POETİK METİN

Sabahattin Umutlu    







ben borchert dışardan geliyorum

mustafa yavaş’a...
mikail erdil'e...
kıvılcım vafi’ye...
 

've kardeşinin son çığlığı vatan olmadı. anne de tanrı da olmadı.onun son çığlığı buruktu ve keskin. lanet olsun! yavaşçacık: lanet olsun ! ve çığlık ağzını kapadı. bir daha hiç açılmamak üzere bitti.'

‘cadde kan kokuyor. orda gerçeği katletmişler… benim yolum elbe’ye doğru. o da burdan aşağıdan gidiyor.'

‘ve kimse bilmiyor nereye

ve kimse bilmiyor nereye‘

                     wolfgang borchert




ama ben böyle konuşuyorum : maniple…

‘duvar duvar duvar taş köpek köpek bacağını kaldırıyor ağaç ruh köpek düşü otomobil klakson hala köpek çişini ediyor kaldırım kırımızı köpek ölü köpek ölü duvar duvar duvar uzun yol boyu pencere duvar pencere pencere pencere fenerler insanlar ışık adamlar hâlâ hep adamlar çiviler gibi pırıl pırıl yüzler işte öylesine pırıl pırıl bir de güzel pırıl pırıl ki…’

ben borchert dışardan geliyorum dışardan kapının önünden umut ile umutsuzluğun yaşam ile ölümün hayal ile gerçeğin savaş ile barışın varlık ile yokluğun keder ile hederin hafıza ile unutuşun isyan ile nisyanın huzur ile zuhurun gündüz ile gecenin tanrı ile yokluğun yüz ile maskenin açlık ile yoksulluğun nehir ile boğulmanın ateş ile donmanın ömür ile yorgunluğun mecal ile bitkinliğin itaat ile direncin sınır ile sonsuzun …

sınırlandırılmışlığın bastırılmışlığın kıstırılmışlığın kuşatılmışlığın arasından ucundan ve ara bölgelerinden hiçliğin dibe vurmanın çığlığın…sesi...araftaki…kaos ile yıkımın…

her şeyleri anıları çocukluğu gençliği oyuncakları kitapları hayalleri umutları aşkları dünü bu günü yarını rehin alınmışların…

çocukluğunun gençliğinin geçtiği sokakları anıları yakılıp yıkılmışların…ölüye herkesin yaşayan bir ölüye dönüştüğü yerdeki yersiz yurtsuzların…

yaşayanlara dünyayı dar eden her türden kurumsallığın, din, tanrı ve ideolojiler adına oluşturulan örgütlü saldırganlığın, majör dilinde cisimleşen toplum ile ‘doğru ‘ ve ‘gerçek’ adına dile gelişin ölümle, hapislikle karşılık bulması. hücre ile hastane odası arasında sıkışıp kalan bir ömür… sıkıştırılmışlığın, bastırılmışlığın, kuşatılmışlığın diliyle, can havliyle yazılan öyküler…

kısa, kesik. kesik kesik. sularda can verir gibi, can verememenin boğulmanın. iki nefes arası nefessiz kalmanın diliyle. kırık akor. aksak ritimle. atonal …

bazen tek bir harften oluşan sözcükler…bazen duraksız, yan yana dizilişinden sözcüklerin…noktasız, virgülsüz, ünlemsiz... imlâsız... cümlelerin...

zamana mekana sıkıştırılmışlığın. yer ile gök, gök ile gök arasında kalakalmışlığın. tüm zamanların sıkıştırılmışlığının diliyle bir nefes alışverişi ya da iki nefes arası sözcüklerle umutsuz, mecalsiz, aç, susuz, uykusuz, geleceksiz, dünsüz, bugünsüz…üşüyen ıslak elbiseler içinde üşüyen sözcüklerle …elbe ırmağı’nın kıyısından geliyorum. ben borchert . yüzümde gaz maskesi ve asker üniformasıyla. dışarıdan kapının önünden …

coğrafyanın koordinatları arasındaki gerilimin sınırlara hapsolup rehnolmanın, kanatsız kuşlarınca uçuşun, uçamayışın cereyanı… sınır ile değil de sınırsızlıkta var olmanın adı, adresi gölgesi bir gölgesizin… kendinde ontolojik sürgünlüğün…ama fareler uyurlar geceleyin…

tarihte zorun. zorun dünyasında nefes alacak yollar bulmanın. arayışın. vatan, millet, sınırlar, tanrılar, dinler ve kurumları adına yaşatılan zorluğun, zorbalığın, zorunluluğun, ihanetin, cinayetin, savaşların... militarizmin… yaşayanlara dünyayı dar eden orduların, bayrakların, kutsal kitaplar adına işlenen cinayetin. cinayetlerin... ortasından… ben borchert. yaşım yirmi beş. woroneschten geliyorum. açım. üşüyorum. uyuyamam geceleri…

