ÖYKÜ

Dilek Özalp   







DURAK-SA(N)DIM


Hep bir yerlerde bizi bekleyen bir şeyler vardır; ve biz de hep bir yerlerde bir şeyleri beklemişizdir. Zaman, mekan, tesadüfler, sınırlar, sınırsızlıklar, güç, cesaret, umut... Ya karşılaştırır bizi ya da erteler. Bunun farkına varmadan yaşarız. Tıpkı onun gibi. Hayatındaki tüm rutinleri, içindeki uçsuz bucaksız tutkularla unuturdu çoğu zaman. Hayal kurardı. Hayallerinin gerçekleşeceği günü de hayal ederdi;ve gerçekleşince kuracağı yeni hayalleri de. Hiçbir çaba göstermeksizin yaşanan bu hayal etme süreci, sonunda kısır bir döngüye dönüşmüştü.

Aniden gözlerini açtı. Etrafa bakındı. Soğuk bir kış sabahı yataktan kalkmanın pekte akıllıca olmadığını bilerek, bir ürpertiyle doğruldu yataktan. Aralanan pencereden gelen soğuk rüzgarı durdurmak için doğruca pencereye gitti. Serin kömür kokusunu içine çekti önce. Havanın berrak griliği, kendini unutturmak istemeyen yağmurun çiselemesi, yarı çıplak ağaçlar, ısınmak için birbirine sokulan kuşlar ve hayatlarını tüm doğallığıyla yaşamaya devam eden insanlar...Bir süre öylece dalıp gitti gördüklerine. Aslında sadece bakıyordu. Kafasında beliren düşünceler, salt kendinde olmayan o kısır döngü görmesini engelliyordu. Telefonun çalmasıyla tekrar döndü odasına. Pencereyi hızla örtüp telefona koştu.

"Alo!"

"Aaa merhaba, sanırım yanlış numara çevirdim."

Gülümsedi.  Aklından hızlıca geçen düşünceleri duyumsayarak gülümsedi. Hangi insan, yanlış numara çevirdiğini söyleyen yabancı bir insan sesine bu kadar ihtiyaç duyar ki? Ancak bunun zihninden geçen bir düşünce değil, dile dökülen bir cümle olduğunu anladığında iş işten çoktan geçmişti. Telefondaki sesin şaşkınlıktan duraladığını bile fark etmeden, o yabancının yüzünün kızarıklığını görmediğini düşünüp biraz rahatladı. Ancak utanmıştı. Nasıl olur da o cümle çıkıverir ağızdan hala anlamamıştı.  Hemen toparlanıp:

"Evet, sanırım yanlış numara çevirdiniz." deyip telefonu kapattı.

Yaşananlara bir anlam veremeyip, hatta tamamen unutmaya çalışarak hemen bir kahve suyu koydu.  Nasıl olsa yanlış bir numaraydı. Fazlası yoktu. Yabancıydı. Ancak aklına geldikçe vücuduna yayılan sıcaklığa ve hızlanan kalp atışlarına engel olamıyordu. Kahvesini içerken bir yandan da hazırlanıyordu. Çıkmalıydı. Evdeki ve içindeki eksikliği tamamlamalıydı. Telefonun bir daha çalmamasını umut ederek, kahvesini bile bitirmeden evden çıktı.



Pencereden gördüğü manzaranın tam ortasındaydı şimdi. Yağmur hala çiseliyordu ve genzi yakan kış kokusu o kadar güzeldi ki, yürümek daha iyi olur diye düşündü. Böyle zamanlarda yapılacak en iyi şeyin, kendini en iyi hissettiği yerde bulunmak olduğunu biliyordu. Olanları düşünmemeye ve bu güzel günün tadını çıkarmaya karar verdi. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra nihayet gelmişti işte. Pek çok sahaf ve antikacının bulunduğu bu eski çarşıyı gezmek, buradan bir şeyler almak paha biçilemezdi. Hemen ilk gördüğü sahaf dükkanına girdi. Ezberlediği rafları yeniden gezmeye başladı. Gezerken sık sık derin nefes alıp, oranın o kendine has kokusuna doyuruyordu kendini. Kaybolmuş ve aradığı kitabı bulunca kendini de bulacak bir kaşif edasıyla tüm rafları inceledi. Kitaplara dokundu. Sabah olanlardan küçücük bir iz kalmamıştı zihninde. Ya da o öyle sanıyordu.

