Hep bir yerlerde bizi bekleyen bir şeyler vardır; ve biz de hep bir
yerlerde bir şeyleri beklemişizdir. Zaman, mekan, tesadüfler, sınırlar,
sınırsızlıklar, güç, cesaret, umut... Ya karşılaştırır bizi ya da
erteler. Bunun farkına varmadan yaşarız. Tıpkı onun gibi. Hayatındaki tüm
rutinleri, içindeki uçsuz bucaksız tutkularla unuturdu çoğu zaman. Hayal
kurardı. Hayallerinin gerçekleşeceği günü de hayal ederdi;ve
gerçekleşince kuracağı yeni hayalleri de. Hiçbir çaba göstermeksizin
yaşanan bu hayal etme süreci, sonunda kısır bir döngüye dönüşmüştü.
Aniden gözlerini açtı. Etrafa bakındı. Soğuk bir kış sabahı yataktan
kalkmanın pekte akıllıca olmadığını bilerek, bir ürpertiyle doğruldu
yataktan. Aralanan pencereden gelen soğuk rüzgarı durdurmak için doğruca
pencereye gitti. Serin kömür kokusunu içine çekti önce. Havanın berrak
griliği, kendini unutturmak istemeyen yağmurun çiselemesi, yarı çıplak
ağaçlar, ısınmak için birbirine sokulan kuşlar ve hayatlarını tüm
doğallığıyla yaşamaya devam eden insanlar...Bir süre öylece dalıp gitti
gördüklerine. Aslında sadece bakıyordu. Kafasında beliren düşünceler,
salt kendinde olmayan o kısır döngü görmesini engelliyordu. Telefonun
çalmasıyla tekrar döndü odasına. Pencereyi hızla örtüp telefona koştu.
"Alo!"
"Aaa merhaba, sanırım yanlış numara çevirdim."
Gülümsedi. Aklından hızlıca geçen düşünceleri duyumsayarak
gülümsedi. Hangi insan, yanlış numara çevirdiğini söyleyen yabancı bir
insan sesine bu kadar ihtiyaç duyar ki? Ancak bunun zihninden geçen bir
düşünce değil, dile dökülen bir cümle olduğunu anladığında iş işten
çoktan geçmişti. Telefondaki sesin şaşkınlıktan duraladığını bile fark
etmeden, o yabancının yüzünün kızarıklığını görmediğini düşünüp biraz
rahatladı. Ancak utanmıştı. Nasıl olur da o cümle çıkıverir ağızdan hala
anlamamıştı. Hemen toparlanıp:
"Evet, sanırım yanlış numara çevirdiniz." deyip telefonu kapattı.
Yaşananlara bir anlam veremeyip, hatta tamamen unutmaya çalışarak hemen
bir
kahve suyu koydu. Nasıl olsa yanlış bir numaraydı. Fazlası
yoktu. Yabancıydı. Ancak aklına geldikçe vücuduna yayılan sıcaklığa ve
hızlanan kalp atışlarına engel
olamıyordu. Kahvesini içerken bir yandan
da hazırlanıyordu. Çıkmalıydı. Evdeki ve içindeki eksikliği
tamamlamalıydı. Telefonun bir daha çalmamasını umut ederek, kahvesini
bile bitirmeden evden çıktı.
Pencereden gördüğü manzaranın tam ortasındaydı şimdi. Yağmur hala
çiseliyordu ve genzi yakan kış kokusu o kadar güzeldi ki, yürümek daha
iyi olur diye düşündü. Böyle zamanlarda yapılacak en iyi şeyin, kendini
en iyi hissettiği yerde bulunmak olduğunu biliyordu. Olanları düşünmemeye
ve bu güzel günün tadını çıkarmaya karar verdi.
Yarım saatlik bir
yürüyüşten sonra nihayet gelmişti işte. Pek çok sahaf ve antikacının
bulunduğu bu eski çarşıyı gezmek, buradan bir şeyler almak paha
biçilemezdi. Hemen ilk gördüğü sahaf dükkanına girdi. Ezberlediği rafları
yeniden gezmeye başladı. Gezerken sık sık derin nefes alıp, oranın o
kendine has kokusuna doyuruyordu kendini. Kaybolmuş ve aradığı kitabı
bulunca kendini de bulacak bir kaşif edasıyla tüm rafları inceledi.
Kitaplara dokundu. Sabah olanlardan küçücük bir iz kalmamıştı zihninde.