öyle anlaşılıyor ki her türlü eza ve cefa reva görülmekte bizim kuşağa, diyen borchert, haksız da sayılmazdı. tarihte, düzde, her yerde, her türden ezanın ve cefanın, yıkımın, kıtlığın, kıyamın var oluşu… hayalleri, aşkları, çocukluğu, gençliği yazdığı, çizdiği yok sayılan bir yitik, bir yıkım, bir ‘veda kuşağı’ nın temsilcisi borchert… savaşın ortasındaki çıplak gerçeğin. acı gerçeklerin kuşağının…

savaş içinde geçen gençliği, toplam yirmi altı yıllık ömrünün sadece iki yılına sığdırabildiği yazı hayatı, zaman zaman bir hücrede, zaman zaman bir hastane odasında geçip giden…

savaş koşullarında yetersiz, dengesiz beslenmeye bağlı hastalığının etkisiyle sürekli bir telaşla ve can havliyle yazdıkları ile hayata tutunmaya çalışan borchert, bir hafıza kaydı da oluşturur. hafızaları silerek yola çıkan tüm iktidarlar ve onların savaş makineleri, hafızaları silerek bir sayıya dönüştürüyordu herkesi. aynılaşma, aynılaştırma yoluyla hafızasız bırakarak itaate, mutlak bir şimdiye hapsetme stratejileri, bugün nasılsa, o günlerde de benzeri formlarla yürürlükteydi…şiddetin, yok saymanın, aynılaştırmanın diline karşı, itaatsiz bir dille yazdığı öyküleri, şiirleri ve oyunlarıyla bir direniş hafızası oluşturuyordu borchert.

yeryüzündeki ve varlıkları gökyüzünde addedilen tüm iktidar unsurları da nasibini alır borchert’in sert, cesur, pervasız ve bir o kadar da ironik dilinden…yeryüzündeki iktidarlar ve temsilcilerinin, militarizmin çocuklara ve gençlere yönelik ihaneti, şiddeti, kirli oyunları arasında tüm gizlenmişliği ve görünmezliğiyle tanrının, kilisenin yüzü yeryüzüne ‘doğru’ya ‘gerçek’e, gerçekler ile yüzleşmeye çağrılır. savaşın yıkımın hiçliğin ortasından bir vicdan çağrısıdır, kara…

açlığın, yokluğun, yoksulluğun, çırılçıplak gerçeğine ve yeryüzündeki yüzsüzlükleri, acımasızlıkları; var, ama yoklukları yok, ama var gibilikleriyle meydanın tam ortasına düşürülür maskeleri…din, tanrı, kilise ve egemen ahlak kurumları, ordu, vatan, millet kutsallığı sınırların hepsiyle de ayrı ayrı hesaplaşılır. maskelerin düştüğü, klişelerin parçalandığı yerden konuşur borchert. düşürdüğü her maskede birazcık da olsa nefes alır gibi olur.

öykülerinde hep yüksek sesle konuşan borchert, nefes alırken usulca. sessiz. bir nefes.o kadar… yüksek sesle konuşması, bir meramı olmanın ve fakat her yere, her şeye geç kalmışlığın telaşıyladır…vaktin kısıtlanmışlığının, bastırılıp kıstırılmışlığın,daralan ve giderek daralan çember ile makasın dışına, ötesine bir an önce, can havliyle bir adım atabilmenin telaşı, heyecanı olarak görülebilir.. .kesik kesik konuşur. ritmik sözcüklerle. tekrarlayan…bir kalp atışı belki. yağmurun, rüzgarın, suların sesiyle …telgraf diliyle…



‘fener gece ve yıldızlar’

                 ‘canla,kan ve şarapla sarhoş
                  ışıkla ve karanlıkla sarhoş'

“düşlerde fener olmak” şiirinden :

ben ölünce
hiç değilse
bir fener olsam,
kapında dursam,
soluk donuk geceyi
aydınlığa boğsam.

ya da limanda
gemilerin uyuduğu zamanda
gülüşürken kızlar
uyumasam,
dar kirli bir kanalda
bir yalnıza göz kırpsam.

daracık bir sokağa
assalar beni
teneke, kırmızı bir fener
bir meyhane önünde
dalgın düşüncelerle
tempo tutup şarkılara
sallansam.

ya da şöyle bir fener
gözleri büyümüş bir çocuğun yaktığı
duyulup da korkunca çevresinde yalnızlığı
dışarda camlarda
fırtınanın ıslığı
kâbuslar, görüntüler, cinler.

evet, hiç değilse.
ben ölünce
bir fener olsam,
tek başına geceleri
uykulardayken dünya
gökte ayla senli benli
sohbete dalsam.
 ( çeviren: behçet necatigil )


edebiyat tarihinde yazıları, öyküleri ve oyunlarıyla bilinen borchert, şiirler de yazıyordu- başına ne geldiyse yazılarından ve öykülerinden dolayıdır- tutuklanır. savaş karşıtı yazılarından dolayı tutuklanır. idama mahkum edilir. yaşının genç olması nedeniyle cezası hafifletilerek zorla askere, cepheye gönderilir. şiirleri hayatındaki tüm bu trajik dönüşümlerden önce de yer alır. rilke’yi ve yunan şairlerini örnek aldığı bilinir.

savaştan döndükten sonra daha önceden yazmış olduğu şiirlerini gençliğinin bir döneminin tanığı olarak görür ve ‘değersiz’ olarak niteler. şu sözleri yazar, çöp sepetine attığı şiir dosyasının üzerine: ‘kimsenin okuması istenmeyen, bir bölümü başarısız, yabanıl, terk edilmiş şiirler ‘

ironik, dalgacı biridir borchert. çöpe attığı şiir dosyasının ilk sayfasına: ’kurtuldum’ notunu iliştirecek kadar. ve fakat şiirleri 1946 yılında ‘fener gece ve yıldızlar’ adıyla yayımlanır. borchert’in şiirleri, asıl metinleri olan öykülerine geçişte bir basamak olarak değerlendirilir. ve...


trenler : onlar da bizim gibiler…

asıl yazı serüveni ‘karahindiba’ öyküsüyle başlar. ilk düzyazı çalışmasıdır bu. 1945-1946 yılında hamburg’ta tedavi gördüğü elizabeth hastanesi’nde yazar. kimsenin etkisinde kalmadan. kendi cesur, ironik sesini oluşturmaya başlar hızla. bir başkaldırının, isyanın diliyle eleştirel yönden yıkıcı ve ironik öyküler yazar. öykülerinin tamamı ise, 1947 yılında yayımlanır. karahindiba öyküsünün konusu bir hücrede, 432 nolu hücrede geçer. öyküde geçen şu cümleler yazarın trajedisine götürür bizi:’ biliyor musun nasıldır insanın kendi eline bırakılması, kendisiyle baş başa, kendi insafına terk edilmesi ille de korkunçtur diyemem, ama bu dünyada yaşadığımız en akıl almaz serüvenlerden biridir: insanın kendisiyle yüz yüze gelmesi.’

