"Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
(...)
Kaç zamandır yüzüm tıraşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim
Kulağım kirişte
Ölümü özledim anne
Yaşamak isterken delice“
Ahmet Kaya’nın müziğinde ölümsüzleşen Nevzat Çelik’in bu dizeleri Necdet
Adalı için yazdığı söylenir.
Necdet Adalı 12 Eylül dönemindeki ilk idamdır. İlk devrimcidir. Davada
mahkeme heyeti idama karar vermiştir ama heyetin başkanı Hamdi Sevinç
karara karşı çıkarak ‘muhalefet şerhi’ koymuştur. Tüm kanıtlar, belgeler
Adalı’nın suçsuzluğunu kanıtlamaktadır. Sevinç, yapı olarak idamlara karşı
olan bir kişilikte olsa da (Necdet Adalı’nın dışında Erdal Eren ve sağ
kesimden Mustafa Pehlivanoğlu’nun idamlarına da karşı çıkmıştır) ayrıca
suçsuzluğuna da inanmaktadır Adalı’nın. Ve ‘muhalefet şerhi’ koymakla
yetinmemiş, davanın gidişini etkileyecek bu çürüklükleri, belgeleri de
öne çıkararak idamı engellemek için elinden geleni yapmıştır. Böylesine
çürük bir davada Askeri Yargıtay’ın kararı bozacağına inanmaktadır. Ancak
beklentisi gerçekleşmez, Yargıtay cezayı onar ve Necdet Adalı 12 Eylül
adaletinin öldürdüğü ilk insan olarak tarihe geçer.
Bu kararla orduda daha çok kalmanın anlamsızlığını duyar Hamdi Sevinç.
Biraz da 12 Eylül’e duyduğu burukluk ve kızgınlık nedeniyle ordudan
ayrılmayı kafasına takar. Ancak ayrılık kararını netleştirmeden bu kez de
‘muhalefet şerhi’ koyduğu için 12 Eylül adaleti bir kez daha işler.
Dönemin (ve doğal olarak benim dönemimin, ‘yakınen’ tanırım, kendileri
tek sözcükle Gestapo kafalı bir generaldir) Ankara Sıkıyönetim Komutanı
Recep Ergun’un ‘’Hizmetinden yarar görülmemiştir’’ yazısıyla, Sıkıyönetim
Komutanlığı’nın yargı yolu kapalı olmak üzere, buyruğuyla, ‘re’sen’
emekli edilir.
Bu olayın ardından Hamdi Sevinç avukatlığa başlar ve özellikle de
Adalı’nın idamını engelleyemediği için de devrimcilere yönelik davaları
almaya, savunmaya başlar.
Hamdi Sevinç bizim davanın da avukatları arasındaydı. Üstelik en çok
koşuşturan, canla başla çalışanların başında geliyordu.
Sayılı günler çabuk geçtiği gibi, sayılı sürgün de çabucak bitti. İlk
zamanlar bana sanki yıllarca hatta bir daha Ankara’yı hiç göremeyeceğim
gibi gelse de beş aylık yasağım bitmişti. Ama ne hikmetse bu kez de bende
bir an önce Ankara’ya gitme dürtüsü de eski canlılığını yitirmiş gibiydi.
Başlarda dayanamamış, yasağı delerek gitmiştim ya…şimdi işin çekiciliği
kaçmıştı. Yasaklar her zaman çekicidir.
Yine de zorunlu bir görev gibi Ankara’nın yolunu tuttum. Çünkü sadece
‘tahliye’ olmuştuk. Dava sürecekti. Yasak da kalktığına göre yargılamanın
başlaması eli kulağındaydı. Bu nedenle apar topar Ankara’nın yolunu
tuttum. İyi de oldu.
Yasak sonrası İzmir’de eski canlılığını yitiren Ankara tutkusu, Ankara’ya
gitmemle yeniden alevlendi. Sanki yıllarca ayrı kaldığım, neredeyse benim
için artık tanınmazlık boyutunda bir kentle karşılaşıyor gibiydi. Ya da
belki de 12 Eylül Ankara’yı hızla kendine benzetiyor, onu benim dönemimin
boyutundan bambaşka bir karanlık boyuta taşıyordu. Artık eski mekanların,
eski sohbetlerin tadı tuzu kalmamış; idamları, faili meçhulleri,
işkenceleri izler hale gelmiştik.