İşini bitirip oradan çıktığında kollarının kitap dolu olduğunu görünce gülümsedi.  Birden tam karşısında duran antika dükkanının önüne dizilen irili ufaklı şamdanları gördü. Cüzdanına baktı;ve galiba çok pahalı olmayan, kitaplarının yanına yakışabilecek küçük bir tane alabilirdi. Oraya giderken hissettiği başıboşluğun yerini ayakları yerden kesen bir çocuk heyecanı almıştı. Yüzünde muzip ve heyecanlı bir gülümse ile evin yolunu tuttu. Hava da kararmaya başlamıştı.

Ev soğuktu. Ellerindeki torbaları masaya bırakıp, üzerini çıkarmadan hemen sobayı yaktı. Evin ısınmasını beklerken, mutfağa girip -ayaküstü- bir şeyler atıştırdı. Yeni bir kitap aldığında hep aynı heyecanı duyar,  bunun için belki de tüm işlerini erteleyebilirdi.  Ancak bu kez antika bir şamdanı da vardı. Üzerini değiştirip odaya geçti. Her zamanki sabırsızlığın yerini alan dinginlik ve itinayla kitaplarını rafa yerleştirdi. En yalın, en iyimser, en heyecanlı olduğunu düşündüğü birini aldı. Şamdana mumlarını yerleştirip yaktı. Bir fincan kahve ve kitapla masaya oturdu. Önce uzun uzun kokladı kitabı. Yıllanan sayfalara kim bilir daha önce kimlerin elleri değmişti ya da o satırlara kimler dokunmuştu. Böylece sahaftan alınan bir kitaba başlarken yapılacak en iyi başlangıcı yapmıştı. Kahvesinden bir yudum aldı ve kitabın kapağını açtı. Tam o sırada çalan telefon tüm ritüeli bozmuştu. Yine vücudunu saran o sıcaklığı ve hızlanan kalp atışlarını duyarak telefona yöneldi. Suçüstü yakalanan bir çocuk kadar heyecanlıydı. Bu kez ses yoktu telefonda. Bu kez daha uzun, belki daha acınası, belki de daha keyifli, yeni hayallerin bir başlangıcı, o kısır döngü için kırılma noktası olabilecek bir tanışmanın giriş cümlesi vardı.

"Merhaba!"

Uzun uzun baktı yazıya. Sabah telefonda tutulan ses gibi tutuldu tüm düşünceleri.  Ne cevap verecekti? Vermeli miydi? Duyguları tarafından, mantığı tamamen devre dışı bırakılarak kurulan bir cümle yüzünden ve telefonu yüzüne kapatarak saygısızlık ettiği bir yabancıya cevap mı borçluydu? Afallamış bir zihin titreyen parmakları kontrol edemiyordu; duruma yine içindeki ses el koydu :  "yaz hadi". Beynindeki deprem yerini artçı sarsıntılara bırakınca yazabildi.

"Merhaba!"

Şimdi ne olacak? O tekrar yazacak. O döngü için kırılma noktası olan söz söylenmişti bir kere. Tekrar telefon sesi:

"Yanlış yazılan numaralar arattırmıştı sabah beni.  Ancak şu an ki halimde hiçbir yanlış numara yok. Telefonu da yüzüme kapattığınız için kızmadım sayın ..."

Evet ben kimim? Adımın yerine konulan noktalar kadar mıyım? Ne yapıyorum? Ne yapmalıyım?

"Şu an yanlış olanın ne olduğunu anlamayacak kadar şaşkın ve endişeliyim. Neden tekrar aradınız? Yani yazdınız?"

Uzun bir sessizlik içindeki endişeyi daha da arttırmıştı.  Nihayet beklenen yanıt ya da duymayı umduğu yanıt gelmişti.

"Ben kendime yazıyorum.  Nedenini düşünmedim.  Çünkü bu gibi durumlarda kendim bana her şeyi anlatmaz.  Bana, beni ara konuşmaya ihtiyacım var dedi,  ben de aradım.  Hepsi bu!”

