgesel olduğu için anlaşılamadığını öne sürüyor ve ekliyor:

“(…) Cansever’in şiirlerinde açık bir sosyalizm propagandası görülmez. Fakat Cansever, Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesidir. Toplumsal sorunları kendi şiirinde kendi imgeli üslubuyla işlemeye çalışmıştır. Sosyal hayatta bu sorunlara bakış açısı elbette ki sosyalist bakış açısıdır. Cansever’in üzerinden yakalamaya çalıştığımız toplumcu damarın İkinci Yeni’nin diğer şairlerinde de açık bir şekilde görüldüğünü belirtmemiz gerekir.”


(…) Cansever’deki imgesel şiirin Süreya’da hınç içinde ve ajitatif bir söyleme geçtiğini söyleyebiliriz.”

“Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”


Süreya’nın toplumcu içerikle yazılmış bu şiiri Keser’e göre Cansever’in imgeci tarzının hınç ve ajitatif halidir. Geçmişteki çoğu toplumcu şiir eleştirisi de bu tespitler yönünden genelleyicidir. Bu iki şiirin arasında imge farklılıkları yoluyla oluşturulan içerik ve anlam ayrımı; toplumsallıkla toplumculuk özdeş sayılarak biçimsel alanda teknik bir soruna indirgenmiştir. Süreya burada toplumsal bir temayı, özgürlük temasını, toplumcu bir imgeyle; birlik ve eyleyiş imgesiyle üretmiştir. Bireylerin ayrı ayrı olan güncel yaşayış içeriklerini, birliğin dönüştürücü praksisiyle kolektivist ve lirik bir imgeye dönüştürmüştür. Keser Cansever’deki toplumsal bir içeriğin öznelci bir özle işlenmesini imgenin büyüsü sayarken Süreya’nın şiirindeki toplumcu imgeleri görmüyor ve söyleyiş biçimi için hınç, ajitatif ifadelerini kullanıyor.


Sosyalist parti üyesi olmak veya dünya görüşüne sahip olmak toplumcu şiir yazmak için bir garantör olamaz. Ki gerçekçi şiir sınıfsal ayrışmanın kaynağı olduğu toplumcu sözcüğünü de aşar ve akış içindeki herhangi bir içeriğin kendisi için belirimini sonsuz biçimde yansıtabilir. Sanki toplumcu şiir; imgelemi kullanma, imge yaratma yetisine sahip değilmiş; ayıklanan içeriği dilde zayıf formlarla taşıyormuş gibi bir genelleme yapılmaya çalışılıyor. Geçmiş kuşaklara yönelik toplumcu şiir eleştirisindeki kimi yanlış tespitler bugün bu yargıyı sürdürüyor olabilir.


Şiir Nasıl Okunur incelemesinde, “Sanatsal temsil fikri, yani bir şeyin öngörülebilir bir biçimde başka bir şeyin yerini tutması fikri modern yaşamın tesadüfî akışında kriz yaratmaktadır” diyen Terry Eagleton modernist dönemecin bir çeşit bağlam düşmanlığıyla başladığını iletiyor. ( Sf. 147). Bu parçalanma, şair bilincinin de yaşama yabancılaşmasının bir sonucudur; şair tuhaf, anlaşılmaz, rastlantısal imgelerin peşinde, yaşamdaki bütünsel bağlantıları görememektir. Şiirin ne söylediğinden öte sözcüklerle nasıl yapılandırıldığını dikkate alan biçimciler ve sembolistlerde arkaiklik, köken gibi maddi malzemenin fetişleştiriliyor oluşu, görüntünün kendine yeter (kısır) çağrışımları, şiiri bir tür zanaatsal işleve dönüştürme tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor. Dilin kendisinin bir amaç olması, formdan içerik geliştirirken, anlamın herhangi bir izlekle bağlam kurmadan rastlantısal gelişimi, şairde, yaşama dair söylenecek şeyin utanç verici tarzda az olmasının da bir sürecidir.

 

dizin    üst    geri    ileri  

 



 18 

 SÜJE  /  otuz birinci sayı