Bir dönemler yaşadığım sıcaklık ve gülüşler yerini yaşadığım soğuk bir
cadı kazanının sürek avına bırakmıştı.
Yıne de sınırsız bir özlemle kucaklaştık Ankara’yla.
Düşündüğüm gibi artık yargılama başlayacaktı. İlk mahkeme tarihi
açıklanmıştı bile. İlk işim tanıdığım ya da adını yakından bildiğim
avukatlarla görüşmek olmuştu. Aslında hiç birimizin davayı taktığı yoktu.
Belki de dünyanın en saçmasapan ‘eyleminden’ içeri tıkılmıştık: ’Yemek
boykotu.’ Ama nedense bizim ciddiye almadığımız bu olay bile, 12
Eylül’den sonraki ilk ‘eylem’ olması nedeniyle olacak, cuntayı ürkütmeye
yetmiş, bizleri de o günlerin bilinen otomatiğine ‘örgüte’ bağlamışlardı.
Daha önce söylediğim gibi o dönemlerde 12 Eylül nedense iki örgütten
tırsıyordu. Dev-Yol ve TKP. Dev-Yol’u özellikle üniversitelerde geniş bir
örgütlenme ağı olduğu için tehlikeli buluyorlardı, TKP’yiyse sanırım her
ne değin çoğu dernekte etkinliği olsa da daha çok ‘Sovyet bağlantısı,
Sovyet tehlikesi’ nedeniyle öcü görüyorlardı. Malum, yıllarca her kış
‘komünizmi getirmek’ için bizden çok onlar uğraştı!
Ancak ilginçtir; Sovyetler ve ona bağlı ülkelere karşı yıllardır korkulup
küfredilmesine karşın, Kenan Evren de geleneği bozmamış, ilk yurtdışı
gezisini Bulgaristan’a yapmıştır.
Hani her yıl o ülkelere küfredip, ‘bu kış komünizm gelecek’ masallarıyla
titrerlerken, her kış komünizm gelmemiş ama bizimkiler, soğuktan
titrememek için mutlaka onlara ‘elektrik ve enerji dilenciliğine’
gitmişlerdir ya…aynen öyle..
Kenan Evren’in bu ilk yurtdışı gezisini Bulgaristan’a yapması da yine
yaşanan enerji krizine bağlanmıştı ama o dönemlerin sosyal medyası olan
fiskos gazetesinde, gezinin aslında o dönemlerde Bulgaristan’da olduğu
öne sürülen ve aranan Ömer Laçiner’in iadesi için yapıldığı rivayeti
dolaşıyordu.
Sözü fazla uzatmadan sonuca geleyim. Her içeri girene, kendine göre bir
örgütü olsa bile Dev-Yol ya da TKP’den ayrıca fişleme yapıyorlardı daha
önce de belirttiğim gibi. Bizim şansımıza da Dev_yol düştü. İçimizde
bir-iki arkadaş zaten TKP Toplu’dan yargılanıyordu. Olsun..onları da
Dev-Yol’a dahil ettiler…
İlk avukatlık ziyaretimi Arda Şaylan’a yaptım. Arda Şaylan; Mülkiye
mezunu ama ODTÜ’de öğretim üyeliği yapan, Barış Derneği davasında yine o
dönemlerde üç yılı aşkın bir süre içerde yatan Gencay Şaylan’ın
kardeşiydi. Birlikte çalıştığı ortağıyla birlikte davayı aldı ama
gülümsemeden de edemedi. Çünkü 12 Eylül döneminde avukatların tüm
etkinlikleri sıfırlanmıştı. Hele Sıkıyönetim Komutanlığının 1402’ye
dayanarak yaptıkları işlemler tümüyle hukuk dışıydı ve hiç bir itiraz
hakkı yoktu. Davadan ‘beraat’ çıkmasına bile kuşkuyla bakıyordu, her an
ceza alıp yeniden içeri tıkılabilirdik de hadi ondan kurtulduk diyelim,
1402’yle okuldan atılmamız konusunda açık ve netti. ‘Onu unut.Kazanmamız
söz konusu değil. Çünkü başvuracağımız, dava edeceğimiz bir yer yok.’ Ben
de biliyordum kazanamayacağımızı ama amaç gövde gösterisi olsun. Hemen
pes etmeyelim. Bu nedenle Gencay Şaylan’dan sonra soluğu Emin Değer’in
yanında aldım. O da ‘elimiz kolumuz bağlı’ dedi ama yine de ‘elimden
geleni yaparım’ dedi, bağlı olan eli koluyla ne yapabilecekse. Daha sonra
da sırasıyla önce Yahya Zabunoğlu sonra da o dönemler İnsan Hakları
Derneği’nin yöneticiliğini yapan Nevzat Helvacı’yı da bizim davaya
bağladım.. İzmir’e döndükten sonra da bir tane de İzmir’den olsun, nasılsa
göz çıkarmaz, kazanamayacağımız garanti, hiç olmazsa şanımız yürüsün
diyerek çocukluğumdan bu yana bana ağabeylik yapan, akraba kadar yakın
aile dostumuz olan Senih Özay da avukatım oldu.