Tanrım ne küstahça bir yanıttı bu. Kendine güvenen erkelerin bu küstahlığı neden hep acıtsa da çekici gelmiştir kadınlara? Üstelik kadınlar bunu bilir.  Erkeklerin o her kelimelerindeki,  her bakışındaki küstahlığı sezerek, acısını duya duya peşinden gider. Zevk veren ender acılardan biridir o. Ancak onun hissettiği bu değildi. Daha masum, belki de yeniden var olmanın, anlaşılmanın hazzını duymaktı. Yazmaya koyuldu. Arada edilen gizli iltifatlar, bazen kendini ağırdan satmalar, oyunlar bu gibi tanışmaların şaşmaz kuralıydı sanki. Ancak bunda bir farklılık vardı. Adı yoktu. Sadece farklıydı. Belki de diğer kadınlardan farkı, bu farklılığı sezmiş olmasıydı. Hiç kesilmesin, hiç bitmesin istiyordu. Sabah olunca her şey toz bulutu gibi dağılmasındı.  Gece bitmesin... En çok da hayata bir yabancıyla yeniden başlamak düşüncesi mutlu ediyor ve yazdığı mesaja cevap beklerken geçen o birkaç dakikalık zaman bile yıl gibi geliyordu.

Gecenin dibi görünmüştü.  İlginç başlayan bir gün mutlu, heyecanlı ama bir daha görüşmeme ihtimaliyle de olsa bitmeliydi.  Yorgun zihinler, ertesi gün yorulacak bedenler için artık uyumanın gerekli olduğu sinyalini veriyordu.

"Bitecek mi?" dedi, en üzgün ve umutsuz sesiyle.

"Hayır, yine görüşeceğiz. "

Bu kadar basit bir cümle bir insanın kalbini hızlandırmayı, tüm uykusunu kaçırmayı nasıl başarabilirdi? Yerinde duramıyordu.  Kitabı tekrar eline aldı.  Ancak zihnindeki konuşmaları başa alıp alıp dinlemekten, yazılanları ezberlercesine okumaktan kendini alamıyordu.  Yeniden bir kahve yaptı.  Gramofona bir plak koydu ve yatağa uzandı.  O yabancının nasıl biri olduğunu hayal etmeye çalıştı.  Yapamadı.  Hiçbir saçı, hiçbir yüzü, hiçbir gözü ona yakıştıramadı.

Öğlene geliyordu. Elinde telefonla yatakta uyuyakalmış buldu kendini. Telefona baktı hemen. Hiçbir arama ya da mesaj yoktu. Biliyordum, dedi içinden. Böyle olacağını biliyordum. En karamsar, en güçsüz, en zayıf haliyle evin içinde gezinmeye başladı. Ev hiç bu kadar boğucu gelmemişti. Çıkmaya karar verdi. Nereye gideceğine yolda karar verecekti. Birkaç dost ziyaretinin, onlarla yapılacak muhabbetin dünkü hayali bir süreliğine de olsa erteleyeceğini düşünerek yürüdü.Tam sokağı çıkmıştı ki telefondan yine bir ses:

"Günaydın! Dün gece benim çocuk olduğumu düşünen birine, çocuk olmadığımı ispatlamakla o kadar meşguldüm ki sabaha karşı uyuyabildim. İkna olup olmadığını da bilmiyorum üstelik. Nasılsın?"

Sokak ortasında durup çevresine anlamsız gülümsemelerle baktı. Tabi bunu anlamayan insanlarda ona.

"Yazmayacaksın sandım."

"Elbette yazacağım. Seni bulmuşken bırakmam. Hala çocuk olduğumu düşündüğün sürece de bırakmayacağım. Akşam aynı yerde olur mu? "

Tanrım! Akşam aynı yerde. Yine gelecekti. Yine konuşacak, birbirlerine en güzel şiirleri okuyacak, en izlenesi filmleri anlatacak, yazarların en ustalarını konuşturacak, en güzel müzikleri dinleyecek ve hayallerine yenilerini ekleyeceklerdi. Tüm bunları yaparken de hayatlarını asla sorgulamayacaklardı. İçindeki o tarifsiz mutluluğu kimseye anlatamamaktan muzdarip yürümeye devam etti. Dostlarıyla edilen hiçbir sohbete ruhu ve zihni katılmıyordu. Boş bakışlarla sadece dinliyor görünüyordu. Etrafındakilerin de dikkatini çeken bu boş bakışlara aldırmadan, arada ‘sizi anlıyorum’ der gibi gülümsemekle yetiniyordu. Sık sık telefona bakıyordu. Orada o şekilde daha fazla duramayacağını, eve gidip akşam için hazırlık yapması gerektiğini düşündü. Çok fazla açıklama yapmadan kalkıp evin yolunu tuttu.

