“Ben gerçek olana inanırım hayal ürünü hiçbir şey beni ilgilendirmez.”
Arkasına yaslandı, boynunda asılı olan gözlüğünü daha iyi görebilmek için
burnunun üzerine yerleştirdi. Pencereden gelen ışık yer yer parmak izleri
oluşmuş gözlük camlarının üzerinde hayal kırıklığı ile kitabın üzerine
yansıdı. Etrafıyla ilgisini keserek dizlerinin üzerindeki kitabı kendine
yaklaştırarak kaldığı yerden okumaya devam etti. Bir sayfa, iki sayfa
derken üçüncü sayfaya geldiğinde gömlek cebindeki kurşun kalemini
çıkararak, önemli bir keşif bulmuşçasına kitabın satırları üzerinde
gezdirerek sayfanın bir yerine birkaç kelime karaladı. Az önce gönderme
yaptığı karısı elindeki telefonu bırakmadan,
“Bir âlim edasıyla altını çizdiğin cümlelerde hayal ürünü, hatırlatırım!
Üstelik birkaç sayfa sonra sana kitabın yazarı şöyle seslenecek : ‘İnsanların
kitaplara bir takım çizgiler çizmeye, kelimeler yazmaya hakkı yok…’*
Bakma bana gözlüklerinin üzerinden. Okumaya devam et göreceksin” dedi
gülerek ve elinde tuttuğu telefonunda tatil sitelerini gezerek gelecek
yaz için planlar yapmaya koyuldu.
Bazı sayfalarda dakikalarca kalıyor bazılarını hemen geçiyor, ekranda
gördüklerine göre yüzünde kimi zaman hayranlık, kimi zaman küçümseme
duygusu yayılıyordu. Bir süre sonra sıkıldı ve elindeki telefonu
bırakarak mutfağa geçti. Mutfaktan kitap okuyan eşine seslendi;
“Hayatım bak ne diyorum seneye her zaman ki gibi deniz tatili yapmayalım.
Şöyle dağlara doğru gidelim, oksijeni bol ormanlık dağlara… Karadeniz
turu yapabiliriz. Yürüyüş de yapmış oluruz, ciğerlerimiz temizlenir hem
de... Yaylalarda bir ev tutar, yazı orada geçirebiliriz. Güzel fikir
değil mi?”
Kadın bir süre kocasından yanıt bekledi gelmeyince tekrar konuşmaya
başladı,
“Aslında şöyle de olabilir. Kendimize göre şöyle ufak bir karavan alıp
tüm sahil şehirlerini dolaşarak bir tatil planı yapabiliriz.”
Adam, tok bir sesle cevap verdi;
“Aç tavuk kendini buğday ambarında sanırmış.”
Kadın önce alınganlık göstermek istedi sonra vaz geçti. Kendince kurduğu
hayallerinin içinde eğleniyordu. Kocasının da kendisine eşlik etmesi onu
daha keyiflendirecekti. Kocasının lafına aldırmadan,
“Tavuk demişken, bir çiftlik mi kursak? Ne güzel her şey doğal, ne
yediğimizi, ne içtiğimizi biliriz. Bir de içine şöyle güzel bir ev yaptık
mı hafta sonlarının keyfine doyum olmaz. Maaile toplanırız.”
“İki de inek alırım sana ha hahaa…” diye gülerek karısıyla dalga geçti.
“Neden olmasın şekerim, boş boş oturuyorsun sana da iş çıkar işte!” dedi
kadın. Konuşmasını sürdürecekti ki içerden gelen telefon sesi ile sustu.
Kocası biriyle konuşuyordu, kulak misafiri oldu.
“…yok, yok henüz olmadı. Bekliyorum…..Tabi, tabi… Birkaç güne çıkar
atamam. İmzadan çıkacak yakında. Onu yapmıyorlar, benim adım geçiyordu
zaten….. Anladım….. İyiler iyiler sağ ol. Bakalım bekleyeceğiz….