İşte Hamdi Sevinç’i o dönem tanıdım. Yargılandığımız davada bizim
çocuklardan bir bölümü tutmuş ama o tümümüz için canla başla çalıştı, çok
uğraştı.
İlk dava ben Ankara’dayken oldu. Doğal olarak hiç birimiz gitmedik. Ne o
öyle? Kendimizi biraz ağırdan satalım.. İkinci davada İzmir’deydim. Yine
gidilmedi. Hani biz gitmiyoruz da bizim avukatların da iplediği yok.
Sadece sanırım Hamdi Sevinç giriyor davaya. Diğerleri de nasılsa o
giriyor diye sallıyor. Bikaç ay sonra üçüncü dava. Yine iplemiyoruz.. Ama
Gencay Şaylan’a açtım telefonu ‘abicim gitsene. Zorla tıktıracağınız bizi
içeri.’ Yok, dedi, bişey olmaz. Tıkmak isteselerdi şimdiye dek
tıkarlardı. Takma kafaya.’ Ben yine de üzerinde baskı kurarcasına
zorladım. Bir süre sonra dosyadan gelişmeleri izlemek üzere gitti.
‘Dediğim gibi, dedi, hiç bir şey yok. Davayı mahkeme de ciddiye almıyor.’
Bir süre sonra telefon bizim avukatlardan geldi. ‘Dördüncü oturuma bir
zahmet gelin. Gelmezseniz tutuklama kararı çıkaracaklarını yazmışlar.’
Gittik.
Avukat yönünden güçlüydük. Şimdi iş güçlü bir basın ordusunun olmasıydı.
Onu da bikaç tanıdığa telefon açtıktan sonra yine bizim Can’a havale
ettim. ‘Can, şu tarihte bizim dava var. Sonuç açıklanacak. Bizim basından
yerli yabancı tuttuğunu getir.’ ‘Tamam’ dedi.
Dava günü zorunlu olarak Mamak’ın yolunu tuttuk. İnanmayacaksınız ama
orayı da özlemişim. O ortamı, özellikle de hala tutukluluğunu sürdüren
kimi insanları gördükçe, orada olmadığıma cidden üzüldüm.
Mahkeme salonu tam düşündüğüm ve istediğim gibiydi. Ağzına dek olan
dinleyiciler arasında, dev bir basın ve avukat ordusu duruşmada hazırdı.
Üstelik yabancı basından da neredeyse gelmeyen kalmamıştı.. eeee… ne de
olsa yüzyılın dev davası…yemek yemedik.
Biz daha hala işin alayındayız. İddianameye baktıkça içimizden gülme
krizleri geliyor. Kriz biraz da davanın ve bizim içine düştüğümüz
saçmasapan trajediden kaynaklanıyor. Yargıç son savunmamızı istediği
zaman ne diyeceğiz biz şimdi, onca insan işkencelerde, yargısız
infazlarda can verirken bizler bu anlamsız davada nasıl savunma
yapacağız? ‘Yemek yedin mi yemedin mi?’ Bu aptalca soru karşısında ne
yanıt verilebilir? Yemedim desen bir dert, yedim desen, 12 Eylül’ün
insanları yemek yememekten bile tırsar hale getirdiğinin açık bir itirafı
olması açısından ayrı dert.
Bu nedenle bu bölüm, sadece bizler değil tüm salonca gülme sesleriyle
geçti. En güzel yanıtıysa Erhan verdi, tüm salon yerlere yattı. Daha önce
söylemiştim, kendisi enine ve boyuna cüsseli, irikıyım bir arkadaşımız.