öykü boyunca bir çiçekle konuşulur, hemhal olunur. bir sevgili, bir arkadaş, bir yoldaştır o. avludaki sarı çiçekli karahindiba. ve ete, kemiğe bürünür çitteki çubuklar. ’o da ne ? çitteki çubuklardan birinin uyukladığı yoktu hiç! öyle uyanıktı ki ,o kadar olur! heyecandan birkaç metrede bir yürüyüş biçimini değiştiriyordu. peki, kimse fark etmiyor muydu bunu? fark etmiyordu. ve ansızın 432 no’lu çubuk yere eğildi, aşağı kaymış çorabını yukarı çekerken kaşla göz arasında elini uzatıp ,korkuyla irkilmiş küçük çiçeği kopardı. derken yetmiş yedi çubuk o alışılmış miskinliğiyle son tura koyuldu.’ (karahindiba)

borchert ‘in öykülerinde ve oyunlarında sadece çiçekler değil, ölüler, ırmaklar, tanrılar ve trenler de dile gelir. canlanır. kişileşir. öykünün öznesi olurlar ve kitabın tam ortasından konuşurlar : ’onlar da bizim gibidir. sanılandan çok daha fazlasına katlanırlar.ama bir gün raylar üzerinde yol alırken ansızın devriliverir ya da önemli bir parçalarını yitirirler. asla kalmazlar bir yerde. ve pes edene kadar sürdükleri yaşam nasıldır? yollarda bir yaşamadır hep. ama görkemli, ama acımasız, ama sınırsız. trenler, öğle sonraları, geceleri. demiryollarının setlerinde açan kurum dolu başçıklarıyla çiçekler…teller üzerinde, kurum dolu sesleriyle kuşlar dostlarıdır onların ve uzun bir süre onların anısını yaşatırlar.’ (trenler öğle sonraları ve geceler)

nefes alıp verir trenler. hasretleri özlemleri de vardır onların. yorulur, ateşlenir, hastalanır, yorgun düşerler, bir istasyon daha gidemezler ve yollarda durduğu da olur kalplerinin. bir istasyonda beklenirler ve bir süre sonra da gelmez olur bekledikleri. karşılaşamazlar. ve elleriyle gizlerler öksürüklerini. hapşırmak da neymiş, çoğu zaman kendi içine atarlar dumanlarını.

ve trenler gibiyizdir bizler de…bir istasyon daha görsek, yanılsak, bir şehirde daha sabahlasak, pas mı tutar yalnızlığımız, acılarımız, hasretimiz, kavuşmalarımız? hangimiz önce varırız bir istasyona? hangimiz önce geçip gideriz, sessiz, kımıltısız, uykusuz bir geceden?

"sen de bir tren hattısın, paslarla, lekelerle, pırıl pırıl, güzel ve belirsizlik içinde. ve istasyonlara bölünmüşsün. istasyonlara bağlanmışsın. ve istasyonların tabelaları var ve üzerlerinde kız yazar ya da ay ya da cinayet. ve dünyayı içerir tabelalar.

bir trensin sen de, paldır küldür gider, çığlıklar atarak geçip gidersin -bir tren hattısın-üzerinde olup biter her şey ve passı matlığa ve gümüşsü parlaklığa dönüşürsün.

insansın sen. beynin zürafa yalnızlığında, sonsuz uzunluktaki boynunun yukarısında bir yerdedir. ve kimse tam olarak bilmez nerdedir kalbin." (trenler öğle sonraları ve geceler)


ve bazen de kendisiyle karşılaşır insan. kendi kendisiyle konuşur. dertleşir. uzun bir tartışmaya girer ve uzun uzun hesaplaşır. ontolojik kaygıları vardır. imkansız aşkları. gotik yalnızlıkları…

dolanır durur dünyanın avlusunda. kendi ekseni etrafında, kendi yörüngesinde ve hep başa sarar kaset…zig zag. zig. zag… tik tak. tik tak. girdap. aynanın içine gir de bak. ne var kendi yüzünden başka ne, var. kendi yanında mısın sen. kendi yanında olan var mı aranızda. kendi yarasını kanırtıp kanatan. kendi kuyularına inip çıkabilen. kendi gayyasında boğulan. var. oluş lar…

