ANLATI

Semih Özcan 






DÜNYAGÖRÜŞÜME MEKTUPLAR - 7


BUGÜN ORTAYA ATTIĞI SÖYLEM VE DİLİ
YARIN YIKMAYAN ŞİİR, ŞİİR DEĞİLDİR



1990'lı yılların başlarında 'Sanata Evet' kampanyasını başlatanlardan Tamer Levent, 2014 yılında bu kampanyayı büyüterek sürdürmek amacıyla sosyal medyaya taşıdı. O günlerde bu anlayışı geliştirmeye çalıştığı platformda bir soru ortaya attı:

''İnsanlar sinemaya, sinema oyuncularına çok büyük ilgi ve sevgi gösterdikleri halde, neden beğenmedikleri kişilere 'artistlik yapma!, derler? ''

Bu soru, o zaman yeteri kadar ilgi görmedi ama aslında günümüzde de yaşadığımız birçok sorunun karşılığı, bu sorunun yanıtında gizli. Belki de bu nedenle bu soruyu sorma gereği duydu.

Doğru, özellikle halkın alt ve orta kesimi yıllardır sinema oyuncularına, 'artist'lerine karşı büyük bir sevgi besler. Duvarlarını onların posterleriyle donatır; gazetelerde onların, özellikle de özel yaşamlarıyla ilgili haberlerini yakından izlerler. Sevdikleri bu 'artist'lerin hiçbir filmini kaçırmaz, düşlerini onlarla süsler hatta platonik de olsa onlara aşık olurlar. Ama gerçekten de, beğenmedikleri, ciddiye almadıkları, küçümsedikleri insanlara da en çok kullandıkları sözdür ''artistlik yapma!''

İlginçtir; bu çelişik gibi görünen tavır sadece sinema oyuncuları için geçerlidir. Her ne değin özellikle günümüzde sinemada tanıdığımız birçok yüz aynı zamanda tiyatro dünyamızın içinde de yer alsa; bu ''yoğun sevgi ve küçümseme'' tiyatro oyuncularını kapsamaz, sadece sinema için geçerlidir.

Aslında tiyatro her zaman halka daha yakın olmuştur. Onunla içli-dışlıdır. Bakmayın son yıllarda tiyatronun yaşadığı sorunlara hatta yokolmasına, bu ülkede seyirlik köy oyunlarından, meddah geneğinden günümüze tiyatro her zaman varolagelmiştir. İşte sorunun yanıtı da burada. Tiyatro her zaman halkın elinin altındadır, erişememe, ulaşamama diye bir sorunu yoktur. ''İki kalas, bir heves''tir. İstediği an kendi de ''tiyatro'' yapabilir.

Oysa sinema halkın 'ulaşılmaz'ıdır. Kolay değildir sinema yapmak, sinemacı olmak. Parasal yönden en azından, halkın ancak düşlerinde yer alabilir. Hele sinema oyuncuları, hele 'artistler' asla ulaşamayacakları yaşamı sürerler. Ekonomik yönden onlara ulaşmaları söz konusu değildir.

Sinema ''artistleri''ne ilgisi de bu noktada ortaya çıkar. Sinema onlar için asla ulaşamayacakları ama yine de içlerinde bir umut olarak yaşattıkları, varmak istedikleri yerdir. Tümünün düşlerinde ünlü bir sinema 'artisti' olmak yatar. Onlara ilgi göstermeleri, saygılı 'görünmeleri', hatta coşkuyla onlara sempati, sevgi beslemelerinin nedeni budur. Ama bu ''onlar gibi olabilme'' düşleri, içlerinde asla öyle olamayacakları, onlara asla ulaşamayacakları duygularını da içinde barındırır. İçten içe bir tür kin, nefret yaşatırlar bilinçlerinde. Bunu açığa vurdukları nokta da işte bu ''aristlik yapma'' söylemidir. Onlara ulaşabilmek amacıyla, onlara yakın düşme davranışları gösterirken, bir yandan da onları alaşağı etme, onları yok etme bilincini de içlerinde beslerler.

Aslında halkın bu yapısı her alanda kendini gösterir. 12 Eylül öncesinin siyasal ortamında iki büyük partinin liderlerinin eşleri her zaman halkın ilgi odağı olmuştur. Nazmiye Demirel ve Rahşan Ecevit.

Aslında halka yakın duran, davranışıyla onlardan biri olan, sade giyimi ve duruşuyla Rahşan Ecevit'tir. Nazmiye Demirel ise konumundan giyimine dek, halka en uzak olan kişiliktir. Halkın kendi iç söylemlerinde de bu görülür. Ancak, sandığa gidildiğinde kendilerine yakın olan Rahşan Ecevit'in eşinin değil, Nazmiye Demirel'in eşinin partisine gider oylar. Üstelik bu oyların büyük bir bölümü yine kadınlardan gelir. İşte burada da aynı tavırla karşı karşıyayız. Her yönden eleştirdikleri, yerden yere vurdukları, onlara çok uzak olan kişinin siyasi çizgisine hiçbir zaman uzak durmak istemezler. Çünkü imrendikleri, olmak istedikleri kişi odur. Kendilerine yakın olan kişi ise onlara çok 'uzak'tır. Çünkü ona benzer, sade bir hayatı zaten yaşamaktadırlar.Yakın durdukları, destekledikleri kişinin temsil ettiği partiyi ise bir yandan iktidar yaparken öte yandan da yerden yere vurmayı, o kişinin 'frapan' buldukları giyimiyle örneğin, dalga geçmeyi ihmal etmezler. Çünkü o, onlar için, ulaşmak istedikleri ama ulaşamayacakları bir 'artist'tir.