Savunmasında ‘hakim bey bir bakın bana. Bende hiç yemek yemeyen bir tip
görüyor musunuz?’ dedi…salonda film koptu.
Sonuçta sadece biz değil, mahkeme de davayı ciddiye almadı ve aklanmakla
kalmadık, son derece nefis bir karara da imza attı. Öncelikle içerde
üzerimize yıkılmaya çalışılan örgüt suçlamasını ciddiye bile almadılar,
yalnızca boykotla sınırlı tuttular.
Kararın en güzel yanı da sonuç bölümüydü. İlk iki maddede, böyle bir
olayın olduğu net olarak kanıtlanmamıştır, olsa bile bu kişilerin orada
olduğu kesin değildir türünden bildik sözcükler olsa da en son madde de;
kaldı ki böyle bir olay olsa ve bu kişiler katılmış olsa hatta
başkalarının da yememesi için zor kullanmış olsalar bile, bu suç
değildir. Suç olan öğrenim özgürlüğünü engellemektir, yemek yemeyi
değil…diyerek çıkmışlardı işin içinden.
Davadan kurtulduk kurtulmasına da, 1402lik bölümü ortadan kaldırmak
olanaksızdı. Okula geri dönmemiz ancak üç yıl sonra olabildi.
Geçen bölümün sonlarına doğru, bizim Naim’in bir kitap nedeniyle benden
fotoğraf istediğini yazmıştım. Ve kitap çıktı. ‘Ömrümüzü Hayat Yaptığımız
Yıllar’ adıyla, ‘Benim Amarcord’um’un devamı niteliğinde bir kitap.
Üniversite yaşamına, bir büyük kente gelen taşralı bir gencin, daha
doğrusu çoğu öyle insanlardan oluşan bir grup gencin, bu ortam içinde hem
kendi evrimlerini hem de inandıkları düşünceleri evrimleştirmelerini,
birlikte devrimci bir potaya dönüştürmelerini yine hoş anılarla çok güzel
anlatıyor.
Dediğim gibi kitapta benle ilgili bölüm, daha doğrusu iki ayrı bölüm
var. Biri, daha önce burada size anlattığım 12 Eylül sabahıyla ilgili.
Güya ben son derece gürültücü bir biçimde onları uyandırmışım da, önce
inanmamışlar da, sonra işin önemini ikinci kez oraya gittiğimde (ben
radyoyla gitmedim, radyoyu işin vehametini kavrayan Taha bulmuştu bir
yerlerden. Onundu.) anlamışlar da….safi abartı. Bir kez ben son derece
nazik bir şekilde kapılarını önce yumruklarımla ‘tıklattım’ sonra içerden
gelen yoğun ‘Yuuuh…kır! Kır! Kapıyı da kır’ istekleri karşısında onları
kıramayıp yine son derece centilmence tekmemle kapıyı kırıp içeri
girdim.. Hepsi bu. Haaa bu arada, ‘darbe oldu’ demedim. Ben Türkçeyi iyi
kullanırım. ‘Kalkın lan faşizm geldi!’ dedim.
Benle ilgili diğer bölümle ilgili olarak da ‘iade-i çamur’ yapmasam büyük
ayıp olur. Yine güya okulun ağzından yıkıp, yok etmekten,bombalamaktan
başka söz çıkmayan keskinlerinden,( Bir de sözde keskin diyor, iyi mi?)
hiç bir şeyi beğenmeyen, her yapılan işi, eylemi eleştiren biri olduğumu
söylüyor. Külliyen tevatür. Devrim yaptınız da beğen mi koymadık ?
Yeteneksizler. Onu bile beceremediniz.
Şaka bir yana Naim’in kitabı o dönemki olumlu yanlarımızla
olumsuzluklarımızla, artılarımızla eksilerimizle tüm yaşamımızı ortaya
seren çok güzel bir anı/belge kitap. Kitapta yine o dönemki ve benim de
çok sevdiğim arkadaşlarımızdan Cengiz’in (Cengiz Türüdü) de çok güzel bir
yazısı var. Cengiz’in de söylediği gibi yeni kuşak hem sanatla, kültürle
daha yoğun ilgilenerek sağlam bir ilişkiler ağı oluşturmaya çalışıyor hem
de geçmişe meraklı bir kuşak. Kendinden önce gelenlerin, birçok fakültede
kendi gelecekleri için iyi bir ‘gelecek’ sağlamak ellerindeyken bunu
red edip, kendilerini işkencelere, ölümlere atmasının nedenlerini
kurcalıyor. Geçmişle bir köprü kurmak istiyor.(Ki bu köprü Cengiz’in de
söylediği gibi Gezi’de çok güzel bir şekilde kuruldu.) Çünkü düzen her
türlü davranışıyla geçmişi silme peşinde.