Ya da o öyle sanıyordu.
İşini bitirip oradan çıktığında kollarının kitap dolu olduğunu görünce
gülümsedi. Birden tam karşısında duran antika dükkanının önüne
dizilen irili ufaklı şamdanları gördü. Cüzdanına baktı;ve galiba çok
pahalı olmayan, kitaplarının yanına yakışabilecek küçük bir tane
alabilirdi. Oraya giderken hissettiği başıboşluğun yerini ayakları yerden
kesen bir çocuk heyecanı almıştı. Yüzünde muzip ve heyecanlı bir gülümse
ile evin yolunu tuttu. Hava da kararmaya başlamıştı.
Ev soğuktu. Ellerindeki torbaları masaya bırakıp, üzerini çıkarmadan
hemen sobayı yaktı. Evin ısınmasını beklerken, mutfağa girip -ayaküstü-
bir şeyler atıştırdı. Yeni bir kitap aldığında hep aynı heyecanı duyar,
bunun için belki de tüm işlerini erteleyebilirdi. Ancak bu kez
antika bir şamdanı da vardı. Üzerini değiştirip odaya geçti. Her zamanki
sabırsızlığın yerini alan dinginlik ve itinayla kitaplarını rafa
yerleştirdi. En yalın, en iyimser, en heyecanlı olduğunu düşündüğü birini
aldı. Şamdana mumlarını yerleştirip yaktı. Bir fincan kahve ve kitapla
masaya oturdu. Önce uzun uzun kokladı kitabı. Yıllanan sayfalara kim
bilir daha önce kimlerin elleri değmişti ya da o satırlara kimler
dokunmuştu. Böylece sahaftan alınan bir kitaba başlarken yapılacak en iyi
başlangıcı yapmıştı. Kahvesinden bir yudum aldı ve kitabın kapağını açtı.
Tam o sırada çalan telefon tüm ritüeli bozmuştu. Yine vücudunu saran o
sıcaklığı ve hızlanan kalp atışlarını duyarak telefona yöneldi. Suçüstü
yakalanan bir çocuk kadar heyecanlıydı. Bu kez ses yoktu telefonda. Bu
kez daha uzun, belki daha acınası, belki de daha keyifli, yeni hayallerin
bir başlangıcı, o kısır döngü için kırılma noktası olabilecek bir
tanışmanın giriş cümlesi vardı.
"Merhaba!"
Uzun uzun baktı yazıya. Sabah telefonda tutulan ses gibi tutuldu tüm
düşünceleri. Ne cevap verecekti? Vermeli miydi? Duyguları
tarafından, mantığı tamamen devre dışı bırakılarak kurulan bir cümle
yüzünden ve telefonu yüzüne kapatarak saygısızlık ettiği bir yabancıya
cevap mı borçluydu? Afallamış bir zihin titreyen parmakları kontrol
edemiyordu; duruma yine içindeki ses el koydu : "yaz hadi".
Beynindeki deprem yerini artçı sarsıntılara bırakınca yazabildi.
"Merhaba!"
Şimdi ne olacak? O tekrar yazacak. O döngü için kırılma noktası olan söz
söylenmişti bir kere. Tekrar telefon sesi:
"Yanlış yazılan numaralar arattırmıştı sabah beni. Ancak şu an ki
halimde hiçbir yanlış numara yok. Telefonu da yüzüme kapattığınız için
kızmadım sayın ..."
Evet ben kimim? Adımın yerine konulan noktalar kadar mıyım? Ne yapıyorum?
Ne yapmalıyım?
"Şu an yanlış olanın ne olduğunu anlamayacak kadar şaşkın ve endişeliyim.
Neden tekrar aradınız? Yani yazdınız?"
Uzun bir sessizlik içindeki endişeyi daha da arttırmıştı. Nihayet
beklenen yanıt ya da duymayı umduğu yanıt gelmişti.
"Ben kendime yazıyorum. Nedenini düşünmedim. Çünkü bu gibi
durumlarda kendim bana her şeyi anlatmaz. Bana, beni ara konuşmaya
ihtiyacım var dedi, ben de aradım. Hepsi bu!”
Tanrım ne küstahça bir yanıttı bu. Kendine güvenen erkelerin bu
küstahlığı neden hep acıtsa da çekici gelmiştir kadınlara? Üstelik
kadınlar bunu bilir. Erkeklerin o her kelimelerindeki, her
bakışındaki küstahlığı sezerek, acısını duya duya peşinden gider. Zevk
veren ender acılardan biridir o. Ancak onun hissettiği bu değildi. Daha
masum, belki de yeniden var olmanın, anlaşılmanın hazzını duymaktı.