"günaydın. kimsin sen ?
sen
ben mi?
evet .
ve ardından kendisine diyordu ki :ne diye bağırıyorsun bazen?
ben değil, hayvan bağırıyor.
hayvan mı ?
açlık denen hayvan .
ve sonra kendisine soruyordu: ne diye iki de bir ağlıyorsun?
hayvan ağlıyor, hayvan!
hayvan mı ?
yurtsama denen hayvan. ağlayan o açlık denen hayvan. bağıran o ve ben denen hayvan ; tabanları kaldırmış kaçıyor.
nereye?
hiçliğe.nereye gitsem kendimle karşılaşıyorum.en çok da geceleyin.
…………………………………..
karnında açlık denen ve kalbinde yurtsama denen hayvan. ama kaçılacak yer yok. nereye gitse kendisiyle karşılaşıyor insan. kendisinden kurtaramıyor yakasını." (bitti bitti)


borchert’in asıl karakteristik öyküleri diyebileceğimiz kısa kesik ve ironik bir dille, telgraf stiliyle, sert, cesur, gözükara öyküleri 1947 yılında yayımlanan ve on dokuz öyküden oluşan ‘bu salı‘ adlı kitabında toplanır…kitap, borchert’in yazdıklarını temize çeken babasına atfedilir.

savaşın ortasında tutukluyken şiirsel bir dille yazdığı 'bu salı’daki öykülerde zaman, mekan ve özne- nesne diyalektiğinin tersine çevrildiği görülür.

'bu salı’daki öyküler 'karda, temiz karda' ve 'kimse bilmiyordu nereye' adlı iki bölümde toplanır.

öykülerde, yeryüzünde süren savaşın, cinayetin, açlığın, yoksulluğun, açlığın sorumlularıyla militarizmle ve tüm bunları görmezden gelerek seyirci kalan tanrı ile hesaplaşılır.

bir şiirle başlayan karda, temiz karda bölümü bir şiirle başlar. bowling oyunundaki oyunculara, toplara ve kukalara benzetilir savaşın tarafları. ve oyunda yer değiştirir oyuncular ve kukalar…

oysa hepsi bir kukla tiyatrosu içinde yerlerini alan kuklalardır o kadar. her kukla, her top ve her oyuncu bir kukladır da aynı zamanda ... ipleri başkasının ellerinde kuklalar…

"biz bowling oyuncuları
ama toplar da biziz
devrilen kukalar da
ve gümbür gümbür öten
oyun yeri, yüreklerimiz."


öyküde ise savaşın sorumluları ve savaş makinesi deşifre edilir.

‘iki adam bir çukur açmıştı yere. pek geniş ve neredeyse rahat bir çukurdu. bir mezar gibi. katlanılabiliyordu içinde.

önlerinde bir tüfek vardı. biri bulmuştu tüfeği insanlara ateş edebilsin diye…çokluk hiç tanınmazdı insanlar. dilleri bile bilinmezdi ve kimseye de bir kötülük yapmamışlardı,ama işte tüfekle üzerlerine ateş etmek gerekiyordu. öyle buyurmuştu biri. ve biri de ateş edilenlerin pek çoğu öldürülsün diye tüfeğin dakikada altmıştan çok atış yapmasını sağlamıştı. ve karşılığında ödül verilmişti kendisine.
………….
ateş et dedi biri
öteki ateş etti.
………………
iki adam saatlerce oturuyorlardı geceleri. uyumuyorlardı. derken biri söze başlıyordu :
ama tanrı böyle yaratmış bizi .
ama tanrının bir özrü var, diyordu öteki, tanrı yoktur.
tanrı yok mu diye soruyordu birinci
bu onun tek özrü, diye yanıtlıyordu ikinci.’ (bowling)



kucak kucak kar…

şiirsel bir dille yazılan bir öykü : kucak kucak kar…

‘kara gövdeler arasında kar.ve karlar sarkıyordu dallardan. mavimsi siyah gövdelere yapışmış. çalılar üzerinde küme küme. kuleler gibi yığılmış. çukurlara, sağa- sola savrulmuş kucak kucak kar.
……………………………………….
bir dal bel veriyordu kardan.ve dal siyahımsı mavi dalcıklar arasından yere sarkıyordu.ve inildiyordu sarkarken.usulcacık.ileride.solda.sonra şuaracıkta.derken orda.dört bir yanda iniltili sesleri geliyordu.çünkü karlar sarkıyordu dallardan.kucak kucak kar.’  (kucak kucak kar )


'bu salı’daki bir çok öyküde nesneler bir leke olarak görülür ve öyle nitelenir.

ama gene de bir leke vardı bir yerde. leke karda yatan bir insandı,kıvrılmış, yüzükoyun, üniformalı, bir çıkın paçavra deriden, kemikçiklerden, meşinden ve kumaştan bir paçavra çıkını. üzerinden kızıl kara kanlar sızmış ve kurumuş ölü mü ölü saçlar.,bir peruk gibi ölü, kıvrılmış yatan bir vücut, karlar içinde haykırmış son çığlığını, ulumuş ya da yakarmış belki: bir asker. pazar sabahlarının en temizinin şimdiye dek asla görülmemiş bu kar beyazında bir leke.
………………………………………..
bir biti başparmaklarının tırnağı arasına aldı teğmen. çıt etti bir ses. bit öldü. sıçrayan kan teğmenin alnında;küçük bir leke oluşturuyordu.’ (saz benizli kardeşim )

‘geceleyin adamlar yürüyordu yolda.bir şarkı mırıldanıyorlardı. arkalarında bir kızıl leke gecenin koynunda çirkin bir kızıl lekeydi. çünkü bir köydü leke.köy mü o yanıyordu. adamlar kundaklamışlardı.
…………………………………………………………
ve adamlar asker değildi. ama derken kan kırmızı bir leke belirdi. gökyüzünde. o vakit adamlar kestiler şarkıyı. ve biri dedi ki: bak bak, güneş.(kedi donmuştu karda)

borchert’in öykülerinde ve oyunlarında ölüler de konuşur. ölüler ölülerle konuşur... ölülerle nehirler…. nehirlerle ölüm…ölüm ölülerle. ölülerle tanrılar..ölümlülerle ölüm…. çitler duvarlar çiçekler… vahşetin çıplak gerçeğin ortasında ...çitler duvarlar çiçekler… ve giderek çığlığa dönüşen sesler.. bir çığlık nasıl konuşursa… arafta…

radi adlı öyküde daha önce cephede ölen arkadaşı radi girer rüyasına.ve uzun uzun konuşulur radi ile… hayatın ölümün ontolojisi üzerinden militarizmin elinde savaş makinesine dönüşen, kendi bedenine, ontik varlığına yabancılaşan hayatlar sorgulanır :