Naim’in kitabı bu açıdan önemli. Bu köprüyü kurmada önemli bir basamak
niteliğinde. Şu dönemde bu türden tüm kitaplar önemli.
Bu tür kitaplardan söz açılmışken, benim çok çok sevdiğim bir kitabı
anmamak da olanaksız. Cohn-Bendit’yi bilirsiniz. Fransa’da 68 öğrenci
liderlerinden. Şimdilerde Avrupa Parlamentosu’nda. Gerek siyasal
düşünceleri gerekse saç rengi nedeniyle Kızıl Bendit diye de bilinir.
İşte onun 80 başlarında Metis’ten bir kitabı yayınlandı ki, bayılırım.
‘Biz Devrimi Çok Sevmiştik.’ Kitabı o kadar çok beğendim ve her önüme
gelene o kadar çok reklam ettim ki, onu kaç kez aldığımı anımsamıyorum
bile. Her alışımda bir şekilde benden ‘yürüdü’.Yani artık bu kitap
konusunda artık bana sulanmayın. Şimdi bende de yok.
‘Biz Devrimi Çok Sevmiştik’ de köprü kitaplardan. 68 Fransa’sındaki
öğrenci liderlerinin şimdilerdeki konumları, işleri ve bu dönemde onlarla
yapılan söyleşilerden oluşan çok güzel bir kitap. İşte aklımda kaldığı
kadarıyla o kitaptan bir bölüm;
68’de Maocu olarak bilinen bir öğrenci lideri. Şimdilerde ise (daha
doğrusu yazıldığı 80 başlarında) Oto ve oto lastiği alanlarında iş yapan
dev bir holdingin sahibi. Soruyor Cohn-Bendit, ‘Bu sana çelişkili
gelmiyor mu? O zamanlar hep birlikte caddelerde, sokaklarda ‘iktidar
bize’ diye bağırarak kapitalizme karşı duruyorduk. Şimdiyse ülkenin en
büyük holdinginin sahibisin.’ ‘’Yoooo..’’’ diye pişkince yanıtlıyor eski
öğrenci lideri yeni patron: ’’ Doğru…o zamanlar ‘iktidar bize’ diye
bağırıyorduk. Şimdiyse iktidar bizde. Bunun neresi çelişki?’’
Bu da değişik bir köprü. Şaka maka, holdinglere falan geldiler ama şu an
Fransa’da özgürlüklerin büyük olmasında, gelişmesinde o kuşağın etkisi
büyük. Örneğin şu anki yapıda büyük etkisi olan Le Monde, Liberation gibi
önemli gazete ve dergilerin patronları, özgür yasaların çıkmasında etkili
olan devlet ve sivil kuruluşların yöneticilerin çoğu 68 öğrenci liderleri.
Ne diyelim? Darısı başımıza…
Naim’den başlamışken geçen sayıdaki yazıya bir güncelleme daha yapayım.
Anımsarsanız geçen yazıda ağırlığı İstanbul’a vermiştim. Bir arkadaşım
sordu, 1986 tarihi olduğu kesin mi diye. Yazıda geçen ‘teneke bira’nın o
tarihlerde olmadığını sanıyormuş. Değil. O tarihlerde teneke bira vardı.
Hatta 82-83’lerde çıktı teneke bira. Bir de o tarihi nasıl unuturum?
Yazıda da belirttiğim gibi nisan sonunda gitmiştim, mayıs başında
İstanbul'daydım. Ama daha önce Nisan’ın 27-28’i gibi Çernobil faciası
oldu 1986’da. Bu tarihi unutmam söz konusu değil. Asla. Çünkü, İstanbul
dönüşü, önceleri, Türkiye’yi etkilemiyor diye kaçsalar da, devlet
yetkilileri sonunda kamuoyu baskısına dayanamayıp gerçeği açıklamak
zorunda kaldı. Hani benim Büyükçekmece’de televizyondaki haber üzerine,
aramalara yakalanmamak için apar topar kaçmam sırasında başlayan bir
yağmur vardı ya, işte o yağmurun Çernobil sonrasında İstanbul’a yağan ilk
‘radyosyonlu yağmur’ olduğu açıklandı Ankara’ya döndüğümde. Böylelikle
Çernobil’in ilk radyasyonlu yağmurunu da yemiş olduk.
