Metnin başına “ yapayalnızlığında yapayalnızdı” yazmıştım. Görür görmez
buna itiraz etti. İtiraz edeceğini bilecek kadar onu tanıyordum ama bu,
metnin başına canımın istediğini yazmama engel değildi, metin benim
metnimdi, ne istersem yazabilirdim. İtiraz ettiği ve edeceği iki sözcüğe
uzun uzun baktı. Derhal çürütülebilir, az düşünmemi gerektirebilir veya
beni epeyce zorlayabilir birkaç argüman üzerinde etüt etmekte olan
zihninin çıkardığı sesleri işitebiliyordum. Benim zihnim de az değildi,
baş edemeyeceğim herhangi bir sav öne süremezdi. Birbirine hazırlıklı
insanlardık ve bu deneyim uzun yıllar içinde edinilmişti.
İlişkimizin rotası daima, nasıl tanıştığımız konusunda yaptığımız
tartışmalarca çizilirdi. Tanışma hikâyemizin her seferinde farklı
kurguları olurdu. Her seferinde iki farklı kurgu yani. Onunki ve benimki.
Onun değişik kurgularının ortak noktası, tanışma anımızın hemen öncesinde
onun kitap okumakta oluşu olurdu: Ben bir kafede Suç ve Ceza’nın en
etkileyici sahnesini okuyordum… Ben Metroda oturmuş, ineceğim durağa
varmadan soluğumu kesecek olan Karamazov’ların İvan’ın, Tanrı argümanını
okuyordum… Ben markette alışveriş arabasını sürerken bir elimde açık
tuttuğum, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni okuyor ve şapka sahnesine
tebessüm ediyordum… Ben tiyatroda oyunun başlamasını beklerken Can’daki
açlığın tarif edildiği bölümü okuyordum… Ben güneşli bir öğle sonu parkın
kuytu bir köşesinde, Bir Delinin Hatıra Defteri’ni okuyordum… Ben Hikmet
Çetinkaya’nın resim sergisinde iki gelincik resminin arasında boş duvara
sırtımı yaslamış Malina’yı okuyordum… Ben Bir cuma günü, namaz öncesi
kalabalığı toplanmadan, Kocatepe Camii’nin avlusunun sessizliğinde
Saramago’nun İsa’ya Göre İncil’ini okuyordum… Ben o bahar akşamüstünde
Kızılay alışveriş merkezinin önündeki banklardan birine oturmuş,
Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okuyordum. … Ben sonradan senin de
seveceğin Olgunlar’daki birahanede oturmuş Göçmüş Kediler Bahçesi’ni
okuyordum…
Mekânlar ve kitaplar değişiyor, onun okuyor oluşu değişmiyordu.
Değişmeyen bir şey de benim onun okuyuşunu fark etmem üzerine kendisiyle
konuşma ihtiyacı duyarak, sokulgan davranmam oluyordu. Bu olanaksız, diye
itiraz ediyordum elbette. Çünkü ben olağanüstü miyoptum. Yarım metre
ötesini görmekten aciz, gözlük takmama konusunda inatçı bir yarı kördüm.
Kör, demeyelim de görüşü bulanık biriydim. Tüm dünya bana flu ve
olduğundan daha kaotik görünürken, o halimle uzaktan ki uzak olduğu
noktadan yarım metre ötede durduğum her mesafeydi, onu ve kitap okuduğunu
fark edecek böylelikle de ona – tanışmak isteyecek denli ilgi duyacak ve
bir de üstüne gidip yanına sokulacaktım öyle mi? Çok tutarsız. Hiç de ben
vari olmayan bir iddia topluluğu. Bütün bunlar kavga sebebiydi işte.
Olayın aslı ise benim tutkulu bir hikâye anlatıcısı olmamdı. Herkese
değilse bile hikâyeyi hak ettiğini düşündüğüm birine rastladığımda
harekete geçen bir güdünün kölesiydim. Mağaralarının ılık güvenliğinde,
ateşin başında toplanmışlara ilk hikâyeyi anlatan, saçları kafasının
karışıklığının görüngüsü olacak şekilde karman çorman o kadın benim
büyük- büyük – büyük –büyük- büyük – büyük annemdi. Arada bir nesil
atlasa da, anlatmaya veya söylemeye vurgun bir soyun yarı kör son
neferiydim ben.