‘bana baktı öyle mi dersin? yo yo, her şey öyle yabancı ki, sorma. her şey. dizlerine baktı. her şey öyle yabancı ki. insanın kendisi de .

insanın kendisi mi?

evet gülme bak. asıl sorun da bu zaten, insanın kendisi öyle yabancı ki kendisine.’
(radi)



‘savaşta herkesin babası askerdir’

'bu salı' öyküsünde ise militarizmle hesaplaşma had safhadadır. savaşta üniformanın ürettiği iktidar ilişkisini ölümün nasıl sıfırladığı.ölüm karşısında iktidar ilişkisine tahakküme yol açan rütbelerin nasıl da yerle bir olduğunu görürüz.:

"bu salı
bir sedye üzerinde karantinaya taşıdılar yüzbaşı hesse’yi. kapıda bir tabela asılıydı.
İSTER GENERAL OL İSTER ER
SAÇLARINI BURADA BIRAKIP GİDER ."


aynı öykü şu cümlelerle biter:

"bu salı
ulla akşamleyin oturmuş ,defterine büyük harflerle aşağıdaki cümleyi yazıyordu :
SAVAŞTA HERKESİN BABASI ASKERDİR.
SAVAŞTA HERKESİN BABASI ASKERDİR.
on defa yazdı bu cümleyi.büyük harflerle . ve savaşı,ş’yle .şeker yazar gibi.’" (bu salı)



‘bir dünya yorgunluğuydu her türlü beklentiden uzak'

'bu salı' kitabının ikinci bölümünün -kimse bilmiyordu nereye- ilk öyküsü ‘ne idüğü belirsiz kahve’de, savaşın yarattığı, açlık, kıyım, umutsuzluk, yoksulluk, sürgünlükler. ve bir tren istasyonunda bir masaya, bir sandalyeye asılı duran bedenler. ve bedenine yönelen şiddet, intihar sorgulanır. ve intiharın bir var olma, bir direnme biçimi olabileceğini hissederiz. ontolojik sorgulama ögeleri işlenen öyküde hayatın anlamı, ölüm ve ölüm karşısındaki hallerimiz, kahve fincanı ve kızın gözleri… ve ve ve yüzsüzlüğü kulaksızlığı tanrının. ve içimizi delip geçen ve bizi varlığımızla ontolojik bir hesaplaşmaya sokan şu sözler :

‘bir dünya yorgunluğuydu her türlü beklentiden uzak.
………………..
ve tenleri .sanki hayalet varlıklardı da tenlerini kostüm seçmişlerdi kendilerine ve bir süre insancılık oynuyorlardı.
……………………………………….
bir yaşama asılmış duruyorlardı. yüzsüz bir tanrı tarafından asılmışlar. bir tanrı tarafından, ne iyi ne kötü, yalnızca var olan. ve ondan öte bir şey olmayan. ama bu kadarı bile pek az olan.
……………………………..
ve kimseler işitmiyordu cılız çığlıklarını, tanrının yüzü yoktu. onun için kulakları da olamazdı. işte buydu onların en büyük öksüzlüğü. kulaksız tanrı’


masada üç erkek oturmaktadır bir de kız. kahve içerler. ve kızın soğuyan kahvesindedir kısa parmaklının gözleri. erkelerden biri seslenir: "kahvenizi soğuttunuz ama...bir de soğuksa hiç tadı olmaz. ‘harika bir kahve doğrusu. sıcak olunca ,eh içiliyor işte. ama ne idüğü belirsiz .ne i-dü-ğü be-lir-siz. zararı yok’ dedi kız çok kısa parmaklıya. bunu üzerine kıza baktı kısa parmaklı. öyle demişti kız:’ zararı yok, soğuk olsun.’ ‘başınız mı ağrıyor?’ diye sordu kısa parmaklı. ‘sadece haplarımı içmek için’ dedi kız yine sıkılgan, gözleri fincanındaydı. o kadar uzun süre fincanına baktı ki sonunda kısa parmaklı elindeki kurşunkalemi masanın üzerinde tıklatmaya başladı. bunun üzerine gözlerini kaldırıp ona baktı kız: ’intihar etmem gerekiyor da….başımda ağrı yok, intihar etmem gerekiyor da…’ ve bunu öylesine söyledi ki, sanki on bir treniyle gidiyorum der gibi…’intihar etmem gerekiyor da…’ve yeniden fincanına dikti gözlerini… "

bugün günlerden salı ve hava yine çok güzel. güneşli.portakallar da öyle. kedinin de neşesi yerinde. bahçenin de. bak, işte gidiyor kız. gitti…



‘ben teğmen fischer. yaşım yirmi beş. açım. woronesch’ten geliyorum’

ve 'uzun uzun yollar uzunluğunca' öyküsünde, cephede arkadaşları ölen ve bu ölümlere tanıklık eden fischer‘in gözleri ve bitmez tükenmez sayıklamaları üzerinden canlıları, doğayı, sokakları bir sayıya indirgeyerek numaralandıran faşizm ve militarizm deşifre edilir:

"yollardayım, ikidir sarılıp kaldım yerde. tramvaya varacağım. ben de bineceğim. ikidir serilip kaldım yerde şimdiye değin. açım. ama ben de binmeliyim tramvaya. binmeliyim. tramvaya varmalıyım. ikidir şimdiye değin üç dört sol ki üç dört ,ama ben de üç dört aman da hey aman üç dört hey de piyade piyade yade yade … woronesch’te toprağa verildi 57 kişi ,57 kişinin hiçbir şeyden haberi yoktu. ne öncesinde, ne sonrasında. daha önce şarkı bile söylemişlerdi. aman da hey aman…
………………………………………
woronesch’te toprağa verildi 57 kişi. daha önce şarkılar söylemişti 57 kişi. ama sonardan hiç ağızlarını açmadılar. 9 oto tesviyecisi, 2 bahçıvan, 5 memur, 6 tezgahtar,1 berber,17 çiftçi, 2 öğretmen, 1 rahip, 6 işçi,1 müzisyen,7 öğrenci. hepsini woronesch’te toprağa verdiler.
………………………………………………………
57 kişi her gece almanya’ya geliyor. her gece yatağıma geliyor. 57 kişi woronesch’te toprağa verildi, diyorum, teker teker soruyor bunun üzerine 57 kişi: neden? 57 kez susup kalıyorum…"

öykü tekrarla sürer, fischer’in sayıklamalarıyla. hep bir sıfır ekleyerek sonuna 57, 570, 5700, 57000, 57000000……..sayılara indirgedikçe bizleri faşizm çoğalıyor, çoğalıyor ölüler...

"bunu ben biliyorum. ben teğmen woronesch’te toprağa verildi, diyorum. 57 kişi woronesch’te toprağa verildi, diyorum. ama ben büsbütün ölmemiştim. hâlâ yoldayım, ben teğmen fischer. yaşım yirmi beş. açım. woronesch’ten geliyorum
………………………………
ve kimse bilmiyor: nereye? dan dun ötüyor tramvayın zili. ve kimse bilmiyor: nereye? ve gidiyorlar: hep beraber. ve kimse bilmiyor…ve kimse bilmiyor….ve kimse bilmiyor…,"  (uzun uzun yollar uzunluğunca )


ölümünden sonra yayımlanan sevimli mavi, gri gece kitabında ki ‘duvar’ öyküsünde rüzgar ve duvarlar konuşur. tanrıların, insanların bunca sessizliğine dayanamayıp .konuşturulurlar. duvar öyküsü’nden :

"sonunda rüzgar kalacak yalnızca. tümü silinip gidince ortadan, gözyaşları, açlık, motor sesi ve müzik…tümü gidince yalnızca rüzgar kalacak.
……………………………………
tek başına duran, yer yer çatlamış bir duvar vardı, bir vakitler bir eve duvarlık etmişti. şimdi sallantılar içinde oracıkta dikiliyor ve oyuk gözleriyle yaşamının anlamını araştırıyordu."

sözü rüzgar alır yine öykünün sonunda :

sonra yeniden başladı gülmeye delikanlı rüzgar; çünkü her şey ölürdü, taşlar, caddeler, hatta ölümsüz sevgiler, ama o yaşamını sürdürürdü.’ (duvar)

‘ekmek’ öyküsünde gece acıkan adam, eşinden gizlice mutfağa gider. mutfaktan sesler gelmektedir. eşi uyanır ve mutfağın köşesinde göz göze gelirler. kadın, kocasının masanın üzerinde duran ekmekten bir dilim kestiğini görür…birbirlerinden gözlerini kaçırırlar…ne çok şey vardır bilinen ve fakat bir türlü dile gelemeyen .nasıl da ideolojik bir öykü…nasıl da yıkıcı…

"sandım ki bir şey oldu mutfakta ‘ dedi, adam ve çevresine bakındı.

‘benim de kulağıma bir ses geldi’ diye yanıtladı kadın ve kocasının geceleyin pijamayla pek ihtiyarlamış göründüğünü fark etti.
…………………………………
ertesi akşam adam eve geldiğinde, kadın, dört dilim ekmek kesip koydu önüne. o güne kadar adam sadece üç dilim yiyebiliyordu .
‘dört dilim yiyebilirsin’ dedi, kadın ve lambanın önünden çekildi.

‘benim midem pek kaldırmıyor bu ekmeği .bir dilim fazla ye sen . benim midem pek kaldırmıyor bu ekmeği’

kadın, kocasının başını tabağına iyice eğdiğini gördü, adam başını tabaktan kaldırmıyordu. o anda içi cız etti kadının.

‘ama sana yalnız iki dilim yetmez’ dedi adam ,tabağına doğru.