Söz bu kez İstanbul’dan açılmışken bu bölümü yine bir İstanbul anısıyla
bitireyim? Nasıl anlatmam, nasıl unuturum ben İstanbul’u? Çoğu İstanbul’u
yaşayanlar gibi bu kent benim için de tipik bir ‘Stockholm Sendromu’
vakası. Bu anlatacağım da yine onlardan biri.
Cemal Süreya çok sevdiğim şairlerden biri. Hem şiirlerini hem de şiir
anlayışını kendime yakın bulurum. E işin içine biraz da şövenlik giriyor.
O da Mülkiyeli ya…
Taktım kafaya. Onunla tanışmam şart oldu. İlk İstanbul gezimde de bunu
gerçekleştirmeyi kafamda netleştirdim. Bu kez tarih daha da
önce..1983..benim gözaltından çıktıktan ve okuldan atıldıktan sonra..83
sonbaharı-kış dönemi. Bunu da nerden biliyorum? DİSK davasında Ahmet
İsvan’ın salıverildiği güne geliyordu da ondan. Bu da unutulmayacak bir
tarih. Az sonra nedenini anlayacaksınız.
O günlerde Cemal Süreya Milliyet Sanat Dergisinde ‘Günlükler’ini yazıyor.
Orada gözüme çarptı. Kadıköy’de Fıçı adında bir birahane var. Ve Süreya
hemen her akşam orada, yanında da yakın arkadaşlarından Avni Arbaş var.
Kaçar mı? Aynen İstanbul’daydım. Gündüz her zamanki, Beyoğlu, Galata,
Tarlabaşı, Bebek ziyaretlerimi yaptıktan sonra, akşam rotası doğru
Kadıköy..ve akşam sekiz gibi Fıçı’dayım.
Onların masasını gördüm. Daha doğrusu Avni Arbaş’ı gördüm. Yanında da iki
kişi daha..Cemal Süreya yok. Hemen yanlarına gitmedim, yanlarındaki
masaya geçtim. Cemal Süreya gelince sarkacağım.
Biramı söyledim, bu arada yavaş tan gidiyorum. Üçüncü bira da bitti.
Cemal Süreya’nın geldiği falan yok. Başlarda bir ara garsona sormuştum da
‘birazdan gelir’ dediydi. Ama kırk yılın başı gelmeyeceği tuttu o da beni
buldu. Gece saat on bire doğru kalktım. Yavaş yavaş yürüye yürüye kıyıya
doğru yöneldim. Bu arada yine kararsız bir biçimde düşünüyorum, n'apsam
diye..Ankara’ya geri mi dönsem diye düşünüyorum ama canım da kalmak
istiyor bikaç gün daha. İyi de n'apayım? Önce bir otele yerleşsem, otel
için saat henüz erken. Tanıdık bir arkadaşa gitsem, onun içinse geç.
Kararsızca bir karşıya geçeyim hele de orada karar veririm dedim kendi
kendime. Belki de hemen her gelişimde geceleri muhakkak gittiğim
Ortaköy’de Dereboyu caddesindeki Gürcükızı Sanatevi’nin barına giderim ya
da oraya olmazsa yine her zaman yaptığım gibi Beyoğlu tarafında Taksim
İlk yardım Hastanesinin sokağındaki Bilsak’a takılırım. Oranın da barı
nefistir. Gürcükızı’na gidersem ayrıca otele gerek de yok. Orasıyla
içli-dışlı aile gibiyim. Üç katlı bir eski İstanbul evi tarzında. Sabaha
karşı, çoğunlukla ikinci kattaki tahta sedirin üstünde uyuyabiliyorum
da…öylesine aileden biri gibiyim orasıyla. Hatta oradayken yazdığım
şiirlerden birini çerçeveletip duvara astılar. Samimiyetim doruklarda.
Kıyıya yaklaştım. O dönemde, birçok kentimizde olduğu gibi caddenin beri
tarafıyla deniz kıyısına doğru arada bir üstgeçit vardı. Şimdi yok.
