“Yazdıkların hiç fena değil” diyordu telefondaki ses. Kızın, önce yüzü
güler gibi oldu.
Ardından. “Geceme güneşi doğurdunuz. Şimdi nasıl uyurum bu aydınlıkta?
Keşke
mutsuzluk olsaydı. Mutsuzluğa alışkındım” diye cevaplandırdı. Dediği gibi
sabaha dek çok az uyuyabilmişti. Ancak öğle vakti adada şöyle bir tura
çıkmıştı. Kucağında yeğeni.
Uzaktan görenler çocuğun engelli olduğunu düşünebilirdi. Halbuki çocuk,
oldukça zeki, aklı başında bir oğlandı. Ancak, kız beş yaşlarındaki bu
oğlan çocuğunu, ısrarla kucağında gezdirirdi. Biraz geçkince bir kız.
Hüznü giyinir, hüznü sürmeler, hüzünlerini fırçalar, hüzünden yapılma
çocuğu giydirir, kucağına alır ve sokağa çıkardı. Her görünen,
ardındakini gizler mi? Kız gizlediğinin bile farkında değildi… Mutsuzluk
işte. Rölantide bir hastanın bedeni gibi, ağır aksak bir mutsuzlukla
çalışır çoğu metabolizma. Duygular katar katar, hepsi hüzne ulanır
uzaktan …
Doktor Hilmi, birkaç gün önce, kızın kucağındaki çocuğun tedavisiyle
ilgilenmişti.
Çocuk ciddi bir barsak sendromuyla getirilmişti. Bu yaşta bir çocuk için
şaşılacak bir şey. Bu insanlar ne yaşamış ki, beş yaşında bir çocuk bu
kadar gergin bir haldeydi? Kimsenin yüzüne bakmayan bir çocuk. Top şekere
de balona da kanmamıştı. Çipil bakışları insanlardan uzak, sanki yıllar
önce insanlara kırılmış bir havası olan henüz beş yaşında bir çocuk…
Doktorun dikkatini başka bir şey daha çekmişti.
Doktor, çocuğun ve genç kızın bilinç altının ortak bir hüzünde
birleştiğini düşündü. Ve kızı uzaklaşana kadar izledi. Adanın arkasında
ne vardı? Bu kız hep kendine ait bir dünyada, sakin sakin duruyordu.
Öylece duruyordu. Bütün bunları düşündükten birkaç gün sonra da erkek
kardeşi bir sürpriz yapıp, adaya gelmişti. Bir ressamdan söz etmişti.
İsterse o da tanışabilirdi. Bu arada hüzünlü olarak nitelendirdiği genç
kızı, birkaç kez daha adanın arkasına geçerken görmüştü. Ama bu adanın
ardında sadece mezarlık, yel değirmenleri ve eski sahil kulübeleri vardı.
Doktor, kızın yüzünü sadece bir kez yakından görmüştü. Sonra da hep
uzaktan… Çıkık elmacık kemikleri, hafif çekik gözleri bir Orta
Asyalı..ancak o kalın dudaklar ege mi, doğu mu çıkaramıyordu. Yüz
çizgileri ve kalın dudakları yüzünden, kızın sesinin kalın olacağını
sanmıştı. Halbuki kızın sesinde kadifemsi bir tonlama, hafif bir incelik
vardı. Bakarken, arada gözleri uzaklara kayıyordu ve kimseye de baktığı
yoktu; ne de gördüğü bir şey…
Doktor Hilmi kardeşiyle birlikte, meşhur ressamın yanına gitmişlerdi. Bu
adada on iki yılını geçiren Hilmi bey, adanın arkasındaki kulübelerden
birinin bir atölye olarak kullanıldığından hiç haberdar olmamıştı.
Hüzünlü olarak nitelendirdiği kız da oradaydı. Adanın arka tarafı…
Hüzünlü kız, bulutları bir bir söndürerek geçmişti sanırım. Yel
değirmenlerinin beyaz badanalı sütunları, hüzünden payını alıp, yosun
bağlamıştı. Ay, saten perdelerinden bir uzaklık indirmiş; mezarlık,
yakınsak bir azot kokusu yaymıştı. Hüzün gri tonlamalarıyla her şeyi
yontmuş, kamaştırmış ve titreştirmişti…
Doktor Hilmi kendinden bir girdaptı şimdi. Orta Asyalı, hafif çekik,
karaşın bir girdaba kapılmaktan kendini alamamıştı. Toprak, balçık bir
hüzün… Yağmur ne ara başladı?