‘sen bana bakma’ dedi kadın.’akşamleyin bu ekmeği benim midem kaldırmıyor pek. ye sen ye.!’

ve ancak bir süre sonra gelip lambanın altına, masanın başına oturdu." (ekmek)




ve hala üzgündür sardunyalar …

ve üzgün‘dür sardunyalar…bir aşk hikayesidir üzgün sardunyalar. kırık bir aşk hikayesi. ah şu simetri hastalığı kızın ve her şeyi bozan simetri…ah şu gün ışığı…
‘tanıştıklarında hava kararmıştı’ diye başlar öykü. ve kız, evine davet eder adamı. sabah olup gün ışıyınca, kızın burnuna takılır adamın gözleri:

"aman tanrım şu burun deliklerine bak. simetri denen şeyden hiç nasiplerini almamış, aralarında en küçük uyum yok.."

kız, söze girer:

oysa ben çok uyumlu biriyimdir. simetri denen şeyi ne kadar severim bilseniz. penceremdeki şu sardunyalara bakın. solda bir tane, sağda bir tane. tümüyle simetrik ikisi de.yo yo içim bambaşkadır benim. bambaşkadır.
……………………
simetrik olduğu için mi, diye ağzından kaçırdı erkek,
hayır, uyum için diye düzeltti kız, sevecen. uyum için.
sonra erkek ayağa kalktı.
ah! gidiyorsunuz demek?
evet, ben…evet.
kız, kapıya kadar geçirdi erkeği.
hani içim çok başkadır benim, diye tekrarladı.
haydi canım! diye düşündü erkek. sende bu burun varken, yüze dikilerek tutturulmuş gibi bu burun. ve sonra sesini yükselterek :
yani içinizin sardunyalara benzediğini söylemek istiyorsunuz, tümüyle simetrik öyle değil mi?
…………………………..
kız pencere önüne gidip durarak arkasından baktı erkeğin.
………………………
ve sardunyalar, onlar da tıpkı kız gibi üzgündü. en azından öyle kokuyorlardı" (üzgün sardunyalar )




‘dışarıda kapının önünde’

bir de tiyatro metni yazmıştır borchert. ‘dışarıda kapının önünde’…sekiz günde yazar oyunu. öykülerinde taşıdığı biyografik özellikler ve kendi trajedisi göz önüne alındığında öykülerinde teğmen fischer ile özdeşleşen borchert, oyunda astsubay beckman olarak görülebilir.

oyun hiçbir teatral kural form, yapı gözetilmeksizin tamamen bir meramın dile getirilmesi olarak tasarlanır. yaşayanlar, ölüler, dün, bugün, yarın, ordu, kilise, tanrı ve egemen ahlak formları, ironik ve cesur bir dille kıyasıya eleştirilir. tanrı yeryüzüne indirilir. sergilenmesine seyirci kaldığı “eserleri “ savaş, açlık, kıyım, yokluk, yoksulluk, sürgünlük hallerini görmeye davet edilir.

savaşın sorumlusu olarak gördüğü albaylar üzerinden de militarizmle hesaplaşılır. oyun boyunca her şey, her nesne dile gelir. başta ölüler olmak üzere ırmaklar konuşur ki elbe ırmağı oyunda başroldedir.. .ve her türden kılığa bürünüp nerede karşımıza çıkacağı belli olmayan ölüm konuşur. çöpçü elbiseleri içindedir ölüm:

"bu gün çöpçü yarın general kılığında.ölüm müşkülpesent olmaz.her yer de ölü dolu,hatta bugün sokaklarda bile ölüler yatıyor.dün savaş alanlarında ölüler vardı,o zaman ölüm general kılığında idi.ksilofon müziği eşlik ediyordu. bu gün sokaklarda yatıyor ölüler ve ölümün süpürgesi kıh kıh yapıyor.’"



ben borchert ... nerdesin…

borchert’in ‘dışarıda kapının önünde’ oyunu için trajik ve bir o kadar ironik notu bulunur :

‘hiçbir tiyatronun oynamayacağı ve hiçbir seyircinin izlemeyeceği bir oyun’

oyun, 1947 yılında radyodan yayımlanır. almanya’nın bazı şehirlerinde elektrik kesintisi vardır. sıra o gün borchert’in semtindedir…

ve trajedi sürer…isviçre’de basel şehrinde bir hastane odasında…

ve bir süre sonra 20 kasım 1947 tarihinde aramızdan ayrılır. ardından, onu nihilist olarak görenlere ise şu sözlerini hatırlatalım : ”yeter ki yeniden sokağa çıkabileyim. yeter ki tramvaya binip bir yerden bir yere gidebileyim”

borchert’in çığlığı, yakılıp yıkılmış, enkaza dönüşmüş yerlerde yaşayanların çığlığında yankılanır.

eserleri bir çok dile çevrilen borchert’in bazı eserleri behçet necatigil ve kâmuran şipal tarafından türkçeye de çevrilir.

ben teğmen fischer. yaşım yirmi beş. açım. woronesch’ten geliyorum.

ben astsubay beckman : “ben ölüyorum”…

eskiden caddelerde sigara izmaritleri, portakal kabukları, kağıt parçaları olurdu, bugün insanlar var. bir şey ifade etmiyor bu.

ben borchert dışardan geliyorum !

nerdesin başkası ?

heyyy nerdesin?

her zaman ortalıkta olurdun! şimdi nerdesin ?

evetçi! şimdi bana cevap ver bakalım!

sana şimdi ihtiyacım var, cevapçı!

heyyy nereye saklandın?

birden bire sırra kadem bastın. nerdesin ha, cevapçı?

bana ölümü çok gören sen nerelerdesin?

kendini tanrı diye adlandıran o ihtiyar adam nerede? niçin bir şey söylemiyor?

niçin susuyorsunuz?

niçin?

kimse bir cevap vermeyecek mi?

cevap vermeyecek mi hiç kimse?

kimse, hiç kimse bir cevap vermeyecek mi?...

heyyy!…"



 

SONRA YAPILACAK TEK ŞEY VAR


Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Tezgahı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Fabrika sahibi. Sana yarın pudra ve kakao yerine barut satmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse,
yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt'a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...


Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!...

Sen. Normandiya'daki ana ve Ukranya'daki, sen Frisko ve Londra'daki ana. Sen Hoangho ve Missisippi' deki ve Hamburg ve Kore ve Oslo'daki ana., bütün toprak parçaları üzerindeki analar, dünyadaki analar, sizden yarın yeni kırgınlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var:
HAYIR deyin!... Analar, HAYIR deyin!...

