ÖYKÜ

Havva Ağral  







HÜZÜNLÜ BİR KIZ


“Yazdıkların hiç fena değil” diyordu telefondaki ses. Kızın, önce yüzü güler gibi oldu.
Ardından. “Geceme güneşi doğurdunuz. Şimdi nasıl uyurum bu aydınlıkta? Keşke
mutsuzluk olsaydı. Mutsuzluğa alışkındım” diye cevaplandırdı. Dediği gibi sabaha dek çok az uyuyabilmişti. Ancak öğle vakti adada şöyle bir tura çıkmıştı. Kucağında yeğeni.

Uzaktan görenler çocuğun engelli olduğunu düşünebilirdi. Halbuki çocuk,
oldukça zeki, aklı başında bir oğlandı. Ancak, kız beş yaşlarındaki bu oğlan çocuğunu, ısrarla kucağında gezdirirdi. Biraz geçkince bir kız. Hüznü giyinir, hüznü sürmeler, hüzünlerini fırçalar, hüzünden yapılma çocuğu giydirir, kucağına alır ve sokağa çıkardı. Her görünen, ardındakini gizler mi? Kız gizlediğinin bile farkında değildi… Mutsuzluk işte. Rölantide bir hastanın bedeni gibi, ağır aksak bir mutsuzlukla çalışır çoğu metabolizma. Duygular katar katar, hepsi hüzne ulanır uzaktan …

Doktor Hilmi, birkaç gün önce, kızın kucağındaki çocuğun tedavisiyle ilgilenmişti.
Çocuk ciddi bir barsak sendromuyla getirilmişti. Bu yaşta bir çocuk için şaşılacak bir şey. Bu insanlar ne yaşamış ki, beş yaşında bir çocuk bu kadar gergin bir haldeydi? Kimsenin yüzüne bakmayan bir çocuk. Top şekere de balona da kanmamıştı. Çipil bakışları insanlardan uzak, sanki yıllar önce insanlara kırılmış bir havası olan henüz beş yaşında bir çocuk…

Doktorun dikkatini başka bir şey daha çekmişti.

Doktor, çocuğun ve genç kızın bilinç altının ortak bir hüzünde birleştiğini düşündü. Ve kızı uzaklaşana kadar izledi. Adanın arkasında ne vardı? Bu kız hep kendine ait bir dünyada, sakin sakin duruyordu. Öylece duruyordu. Bütün bunları düşündükten birkaç gün sonra da erkek kardeşi bir sürpriz yapıp, adaya gelmişti. Bir ressamdan söz etmişti. İsterse o da tanışabilirdi. Bu arada hüzünlü olarak nitelendirdiği genç kızı, birkaç kez daha adanın arkasına geçerken görmüştü. Ama bu adanın ardında sadece mezarlık, yel değirmenleri ve eski sahil kulübeleri vardı.

Doktor, kızın yüzünü sadece bir kez yakından görmüştü. Sonra da hep uzaktan… Çıkık elmacık kemikleri, hafif çekik gözleri bir Orta Asyalı..ancak o kalın dudaklar ege mi, doğu mu çıkaramıyordu. Yüz çizgileri ve kalın dudakları yüzünden, kızın sesinin kalın olacağını sanmıştı. Halbuki kızın sesinde kadifemsi bir tonlama, hafif bir incelik vardı. Bakarken, arada gözleri uzaklara kayıyordu ve kimseye de baktığı yoktu; ne de gördüğü bir şey…

Doktor Hilmi kardeşiyle birlikte, meşhur ressamın yanına gitmişlerdi. Bu adada on iki yılını geçiren Hilmi bey, adanın arkasındaki kulübelerden birinin bir atölye olarak kullanıldığından hiç haberdar olmamıştı. Hüzünlü olarak nitelendirdiği kız da oradaydı. Adanın arka tarafı… Hüzünlü kız, bulutları bir bir söndürerek geçmişti sanırım. Yel değirmenlerinin beyaz badanalı sütunları, hüzünden payını alıp, yosun bağlamıştı. Ay, saten perdelerinden bir uzaklık indirmiş; mezarlık, yakınsak bir azot kokusu yaymıştı. Hüzün gri tonlamalarıyla her şeyi yontmuş, kamaştırmış ve titreştirmişti…

Doktor Hilmi kendinden bir girdaptı şimdi. Orta Asyalı, hafif çekik, karaşın bir girdaba kapılmaktan kendini alamamıştı. Toprak, balçık bir hüzün… Yağmur ne ara başladı?