Kapıdan içeri girerken yapacaklarını sıraya koymaya çalıştı.  Olmadı. Üşüyen bedeni ilk önce sobayı yakması gerektiğini hatırlattı. Ortalığı toparladı. Yiyecek bir şeyler hazırlayıp kahve suyu koydu. Bugün daha hazırlıklıydı. Neyle karşılaşacağını biliyordu. Ama daha ötesini hayal edemiyordu. Bu bile yeterdi. İnsanın anlaşıldığını hissetmesi kadar doyurucu, cesaretlendirici, umutlandırıcı başka bir şey var mıydı? Hemen bir müzik açıp kahvesini aldı. Dünden kalan mumlar ve kitap hala masanın üzerindeydi. Mumları yaktı. Telefonunu da yanına alarak kitabını okumaya çalıştı. Çalıştı. Çünkü yazılanları anlamayacak kadar meşguldü zihni. Birkaç sayfa sonra yeniden telefonun sesi... Hayatında, duymayı bu kadar arzulamayacağını düşündüğü bu ses, o ana kadar yazılmış en güzel şarkının melodisi gibi geliyordu.  Kitabı bırakıp telefona sarıldı.

"Sanırım kitap okumaya çalışıyorsunuz Umarım en heyecanlı yerinde bölmemişimdir. "

Yine aynı küstahlık. Onu bu kadar bilmiş yapan şey, küstahlığına sebep olan şey... Henüz bir çocuk gibiydi.  Hayalleri berrak, kirlenmemiş, masum... Ancak hiç bilmediği bir olgunluğu ve kocaman umutlarıyla büyülemişti onu.

"En güzel kitap bile bu sesten daha iyi anlayamadı beni. Hoş geldin çocuk. "

"Belki en güzel kitabı şu an biz yazıyoruz.."

"Kısacık bir öykü bu yalnızca.”

"Kafka'nın da kısa öyküleri vardır. Ancak yüzyıllardır okunuyor. "

Küstah ve çekiciydi işte. Kızmıştı. Neden kısa olacaktı. Hep en güzel mutluluklar kısa sürer sözünü, aslında bunun en iç acıtıcı şey olduğunu çok sonraları anlamak mı gerekliydi? O gece ve sonraki ve hatta ondan sonraki geceler düzenlenen her ritüel de artık o da vardı. Bir parçasıydı artık. Yabancı değildi. Kendiydi. Her ritüelde kendine en yaratıcı fikirleri veren, hayata motive eden, en sanatsal sohbetleri yapan, bambaşka bir dünyada bambaşka şeyleri, hayallerini yaşadığı, yaşattığı kendi. Bir gün:

"Seni görmek istiyorum. Yanına gelmek istiyorum. Senin için de sakıncası yoksa tabi. Artık bu çocuğu görme vaktin gelmedi mi? "

Duyulma sırası gelen, hatta belki de çok daha önce söylenmesi gereken cümle biraz gecikmeli de olsa söylenmişti işte. İçinde yeniden alevlenen o heyecanla :

"Ben de seni görmek istiyorum..."

"Hayal kırıklığı yaşamazsın umarım. Bu cümleler bu çocuktan nasıl çıkar diyeceksen, gelmeyeyim."

Otogarlar genellikle kötüdür. Çünkü orada ayrılıklar vardır. Her yeni karşılaşmanın varacağı yer yine ayrılıktır. Beklerken bunu düşünmez insan. Gelen-giden otobüsleri izlerken, yaşananları ve yaşayacaklarını düşünürken, onun nasıl biri olduğunu hayal etmeye çalışırken herkes gibi o da düşünmedi ayrılığı. Bir satıcının ona yaklaşıp bir şeyler satmaya çalışmasıyla olduğu yere geri döndü. Satıcıya,  hayır, der gibi bir bakıştan sonra kendine yaklaşmakta olan otobüsü gördü. Ayağa kalktı ve o da otobüse doğru yürümeye başladı. Otobüs durdu. İçinden insanlar tek tek inmeye başladı.  İnmesi gereken herkes inmişti. Öylece durup bir süre etrafa bakındı.Tam karşısından oldukça uzun, zayıf, esmer, omuzlarında sırt çantasıyla birinin kendine yaklaşmakta olduğunu gördü. Kafasında kurduğu bin bir türlü tanışma senaryolarından hiçbiri yaşanmadı.Yalın, çekingen hatta utangaç bir bakışmadan sonra ilk sözünü söyleyebildi:

"Hoş geldin!"