Ve Hilmi doktor, bu girdabın bir sonunun olmadığını düşünürken; kendini,
tedavi ettiği çocuğun, o çipil gözlerinde buldu. Bir çift bakışın,
huzmelerinden ani bir düşüş anı; Hilmi dehşeti görmüştü.
Teyzesinin omzundan düşmeyen çipil gözler adanın öbür yanında, doktor
bu tarafta… Yine de bir hissi buluşma, dehşete an kala, hâlâ hüzünlü bir
kız arayan doktor, gözleri oyulmuş, gözlerinden kan akan kadını gördü.
Daha doğrusu, ressamın tuvalinden eski bir hastasını, yüzüne kezzap
atılmış kadının resmini gördü. Önce doktor kendi duyularında ishak
kuşunun çığlığını duydu. Adaya kar yağdığını sandı. Sadece gün
batmaktaydı. Gün bütün heceleri, Latince tüm tıbbi terimleri, kana,
kansere, kezzaba boyadı. Bütün gün batımı, kana bulanmış bir çift göz
kuyusuydu. Doktor o an her şeyi anlamıştı. Hüzünlü kızla göz göze
geldikleri an susmuşlardı. Karşılıklı susarak anlaşmışlardı.
Kızın bir şey anlatması gerekmiyordu. Yüzüne kezzap atılmış diğer genç
kadının hikayesini zaten bildiğini anımsamıştı doktor. Gözleri oyulmuş
kadının bütün sevkleri, Konsültasyon raporları başhekim Hilmi’nin önüne
zaten konmuştu. Çipil bakışlı çocuğun annesi, adaya geldiğinde, gözleri
kahve bir derinlikti. Ada mavilerini vurdukça, yeşile çalan bir çift
kuyu… Kezzap kadının bütün denizlerini ve derinliğini balçığa
dönüştürmüştü.
Doktor ve kız, çipil huzmeli bir aynadan birbirlerine bakıyorlardı.
Ressam, gözleri oyuk bir kadın resmi yapıyordu. Kadının yüzündeki yara
detaylarını bile göstermişti. Kat kat deri, damar, iltihap, oyuklardan
akan göz yaşı, durmayan, devinen yaşayan yara gibi bir yüz...
Gözlerindeki iltihap, beynine ulaşmış, beyin felci yaşayan, yaşaması için
lobotomi operasyonu geçirmesi gereken, bitkisel hayatta bir kadının
resmi. Ressam, Kadın Yoğun Bakım’da kadının son halini resmetmişti.
Yaşanan binlerce kadın ve şiddet olayından biri. Gözleri oyuk kadının
karşısına getirildiği günü Hilmi bey hiç unutamamıştı. Çok soğuk, karlı
bir gün, doktorun penceresinde bir kuş ölüsü, doğal gaz ve elektrik
kesik…Üşümekten asapları bozulmuş Hilmi bey, karşısında, yüzünün
kemikleri bile ortaya çıkmış yaralı kadını görünce kendinden geçmişti.
Yaralı kadından önce doktora da müdahale gerekmişti. O günden sonra
doktor da yüksek tansiyon ve anksiyete benzeri haller görülmüş; kulak
uğuldamaları, ani baş ağrıları ve çabuk yorgunluk eserleri kalmıştı.Pek
çok yaralı ve pek çok hasta görmüş olan doktor, neden bu kadar
etkilendiğini kendisi de bilmiyordu.
Hüzünlü kız ilk kez konuştu.
“Ablamın fazla vakti yok. Onun duyduklarını hiç unutmamak için, bu tuvali
yaptırıyorum. Ressam Zihni hoca benim ne duyduğumu çok iyi anlamış. Önce
benim tuvalimi yapmıştı.”
Hüzünlü kızın tuvali çok ilginçti. Kucağında devasa bir akrep taşıyan bir
kız resmi : Yüzü yok. Akrebin kuyruğu kızın diğer omzunu sokmakta.
Doktor dehşete kapılmış ne tarafa gideceğini bilemeden kulübeden
uzaklaşırken ishak kuşları çığlıklar atıyordu.