Ve Hilmi doktor, bu girdabın bir sonunun olmadığını düşünürken; kendini, tedavi ettiği çocuğun, o çipil gözlerinde buldu. Bir çift bakışın, huzmelerinden ani bir düşüş anı; Hilmi dehşeti görmüştü.

Teyzesinin omzundan düşmeyen çipil gözler adanın öbür yanında, doktor
bu tarafta… Yine de bir hissi buluşma, dehşete an kala, hâlâ hüzünlü bir kız arayan doktor, gözleri oyulmuş, gözlerinden kan akan kadını gördü. Daha doğrusu, ressamın tuvalinden eski bir hastasını, yüzüne kezzap atılmış kadının resmini gördü. Önce doktor kendi duyularında ishak kuşunun çığlığını duydu. Adaya kar yağdığını sandı. Sadece gün batmaktaydı. Gün bütün heceleri, Latince tüm tıbbi terimleri, kana, kansere, kezzaba boyadı. Bütün gün batımı, kana bulanmış bir çift göz kuyusuydu. Doktor o an her şeyi anlamıştı. Hüzünlü kızla göz göze geldikleri an susmuşlardı. Karşılıklı susarak anlaşmışlardı.

Kızın bir şey anlatması gerekmiyordu. Yüzüne kezzap atılmış diğer genç kadının hikayesini zaten bildiğini anımsamıştı doktor. Gözleri oyulmuş kadının bütün sevkleri, Konsültasyon raporları başhekim Hilmi’nin önüne zaten konmuştu. Çipil bakışlı çocuğun annesi, adaya geldiğinde, gözleri kahve bir derinlikti. Ada mavilerini vurdukça, yeşile çalan bir çift kuyu… Kezzap kadının bütün denizlerini ve derinliğini balçığa dönüştürmüştü.

Doktor ve kız, çipil huzmeli bir aynadan birbirlerine bakıyorlardı. Ressam, gözleri oyuk bir kadın resmi yapıyordu. Kadının yüzündeki yara detaylarını bile göstermişti. Kat kat deri, damar, iltihap, oyuklardan akan göz yaşı, durmayan, devinen yaşayan yara gibi bir yüz... Gözlerindeki iltihap, beynine ulaşmış, beyin felci yaşayan, yaşaması için lobotomi operasyonu geçirmesi gereken, bitkisel hayatta bir kadının resmi. Ressam, Kadın Yoğun Bakım’da kadının son halini resmetmişti.

Yaşanan binlerce kadın ve şiddet olayından biri. Gözleri oyuk kadının karşısına getirildiği günü Hilmi bey hiç unutamamıştı. Çok soğuk, karlı bir gün, doktorun penceresinde bir kuş ölüsü, doğal gaz ve elektrik kesik…Üşümekten asapları bozulmuş Hilmi bey, karşısında, yüzünün kemikleri bile ortaya çıkmış yaralı kadını görünce kendinden geçmişti. Yaralı kadından önce doktora da müdahale gerekmişti. O günden sonra doktor da yüksek tansiyon ve anksiyete benzeri haller görülmüş; kulak uğuldamaları, ani baş ağrıları ve çabuk yorgunluk eserleri kalmıştı.Pek çok yaralı ve pek çok hasta görmüş olan doktor, neden bu kadar etkilendiğini kendisi de bilmiyordu.

Hüzünlü kız ilk kez konuştu.

“Ablamın fazla vakti yok. Onun duyduklarını hiç unutmamak için, bu tuvali yaptırıyorum. Ressam Zihni hoca benim ne duyduğumu çok iyi anlamış. Önce benim tuvalimi yapmıştı.”

Hüzünlü kızın tuvali çok ilginçti. Kucağında devasa bir akrep taşıyan bir kız resmi : Yüzü yok. Akrebin kuyruğu kızın diğer omzunu sokmakta.

Doktor dehşete kapılmış ne tarafa gideceğini bilemeden kulübeden uzaklaşırken ishak kuşları çığlıklar atıyordu.


dizin    üst    geri    ileri  

 



 24 

 SÜJE  /  Havva Ağral  /  yirmi sekiz kasım iki bin on yedi  / 25