Hikâyeyi anlatmak istediğim için tanışmıştık. Gündeliğin ortasında – ki,
gündelik olan herkes için olduğu kadar boğucuydu benim için de, birden
hikâye gelmiş olmalı onu ilk gördüğümde. Bu yüzden, ben o sonbahar günü,
zemini sararmış yaprağa kesmiş dar bir sokakta, ağacına dargın kırmızı
bir yaprağın savruluşunu izlerken yanımdan geçen ilk kişinin koluna
yapışmıştım. O sendin ve elinde Ecinliler filan yoktu… Ben maaş günü
bankamatiğin önünde sıraya girmiş, kendi zamanını beklerken hesap
kitaptan beyni bulanmışların hemen arkasında sıranın sonunda beklerken
sen önüme geçmeye çalışmıştın. Sırtında gördüğüm bir şey dürtmüş olmalı
içimdeki köleyi. Ondandı mutlaka bana dönmeni sağlayıp hikâyeye girizgâh
yapışım. Ve yine Niteliksiz Adam’ı okuyor değildin elbette… Ben sevdiği
bir şeyi yitirmiş olmanın üzüncünü neresine gizleyeceğini bilemeyen o
insanların tuhaf telaşıyla, sağımı solumu görmeden yürüdüğüm büyük bir
caddede ilerlerken, yitirmeyi bilmenin erdem olduğunu göstere göstere
yürüyen seni fark edebilmiş, fark ettiğimi feci şekilde kıskanmış,
kıskançlığın harekete geçirdiği köleye söz geçirememiş olduğum için önünü
kestiğimde girmiştim hayatına. Aramızda tek okuyan ben, okunan da senin
yüzündü… Ben insanlara katlanamamanın esas sebebinin, onları çok fazla
önemsemekten kaynaklanıyor olabileceğini bir sınıf dolusu çocuğa ilk kez
itiraf ettiğim dersin sonunda kendimi kendime şaşkınlığımla sokağa
attığım sırada yanımdan geçen ilk kişi olduğun ve belli belirsiz bir
vanilya kokusu yaydığın için koluna yapışmıştım, elinde bir alışveriş
torbası olduğunu iyice hatırlıyorum… Ben yoksunluğun yoksulluktan daha
büyük bir kekemelik nedeni olduğunu söylemeyi bir türlü beceremeyen bir
arkadaşımı uzaklara yolcu ettikten hemen sonra, hava limanının
kalabalığındaki sosyal kekemeliği işitmemek için hızla uzaklaşma arzumu
kontrol altına almaya çabaladığım için şehir servisinde yanımda oturan
sen’e dönüp hikâyeye sonundan başlamıştım… Ben yıllarca başını okşadığım,
kendisini ve beni uykuya mırıltılarıyla uğurlayan, dünyanın en hırçın
kedisini veteriner iğnesiyle acıdan uzak tutmaya götürdüğüm o öğleden
sonra, gözyaşlarımı, orada elimi ilk tutan olduğun için, senin
kulaklarına akıtmıştım. Gözyaşının insanın ilk hikâyesi olduğunu bilmesen
de reddetmemiştin. Elinde kitap değil, ölüm ilacı kokusu vardı…
Metnin başına “yapayalnızlığında yapayalnızdı” yazmıştım ya. Okumuş ve
hemen itiraz etmişti. Başladı mı, susmak bilmezdi. Başladı mı, sabırla
dinler sesimi çıkarmazdım. Bu kez susmadım. Sen ne anlarsın, dedim. Tam
yeriydi. Başladı. Tanıştığımız günü hatırlıyorum da… Ben cıva gibi bir
delikanlıydım ve Yüksel caddesinde bir yandan yürüyor bir yandan da
elimde bırakamadığım, Yüz Yıllık Yalnızlık’ı okuyordum. Hadi oradan, diye
kestim sözünü. Cıva gibi delikanlılar kitap okumaz, hele yürürken hiç
okumazlar. Asıl ben… Bu böyle sürdü gitti. Birbirine hazırlıklı
insanlardık ve bu deneyim uzun yıllar içinde edinilmişti.
Yaşadıkça okumayı sürdürür müydü, bilmiyorum. Ama ben yaşadıkça hikâye
anlatacaktım, o da dinleyecekti. Birbirimiz için seçilmiştik. Ağız ve
kulak. Ses ve söz. Zihin ve zihin. Başka bir şey gerekmezdi, gerekmedi.