"Heyecandan hiç uyuyamadım. Ancak bu tanışma ve karşılaşma uykusuz kalmamın çok da önemli olmadığını hissettiriyor. Eee ne yapıyoruz?"

Evet. Ne yapacaklardı?  Pek çok şey planlamıştı ama daha karşılaşma bile düşlediği gibi olmamışken şimdi ne yapılacağını nereden bilecekti?

"Çıkalım hemen buradan. Otogarları sevmem. Önce bir kahvaltı yapalım. Orada karar veririz."

"Fotoğrafla uğraştığımdan bahsetmiş miydim? Kısa film de çekiyorum. İlginç projelerim var."

Yeniden hayallerden, planlardan, umutlardan bahsedildi. Bir kahvaltı sofrası hiç bu kadar doyurucu olmamıştı.

"Seni kendimi en iyi hissettiğim yere götüreceğim. Eski kitaplar, film afişleri, plaklar, antikacılar... Eminim çok seveceksin."

"Fotoğraf çekmek için bolca malzeme bulacağım desene?"

Zaman öyle hızlı ve her saniyesi öyle unutulmaz geçiyordu ki sona hiç gelmemeyi istiyordu. Tüm dükkanlar tek tek gezildi. Her antika eşyaya tek tek dokunuldu. Çekilen fotoğraflar anı ölümsüzleştirdi.

Hava kararmaya başlamıştı. Ayaküstü yenen akşam yemeğinden sonra kalacak bir yer ayarlanarak, yarın görüşmenin rahatlığı ve huzuruyla veda edildi. Mekan olarak ayrıydılar. Eve girer girmez çalan telefon aslında hiç ayrılmadıklarını ispatlar gibiydi.

"Aynı şehirde nefes alıyoruz ve şimdi hayal edecek bir şeyim daha var:  Yüzün..."

"Bir çocuksun işte. Tam düşündüğüm gibi."

"Nasıl buldun beni? Çocuk olmamın dışında. Daha mı az daha mı fazla?"

Hiçbir şey yazamadı. Öylece telefona baktı. Telefonda onun yüzünü gördü.Gözleri doldu, ağladı. Biteceğini, kaybedeceğini bile bile yaşamak istiyordu. Sadece yaşamak. O an içini acıtan tek şey kaybedecek olmasıydı.

Ertesi sabah yine erkenden buluşup kahvaltı yaptılar.  Bu kez biraz daha erken kalkıp yaşanması gereken her şeyi yaşamak istiyorlardı. Yürümeye başladılar. Birden bir elin, elini sıkıca kavradığını fark etti.

"Bu akşam dönmek zorundayım."

Duymamıştı. Çünkü duyumsadığı sıcacık, anlamlı, güvenli ve heyecanlı bir eldi sadece.

"Heeyyy! Bu akşam gidiyorum diyorum."

"Ben de sana bunun kısa bir öykü olacağını söylemiştim diyorum."

"Hayır. Sen özelsin artık. Çok özel. Hayatımda hep uğramaktan mutluluk duyacağım bir duraksın."

Duraksadı. Duraksa(n)dı.

"Uğrayacağın bir durak... Bir daha ne zaman uğrayacaksın?"

"Çocuk olmadığımı anladığın zaman."

Bir süre öylece yürüdüler. Susarak. O hala pek çok şeye susayarak.

"Sen de öyle. Ağırlamaktan hep mutluluk duyacağım bir yolcu.  Bırakma olur mu hayallerini? Peşinden git.  İnadına git.  Zaten ne için yaşıyoruz ki? Büyüdüğün zaman, beni daha iyi anlayacağın zaman ve ben senin bir çocuk olmadığını anladığım zaman...Hayatımın hep bir yerlerinde olacaksın çocuk. Olmalısın. Bana beni nasıl buldun demiştin ya. Bulamadım. Tam bulacağımı sanarken yeniden kaybediyorum. Vedalaşmayı sevmem. O yüzden ayrılırken söylenen o edebi sözleri de pek beceremem. Sadece git. "

______________

Resimler : Dilek Özalp


dizin    üst    geri    ileri  

 



 27 

 SÜJE  /  Dilek Özalp  /  yirmi üç kasım iki bin on altı   / 19