Çünkü eğer hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz analar, sonra, sonra:

Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildiye inildiye sessizleşecek, dev mamut kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, deniz bitkileri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri öyle ipildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış, hasta ve ölü gövdesi rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yalpalanacak.

Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak. Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik dönenecek ortalığı, her şeyi unutarak, büyüyecek okullarda ve üniversitelerde ve tiyatro salonlarında büyüyecek, stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak, pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne. Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, çürüyüp, mantarsı küfle kaplanacak. Mutfaklarda, hücre odalarda ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kase çilek, kabak ve diğerleri bozulup gidecek, ekmek ters çevrilmiş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üstünde yemyeşil kesilecek, ortalığa yayılan yağ arap sabunu gibi kokacak, tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak, yok edilmiş bir ordu gibi ve tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak, ufalanacak. Sonra son insan dökülüp parçalanmış barsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi ordan oraya dolaşacak, o kocaman beton yığınları, tenha kentlerin soğuk putları ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız, son insan, kupkuru, delirmiş, tanrıya küfrederek, yakınarak o korkunç soruyu soracak : NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek duyulmaz bir hale gelecek, yıkıntılar üzerinde esecek, çatlaklar arasından akacak, bu ses, ibadethane enkazları içinde ve sığınaklara çarparak şaklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek, duyulmayacak, yanıtlanmayacak, son insan-hayvanın son hayvanca bağırışı. Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki, belki hemen bu gece, belki bu gece, eğer-eğer-eğer siz.
HAYIR demezseniz!.


Çeviri : Rahman HAYDAR
Kaynak : www.yersizyurtsuz.com

 


şiirlerinden :

ANTİKALAR

                Hohen Bleichen Bleichen caddesini anarak

Büyük günümüzün gürültüsünden uzakta,
geçmişte şan ve şeref, boşlanmış, hurda şimdi;
durur sessiz eşyalar, tozlu, tuhaf, bambaşka
birkaç koket fincan, Biedermeier stili.

Solgun bir imparator, üstlerine kurulmuş,
solgun, ama büstüne alçılanmış görkemi.
Bir Okyanus timsahı, içersi doldurulmuş,
sırıtır çakırkeyf, camyeşili gözleri.

Bir bronz çıpa sapı, Akıllı Karl’dan kalma,
parlar kat kat göbeği üstünde Buda’nın.
Bir topuz perukadan hafif yayılır hâlâ
ayartıcı kokusu çok eski bir pudranın.

Tahta, katı çizgilerle bir Malezya putu
bakar bön. Melezlerin bir donuk parıltı dişlerinde.
Görür savaş düşleri, paslı silahlar, mutlu,
ve vınlar Rembrandt’ın gölgeleri içinde.

Barok komodinde bir ölüm kurdu,
çıtırdatır kurumuş tahtaları habire.
Vızıldar bir sinek, üzgünce bir türkü,
çöker de on üç cilt Schopenhauer üstüne.

Çeviren : Behçet NECATİGİL



AYRILIŞ

Bir son öpüştü rıhtımda
kaldı ardımda.

Akıntıdan yana, denizlere yolun
gidiyorsun

bir kırmızı, bir yeşil ışıktır
uzaklaşır.

Çeviren : Behçet NECATİGİL



DENİZ KABUKLARI

Deniz kabukları, renkli, parlak;
çocukların bulduğu.
Deniz kabukları, ince, yuvarlak;
içlerinde rüzgârın uğultusu.

Türkü söyler yüce deniz içlerinde-
görülür müzelerde ışıldadıkları;
sonra eski liman meyhanelerinde,
sonra çocuk odaları…

Deniz kabukları, ince, yuvarlak;
dinle! rüzgârın türküsü duyduğun!
Deniz kabukları, renkli, parlak;
Bir zamanlar çocuklukta bulduğun!

Çeviren : Behçet NECATİGİL



HAMBURG’DA

Hamburg’da gece
başka kentlerde
o tatlı, mavili kadın
Hamburg’da kül renginde;
yağmurda yağışta başını bekler
Tanrıya uzak kalmışların.

Hamburg’da gece
yeri bütün liman meyhaneleri
eğninde ince, hafif bir giysi
çöpçatandır, bir görüntü, sessiz geçer
parklarda, dar sıralar üstünde
başlamışsa sevişmeler, gülüşler.

Hamburg’da gece
aygın baygın şarkılar söyleyemez
bülbül şakımaları içinde;
bilir bize aynı mutluluğu verir,
vapuk düdüklerinin türküsü
limandan şehre vuran seslerde.

Çeviren : Behçet NECATİGİL




RÜZGÂR VE GÜL

Küçük solgun gül!
Bordadan esen hoyrat yel
perişan etti seni!
yaprakların sanki
bir liman yosmasının
sırtına giydikleri —
birden saldırıverdi.

Hissetti de kendini
bir süre belki bitkin,
istedi gizli kıvrımlarında
biraz soluk alsın.
Ama kokun onu öyle büyüledi,
öylesine geçirdi ki kendinden:
köpürdü coştu birden,
duyduğu hazla ezdi seni;
öptüm diye böbürlenmede
ürkmüş otlarda eserken gene.

Çeviren : Behçet NECATİGİL


dizin    üst    geri    ileri  

 



  3  

 SÜJE  /  Sabahattin Umutlu   /  yirmi sekiz kasım iki bin on yedi   / 25