Çocuklarda iyiler. Büyük oğlan Amerika’da işte. İyi iyi….Kalır, kalır
gelmez. İşleri iyi.. Evet, evet… Yok bana bir yükü, kendi ayakları
üzerinde duruyor…”
Kadının telefonu çalmaya başlayınca konuşmanın gidişatını dinleyemedi,
“Aloo… Ahhh oğlum! Nasılsın annem. Biz iyiyiz, merak etme. Sen ne
yapıyorsun ev buldun mu? İşin nasıl? Maaşını düzenli alabilecek misin? Ah
annem yaaa gittin oralara, ne vardı burada kalsaydın. Çıkardı buralarda
iyi bir iş. Bak şimdi kira ödeyeceksin….. Tamam, tamam üzülmüyorum sadece
seni merak ediyorum. Kuzenin Tuğçe’de bu hafta işe başladı. Yazık
kızcağıza sen yıllarca oku git bir mağazada satış elamanı ol. Olacak iş
değil! Neyse senin keyfin yerinde olsun o yeter bize.. Bak bir şey lâzım
olursa söyle babanla atlar geliriz, getiririz. Tamam annem ben de
öpüyorum seni. Baban telefonla konuşuyor, o da iyi, söylerim selamını.”
İçi acıyordu, oğulcuğunu bir gün olsun gözünün önünden ayırmazdı ama
zaman geçiyor, büyüyor ve sorumluluklarını üzerine alması gerekiyordu.
Giderken de “ben size artık daha ne kadar yük olacağım?” demişti. Haklı..
Şimdi başka bir şehirde iş bulmuş ayaklarının üzerinde durmaya
çalışıyordu. Bir üniversite, iki yüksek lisanstan sonra az bir maaşla iş
bulabildiğine şükrediyordu. Oysa onun için ne hayalleri vardı. Yurt
dışına gidip doktora yapacak, iyi bir iş bulup doyduğu topraklara tutunup
yaşayıp gidecekti. “Olsun buna da şükür, çocuk aklını yitirecekti evde
oturmaktan” diye mırıldandı. Kocasının telefon görüşmesi de bitmişti. Son
zamanlarda birçok acı gerçeği yaşıyorlardı. Kocasını görevden almışlar, o
kadar bilgisine tecrübesine bir masayı dahi çok görmüşler, “gerek
duyarsak biz sizi ararız” deyip uğurlamışlardı. Kimseye bir şey
söylemiyor, düşüncelerini kendine gizliyor, kendini bazen saatlerce
odasına kapatıp, duvarda asılı diplomalarını, başarı belgelerini, hatıra
fotoğraflarını inceliyor düşüncelere dalıyor sonra yanıma gelip bir
köşede sürekli kitap okuyordu. Arada sırada gelen telefonlara cevap
veriyor bazı görüşmelerde hiçbir şey olmamış gibi konuşuyor, sürekli
terfi alan, başarıdan başarıya koşan bir insan gibi içindeki umutlarını
koruyordu. Doğru mu yapıyordu? Belki kendini belki de karşısındakini
aldatıyordu. Ne doğruydu ki! Ona neden böyle davrandığını sormuyordum.
Yaşama sevincini yitirmemeliydi.
Gerçek dediğimiz birçok şey gün gelip hayal oluyormuş meğer! Son
yaşadığımız yıllar, üzerimize bir toz bulutu gibi çöküp geleceğimizi
görmemizi engelleyen yıllardı. Hatta bazen öyle bir hal alırdı ki kum
fırtınası içindeymişiz gibi ideallerimizin üstünü örter ve olduğumuz
yerde kalırdık. Sadece nefes almak için çabalar, yaşadığımıza sevinirdik.
Gece ve gündüz döngüsü olan bir evrenin canlıları olarak aynı döngüyü
yaşamlarımızda yaşamamak kaçınılmazdı. Koşullar farklı olsa da her ailede
böyle olası durumlar olabiliyordu. Biz de onlardan birini yaşıyorduk. Bu
dönemde tek yapmamız gereken, ideallerimizi bir bohçaya koyup rafa
kaldırmak oldu. Bir tek ben olayların dışındaydım, birebir etkilenmiyor,
dolaylı yoldan onların sıkıntılarına ortak oluyordum. Bu nedenle arada
sırada kendimce hayaller kurarak onları keyiflendiriyor ve rafa
kaldırdığımız ideallerimizin tozunu alıyordum. Adına ne dersek diyelim
ister hayal, ister ideal, isterse alınyazısı olsun, üzerine karşılıklı
içilecek acı bir kahve iyi gidecekti.