Yazmaya koyuldu. Arada edilen gizli iltifatlar, bazen kendini ağırdan
satmalar, oyunlar bu gibi tanışmaların şaşmaz kuralıydı sanki. Ancak
bunda bir farklılık vardı. Adı yoktu. Sadece farklıydı. Belki de diğer
kadınlardan farkı, bu farklılığı sezmiş olmasıydı. Hiç kesilmesin, hiç
bitmesin istiyordu. Sabah olunca her şey toz bulutu gibi dağılmasındı.
Gece bitmesin... En çok da hayata bir yabancıyla yeniden başlamak
düşüncesi mutlu ediyor ve yazdığı mesaja cevap beklerken geçen o birkaç
dakikalık zaman bile yıl gibi geliyordu.
Gecenin dibi görünmüştü. İlginç başlayan bir gün mutlu, heyecanlı
ama bir daha görüşmeme ihtimaliyle de olsa bitmeliydi. Yorgun
zihinler, ertesi gün yorulacak bedenler için artık uyumanın gerekli
olduğu sinyalini veriyordu.
"Bitecek mi?" dedi, en üzgün ve umutsuz sesiyle.
"Hayır, yine görüşeceğiz. "
Bu kadar basit bir cümle bir insanın kalbini hızlandırmayı, tüm uykusunu
kaçırmayı nasıl başarabilirdi? Yerinde duramıyordu. Kitabı tekrar
eline aldı. Ancak zihnindeki konuşmaları başa alıp alıp
dinlemekten, yazılanları ezberlercesine okumaktan kendini alamıyordu.
Yeniden bir kahve yaptı. Gramofona bir plak koydu ve yatağa uzandı.
O yabancının nasıl biri olduğunu hayal etmeye çalıştı. Yapamadı.
Hiçbir saçı, hiçbir yüzü, hiçbir gözü ona yakıştıramadı.
Öğlene geliyordu. Elinde telefonla yatakta uyuyakalmış buldu kendini.
Telefona baktı hemen. Hiçbir arama ya da mesaj yoktu. Biliyordum, dedi
içinden. Böyle olacağını biliyordum. En karamsar, en güçsüz, en zayıf
haliyle evin içinde gezinmeye başladı. Ev hiç bu kadar boğucu gelmemişti.
Çıkmaya karar verdi. Nereye gideceğine yolda karar verecekti. Birkaç dost
ziyaretinin, onlarla yapılacak muhabbetin dünkü hayali bir süreliğine de
olsa erteleyeceğini düşünerek yürüdü.Tam sokağı çıkmıştı ki telefondan
yine bir ses:
"Günaydın! Dün gece benim çocuk olduğumu düşünen birine, çocuk olmadığımı
ispatlamakla o kadar meşguldüm ki sabaha karşı uyuyabildim. İkna olup
olmadığını da bilmiyorum üstelik. Nasılsın?"
Sokak ortasında durup çevresine anlamsız gülümsemelerle baktı. Tabi bunu
anlamayan insanlarda ona.
"Yazmayacaksın sandım."
"Elbette yazacağım. Seni bulmuşken bırakmam. Hala çocuk olduğumu
düşündüğün sürece de bırakmayacağım. Akşam aynı yerde olur mu? "
Tanrım! Akşam aynı yerde. Yine gelecekti. Yine konuşacak, birbirlerine en
güzel şiirleri okuyacak, en izlenesi filmleri anlatacak, yazarların en
ustalarını konuşturacak, en güzel müzikleri dinleyecek ve hayallerine
yenilerini ekleyeceklerdi. Tüm bunları yaparken de hayatlarını asla
sorgulamayacaklardı. İçindeki o tarifsiz mutluluğu kimseye anlatamamaktan
muzdarip yürümeye devam etti. Dostlarıyla edilen hiçbir sohbete ruhu ve
zihni katılmıyordu. Boş bakışlarla sadece dinliyor görünüyordu.
Etrafındakilerin de dikkatini çeken bu boş bakışlara aldırmadan, arada
‘sizi anlıyorum’ der gibi gülümsemekle yetiniyordu. Sık sık telefona
bakıyordu. Orada o şekilde daha fazla duramayacağını, eve gidip akşam
için hazırlık yapması gerektiğini düşündü. Çok fazla açıklama yapmadan
kalkıp evin yolunu tuttu.