Halkın alt ve orta kesimlerinde egemen olan bu tutum toplumun genelini de belirler. Ve tüm katmanlar buna benzer davranış kalıpları kurarlar. Halk böyle de, aydınlar örneğin.. sanat çevrelerine, edebiyat dünyasına egemen olan davranış kalıpları çok mu farklı? Daha da ötesi, topluma yön vermek amacıyla yola çıkan ideolojiler, örgütlenmeler çok mu farklı?
Bizde gerek aydın kesimde, gerek sanat alanında gerekse topluma önderlik yapma savıyla yola çıkan tüm ideolojik hareketlerin en büyük eksikliği kendi varoluş dillerini, duruşlarını ve eylem yapısını oluşturamamış olmaları. Yani, bir karşı çıkış, seçenek oluşturabilen bir muhalif dil, söylem yok. Bizim aydınımız da, sanatçılarımız da, ideologlarımız da yani bizim muhalefetimiz de iktidarın ta kendisi aslında.. iktidar odaklı, iktidar söylemi içinde çıkış yolu arıyor. İktidara karşı, karşı bir yaşam dili yok. Karşı oldukları, eleştirdikleri iktidarlara karşı yine onların dilini kullanıyorlar. Yani her açıdan, iktidara yakın düşüyorlar. Aslında bu sorun uzun yıllar Avrupa'nın da örneğin sorunuydu. Ancak onlar bir şekilde, bu dili reddetip kendi dillerini yaratma zorunluluğunda olduklarının farkına vardılar. Hatta en sonunda 68'i başlatan günlerde Jean- Paul Sartre bu sorunu şu sözlerle açıklıyor: '' Burjuvaziyi her zaman sorgulamış ona karşı çıkmış olmama rağmen, yapıtlarımın ona hitaben ve onun dilinde yazılmış olması gerçeği değişmedi... Yani demem o ki, ben ayaklı bir çelişkiyim.''

Bizim sanat dünyamızda, özellikle de edebiyat dünyamızda bir tür doktorluğa soyunma hastalığı var. Okura reçete yazmadan duramıyoruz. Sanki karşımızda ideal bir düzen, sorunsuz bir yaşam varmışcasına, yalnızca kafamızda yarattığımız o ütopik devleti yaratmak için ''iktidar olabilme'' reçeteleri yayınlıyoruz. Tek bir ''otorite''den çıkma reçeteler.. Buram buram iktidar kokan reçeteler.. '' Son kertede'' devletsiz bir toplumu düşleriz de ama yine de devletsiz yapamayan, onu güçlendiren reçeteler.. Bu durum aydınımız için de, ideologlarımız için de geçerlidir.

Oysa sanat reçete yazmaz. Putlaştırılan 'doğru'lar koymaz ortaya. Sadece insanların kafasına soru işaretleri serpiştirir. Onların duygu ve düşünce dünyasına farklı açılımlar, boyutlar yükler. Ve bu arayışı kendilerini izleyenlerin, okuyanların yapmasını sağlar. Düşünce ve duygu alanında, yaşamında, kullandığı dilde farklı seçeneklerin de olacağını sezdirir. Bu anlamda tümüyle iktidar dışıdır. Muhalif olmak zorundadır. Ben yıllardır örneğin şiir alanında, ''şu an Türkiye'de şiir yoktur'' derken, anlatmak istediğim olay bu, örneğin. Şiir ki en muhalif dil ve söylem alanıdır. Daha da ötesi, şiir anarşisttir. Yani hiçbir kuralla, dille bağlayamazsınız onu. Picasso'nun ''resim yıkmalardan oluşan bir toplamdır'' dediği gibi şiirde varlığını yıkıcılığından alır. En başta da kendini yıkar. Bugün ortaya attığı söylem ve dili, yarın yıkmayan şiir, şiir değildir.

Sanatta, özellikle de şiirde toplumcu gerçekçiliğe bu nedenle karşı çıktım yine yıllardır. Toplumcu gerçekçilik hiçbir zaman iktidar dilinden, iktidar söyleminden başka bir seçenek ortaya serememiştir. Muhalif bir söylem yaratamamıştır. Çünkü sadece erk odaklı düşünmüştür. Bu nedenle dünyada ve Avrupa'da ortaya çıkan tüm ideolojik ve sanat akımlarını elinin tersiyle itmiş, her türlü muhalif tartışma ortamına giden yolu baştan kapatmıştır. Oysa önemli olan muhalif bir yaşam tarzını oluşturabilmekti. iktidar diliyle, iktidar etiğiyle, iktidarın geleneksel yapısını güçlendirerek.. bu olanaksız[dı].

Kısacası; bugün gerçekten toplumu dönüştürmeyi kendine dert edinmiş kesimler, aydın ve sanat çevresi, yaşadığımız çöküşü aşmak istiyorlarsa önce muhalefeti öğrenmek, muhalif olmak zorundalar. Marks'ın deyimiyle ''bugün yapılması gereken varolanın tavizsiz eleştirisidir'' (''Ruge'ye Mektup, Kreuznach,1843'', Early Writings, Penguin, 1974,s.207). Bunun yolu da önce kendimizi acımasızca eleştirmek hatta yoketmekten geçiyor. Çünkü bu varolanın içinde biz de varız.


içindekiler    üst    geri    ileri   




 46