Merdivenleri ağır ağır, kafamda ne yapacağıma ilişkin düşüncelerle
çıktım. Köprüyü adımladım. Kıyı tarafın merdivenlerin başına geldim. Ve
hiç sarhoş olmadığım halde - topu topu üç bira içmiştim- kafam nasıl
dalgınsa, kendimi havada uçarken buldum. En üst basamaktan kısa iniş
yapmıştım. Kendimi en alt basamakta buldum bir anda. Ve nedense bu tür
yerlerde, tam da üstgeçidin başlangıç ayağında demir çıkıntılar olur,
niye koyuyorlarsa? Kafamın hızla o demire gömüldüğünü hissettim. O gün
tek
sözcükle kesin olarak öldüğüm gündü. Yaşamam mucize. Sanırım acıyla olsa
gerek, elimi başımın üzerine koymuşum. O sırada yanıma koşarak bir polis
geldi. Düştüğümü görmedi herhalde ki, beni yere sızan bir sarhoş sandı
‘ulan bu mübarek günde içmeye utanmıyor musun?’ diye çıkıştı. Yine
kandillerden biriymiş. Nerden bileyim?
Can havliyle olsa gerek, hayal meyal polise ‘sana da kandiline de…’ diye
bir küfür savurduğumu anımsıyorum. Sonra da elim kafamdan düştü. Bayılmak
üzereydim. O sırada başımdan oluk oluk kan boşalmaya başladı. Durumumu
gören polis birden nazikleşti, hemen yardımcı olmaya çalıştı. Bir taksi
çevirip beni oradakilerin de yardımıyla arabaya bindirdiler. Ve gerçekten
de o polisin çok yardımı oldu. Film orada koptu. Sonrasında hayal meyal
gitgeller arasında kendimi bir hastanede görür gibi oldum. O polis
sürekli yanımdaydı. Buz gibi sularla banyo yaptırdılar, özellikle kafa
bölgeme. Sonrasında ciddi ciddi kafamı dikmeye başladılar. O bölümü de
acıdan ayıldığım için şöyle böyle anımsıyorum.
Sabah dokuz gibi kendimi bir hastane odasında buldum. Sordum, Haydarpaşa
Numune’deymişim. Ne güzel işte. Akşam nerede kalsam diye düşünüp
duruyordum, bedavadan o işi de halletmiş olduk. Hem İstanbul’un hep
parklarını, barlarını, müzelerini gezecek değiliz ya, arada bir böyle
hastanelerini de gezmek lazım. Kültürümüz artsın.
Gözümü açtığım hastane odası üç kişilikti. Ben pencere kıyısındaki
yataktayım. Ortadaki boş. Kapıya yakın olanında da gençten bir çocuk,
başında da yakını olduğu anlaşılan bir adam. Belki de babası.
Konuşmalarından, hem o genç çocuğun hem de ben kendime gelmeden önce
taburcu olduğunu öğrendiğim kişinin ‘intihara teşebbüs’ ettiklerini
anlıyorum. Biraz sonra odaya hemşire giriyor. Takılmadan duramıyorum:
‘Beni intihar edenler koğuşuna mı getirdiniz?’’ Biraz da alayla
gülümseyerek bakıyor: ‘Etmedin mi?’ Yanıtlıyorum: ‘’Koskoca köprü
dururken üstgeçitlere mi kaldık?’’
Bir süre sonra da akşam beni oraya getiren polis ziyaretime geliyor. Yine
çok iyi davranıyor. Bir düşmanım olup olmadığını öğrenmek istiyor. İşin
içinde bir mafya davası ya da kan davası olup olmadığını öğrenmek
amacıyla ağzımı yokluyor. Yok, diyorum, kendim düştüm. Kimseden davacı
değilsin yani? Değilim… gidiyor bu kez hastanenin sorumlu polisi geliyor.
Hadi bir de ona anlat olan biteni. Oldu olacak tüm yaşam öykümü anlatayım
daha kısa tutar. Kimseden şikayetçi değilim demek ne kadar zormuş.
Bir süre sonra saat on civarı sıkıldım, ben gidiyorum diye kalkıyorum.
Hemşire ardımdan bağırıyor. Daha iyileşmedin, hiç bir yere gidemezsin,
yat yerine. Ben de ona bağırıyorum. Hiçbir şeyim yok, iyiyim ben ‘ diye.