Kapıdan içeri girerken yapacaklarını sıraya koymaya çalıştı.
Olmadı. Üşüyen bedeni ilk önce sobayı yakması gerektiğini hatırlattı.
Ortalığı toparladı. Yiyecek bir şeyler hazırlayıp kahve suyu koydu. Bugün
daha hazırlıklıydı. Neyle karşılaşacağını biliyordu. Ama daha ötesini
hayal edemiyordu. Bu bile yeterdi. İnsanın anlaşıldığını hissetmesi kadar
doyurucu, cesaretlendirici, umutlandırıcı başka bir şey var mıydı? Hemen
bir müzik açıp kahvesini aldı. Dünden kalan mumlar ve kitap hala masanın
üzerindeydi. Mumları yaktı. Telefonunu da yanına alarak kitabını okumaya
çalıştı. Çalıştı. Çünkü yazılanları anlamayacak kadar meşguldü zihni.
Birkaç sayfa sonra yeniden telefonun sesi... Hayatında, duymayı bu kadar
arzulamayacağını düşündüğü bu ses, o ana kadar yazılmış en güzel şarkının
melodisi gibi geliyordu. Kitabı bırakıp telefona sarıldı.
"Sanırım kitap okumaya çalışıyorsunuz Umarım en heyecanlı yerinde
bölmemişimdir. "
Yine aynı küstahlık. Onu bu kadar bilmiş yapan şey, küstahlığına sebep
olan şey... Henüz bir çocuk gibiydi. Hayalleri berrak, kirlenmemiş,
masum... Ancak hiç bilmediği bir olgunluğu ve kocaman umutlarıyla
büyülemişti onu.
"En güzel kitap bile bu sesten daha iyi anlayamadı beni. Hoş geldin çocuk.
"
"Belki en güzel kitabı şu an biz yazıyoruz.."
"Kısacık bir öykü bu yalnızca.”
"Kafka'nın da kısa öyküleri vardır. Ancak yüzyıllardır okunuyor. "
Küstah ve çekiciydi işte. Kızmıştı. Neden kısa olacaktı. Hep en güzel
mutluluklar kısa sürer sözünü, aslında bunun en iç acıtıcı şey olduğunu
çok sonraları anlamak mı gerekliydi? O gece ve sonraki ve hatta ondan
sonraki geceler düzenlenen her ritüel de artık o da vardı. Bir parçasıydı
artık. Yabancı değildi. Kendiydi. Her ritüelde kendine en yaratıcı
fikirleri veren, hayata motive eden, en sanatsal sohbetleri yapan,
bambaşka bir dünyada bambaşka şeyleri, hayallerini yaşadığı, yaşattığı
kendi. Bir gün:
"Seni görmek istiyorum. Yanına gelmek istiyorum. Senin için de sakıncası
yoksa tabi. Artık bu çocuğu görme vaktin gelmedi mi? "
Duyulma sırası gelen, hatta belki de çok daha önce söylenmesi gereken
cümle biraz gecikmeli de olsa söylenmişti işte. İçinde yeniden alevlenen
o heyecanla :
"Ben de seni görmek istiyorum..."
"Hayal kırıklığı yaşamazsın umarım. Bu cümleler bu çocuktan nasıl çıkar
diyeceksen, gelmeyeyim."
Otogarlar genellikle kötüdür. Çünkü orada ayrılıklar vardır. Her yeni
karşılaşmanın varacağı yer yine ayrılıktır. Beklerken bunu düşünmez
insan. Gelen-giden otobüsleri izlerken, yaşananları ve yaşayacaklarını
düşünürken, onun nasıl biri olduğunu hayal etmeye çalışırken herkes gibi
o da düşünmedi ayrılığı. Bir satıcının ona yaklaşıp bir şeyler satmaya
çalışmasıyla olduğu yere geri döndü. Satıcıya, hayır, der gibi bir
bakıştan sonra kendine yaklaşmakta olan otobüsü gördü. Ayağa kalktı ve o
da otobüse doğru yürümeye başladı. Otobüs durdu. İçinden insanlar tek tek
inmeye başladı. İnmesi gereken herkes inmişti. Öylece durup bir
süre etrafa
bakındı.Tam karşısından oldukça uzun, zayıf, esmer,
omuzlarında sırt çantasıyla birinin kendine yaklaşmakta olduğunu gördü.