Kalkmamla müthiş bir baş dönmesi. Zar zor tuvalete gidiyorum. Orada
aynaya bakıyorum. Kafamda kocaman bir sargı, yer yer de kanlanmış. İçim
bulanıyor. Uslu uslu gelip yatağıma yatıyorum. Bu kez öğleye doğru
hemşire geliyor ‘Hadi kalk: İyileştin. Git artık’. Bu kez ben gitmek
istemiyorum, canım uyumak istiyor. Ancak çok diretiyorlar. Kıramayıp
çıkmak zorunda kalıyorum hastaneden. Hem baş dönmesi ve bulantım da
geçmiş. Dışarı, temiz havaya çıkmak iyi geliyor.
Ama polislerden yine kurtuluş yok. Hastaneden çıkarken bu kez de
Kadıköy’de, Haydarpaşa garının yakınlarında eski püskü, izbe bir karakol
binası var. Bir de oraya gidip ifade vereceğim söyleniyor. Gidip, bir de
onlara ‘kimseden şikayetçi olmadığıma’ ilişkin derdimi anlatmaya çalışıp
ifademi imzalıyorum. Bir gazete, Cumhuriyet alıp o zamanlar deniz
kıyısında, ağaçlıklı parka gidip oturuyorum. Deniz kıyısındaki bu park da
şimdi yok. Gazeteye bakınırken bir duyuru dikkatimi çekiyor. DİSK
davasından içerde yatan Ahmet İsvan bu sabah tahliye oluyormuş. Ve
sanırım öğleden sonra dört (belki de beş) gibi Şişli’de ‘FM’ adında bir
kültür merkezi vardı. Ayağının tozuyla orada bir konuşmaya katılacağı
duyurusunu okuyorum.Yanında bir başka konuşmacı daha var; Ali Sirmen. O
da Barış Derneği davasından birkaç gün önce tahliye olmuştu. (O kültür
merkezi de şimdilerde yok.)
Saatime bakıyorum. İki sat var. Rahat yetişirim. Gitmeye karar veriyorum.
Ama yine de içimde bir huzursuzluk var. Hem başım öyle sargılı bir
biçimde gitmek garip geliyor hem de bir tanıdık çıkarsa ki kesin çıkar,
yine dert anlatmak zorunda kalacağım korkusuna kapılıyorum. Amaaan…sanki
Kadıköy’de dolaşsam aynı sorun olmayacak. Gitmeye karar veriyorum.
Toplantının başlamasına 10 dakika kadar önce kültür merkezine giriyorum.
Kimselere gözükmek istemediğim için de hemen toplantı salon una girmiyor,
orta kattaki dergi ve kitaplardan oluşan sergiyi gezmeye başlıyorum.
Amacım kimseye yakalanmamak için başlarken girip en arka sıralarda zula
bir yere kendimi bırakmak. Polislere dert anlatmaktan o kadar bezmişim
ki, bir tanıdık çıkar da saatlerce olan biteni anlatmak zorunda kalırım
diye ödüm patlıyor. Ben bu düşünceleri kafamdan atamadan bir sesle
irkiliyorum:
‘"Aaaa…n'oldu sana? Kimden dayak yedin?"
Başımı kaldırıyorum, Jülide Gülizar. Kendisi Ankara’dan tanıdığım ve çok
sevdiğim bir kişi. Gülümsüyorum. Yanıma gelip karşıma geçiyor, yüzünde
biraz merak biraz da dudaklarında gülümsemeyle o enkazdan çıkma görüntüme
alıcı gözüyle bakıyor:
‘"Dayak yemişe de benzemiyorsun? Nasıl becerdin bu hale gelmeyi?"
"Yok, yok’", diyorum, "dayak falan yemedim. Kadıköy’de Fıçı adında bir
birahane var. Akşam…"
Dudaklarındaki gülümseme tüm yüzüne yayılırken sözün gerisini dinlemeye
gerek görmüyor:
"Haaa…’" diyor, ‘"anladım. Fıçının içine düştün.."
"Hadi fazla gecikme de gel, toplantı başlıyor." diyerek salona
yönelirken arkasından biraz da sesimi yükselterek savunmamı sürdürüyorum :
"Valla benim hiç bir suçum yok. Bütün suç Cemal Süreya denen o adamda…"