Kafasında kurduğu bin bir türlü tanışma senaryolarından hiçbiri
yaşanmadı.Yalın, çekingen hatta utangaç bir bakışmadan sonra ilk sözünü
söyleyebildi:
"Hoş geldin!"
"Heyecandan hiç uyuyamadım. Ancak bu tanışma ve karşılaşma uykusuz
kalmamın çok da önemli olmadığını hissettiriyor. Eee ne yapıyoruz?"
Evet. Ne yapacaklardı? Pek çok şey planlamıştı ama daha karşılaşma
bile düşlediği gibi olmamışken şimdi ne yapılacağını nereden bilecekti?
"Çıkalım hemen buradan. Otogarları sevmem. Önce bir kahvaltı yapalım.
Orada karar veririz."
"Fotoğrafla uğraştığımdan bahsetmiş miydim? Kısa film de çekiyorum.
İlginç projelerim var."
Yeniden hayallerden, planlardan, umutlardan bahsedildi. Bir kahvaltı
sofrası hiç bu kadar doyurucu olmamıştı.
"Seni kendimi en iyi hissettiğim yere götüreceğim. Eski kitaplar, film
afişleri, plaklar, antikacılar... Eminim çok seveceksin."
"Fotoğraf çekmek için bolca malzeme bulacağım desene?"
Zaman öyle hızlı ve her saniyesi öyle unutulmaz geçiyordu ki sona hiç
gelmemeyi istiyordu. Tüm dükkanlar tek tek gezildi. Her antika eşyaya tek
tek dokunuldu. Çekilen fotoğraflar anı ölümsüzleştirdi.
Hava kararmaya başlamıştı. Ayaküstü yenen akşam yemeğinden sonra kalacak
bir yer ayarlanarak, yarın görüşmenin rahatlığı ve huzuruyla veda edildi.
Mekan olarak ayrıydılar. Eve girer girmez çalan telefon aslında hiç
ayrılmadıklarını ispatlar gibiydi.
"Aynı şehirde nefes alıyoruz ve şimdi hayal edecek bir şeyim daha var:
Yüzün..."
"Bir çocuksun işte. Tam düşündüğüm gibi."
"Nasıl buldun beni? Çocuk olmamın dışında. Daha mı az daha mı fazla?"
Hiçbir şey yazamadı. Öylece telefona baktı. Telefonda onun yüzünü
gördü.Gözleri doldu, ağladı. Biteceğini, kaybedeceğini bile bile yaşamak
istiyordu. Sadece yaşamak. O an içini acıtan tek şey kaybedecek
olmasıydı.
Ertesi sabah yine erkenden buluşup kahvaltı yaptılar. Bu kez biraz
daha erken kalkıp yaşanması gereken her şeyi yaşamak istiyorlardı.
Yürümeye başladılar. Birden bir elin, elini sıkıca kavradığını fark etti.
"Bu akşam dönmek zorundayım."
Duymamıştı. Çünkü duyumsadığı sıcacık, anlamlı, güvenli ve heyecanlı bir
eldi sadece.
"Heeyyy! Bu akşam gidiyorum diyorum."
"Ben de sana bunun kısa bir öykü olacağını söylemiştim diyorum."
"Hayır. Sen özelsin artık. Çok özel. Hayatımda hep uğramaktan mutluluk
duyacağım bir duraksın."
Duraksadı. Duraksa(n)dı.
"Uğrayacağın bir durak... Bir daha ne zaman uğrayacaksın?"
"Çocuk olmadığımı anladığın zaman."
Bir süre öylece yürüdüler. Susarak. O hala pek çok şeye susayarak.
"Sen de öyle. Ağırlamaktan hep mutluluk duyacağım bir yolcu.
Bırakma olur mu hayallerini? Peşinden git. İnadına git. Zaten
ne için yaşıyoruz ki? Büyüdüğün zaman, beni daha iyi anlayacağın zaman ve
ben senin bir çocuk olmadığını anladığım zaman...Hayatımın hep bir
yerlerinde olacaksın çocuk. Olmalısın. Bana beni nasıl buldun demiştin
ya. Bulamadım. Tam bulacağımı sanarken yeniden kaybediyorum. Vedalaşmayı
sevmem. O yüzden ayrılırken söylenen o edebi sözleri de pek beceremem.
Sadece git. "