ÖYKÜ

Göknur Yumuşak 







KINALI KUZUM YILDIZLARDA ARTIK


Haydar çıkınındaki otlu peynirle yufka ekmeği dürüm yapıp yedi. Üstüne de pınardan buz gibi su içince kendine geldi. Sabahtan beri dağlarda sürüyü otlatıyordu. Pınarın başında soluklanmak iyi geldi Ona.

Karşıdaki Cudi dağını seyre koyuldu. Sıradağlardan oluşan bu heybetli dağ tıpkı Haydar’ın sülalesi gibi kalabalıktı. İrili ufaklı tepeler dağla kol kola girmiş yüzlerce börtü böceğe kuşa arıya ev sahipliği yapıyordu. Yaman olurdu Cudi’nin balı. Mis kokardı bu bal; bin bir çiçeğin tadını alırdı balı yiyenler. Cudi’de çok dolaştırmıştı sürüyü Haydar. Ama artık yaşlanmıştı eskisi gibi değildi. Epeydir buluşamıyordu sevdalısıyla. Burnunda tüttü kengerler çirişler yemlikler. Çirişin acılı saç böreğini hatırladı ağzı sulandı. Ya kengerler nasıl da güzel olurdu tereyağlı bulgur pilavı kengerlerin. Ah ah o yemlikler. Dağ başında baharın yer gök yemlik olurdu. Haydar onların en tazelerinden toplar o eşsiz gözede yıkar ve tuz serpip yufkayla dürüm yapardı.

Hayıflandı; derin bir iç çekti.

Epey dinlenmişti. Kalkıp sürüyü toparladı, o sırada uzaklardan bir köpeğin havlamasını duyan sürünün kangal köpeği o yöne dönüp son sesiyle havlamaya başlamıştı. Ama az sonra sürü hareket edince yerini aldı ve yola koyuldular. Artık eve dönüş zamanı gelmişti.

Kuzular acıkmışlardır diye düşündü Haydar. Acele etti. Sürüyü köpekle beraber ağıla getirdiler. Haydar’ın karısı Hatice onları uzaktan görünce sitili kapmış ağılın kapısında bekliyordu.

Koyunları kuzulara saldı Haydar.

Sabahtan beri acıkan kuzular bütün gün süt dolan memelere saldırdılar. Onlar biraz emince sütün hepsi bitmeden kuzuları ayırıp başka küçük bir bölmeye kapattılar.

Hatice bütün koyunları sağmıştı. Koçlar kenarda birer ağa gibi kurulmuş yorgunluk atıyorlardı.

Epey süt çıktığı için Hatice mutlu oldu ve gülümseyerek eve geçti.

Haydar üstünü değiştirmiş ocağın kenarındaki sedirde dinleniyordu. Hatice sütü bez süzgeçten süzüp ocağa koydu ve ocağın altını odun atarak harlandırdı. Biraz sonra evi süt kokusu sardı.

Sofra bezini serip bakır tepsiyle yemeği getirdi Hatice. Nohutlu yarma aşını büyükçe bir bakır tabağa doldurup tepsinin ortasına koymuştu.

Haydar hemen sofraya yanaştı çok acıkmıştı; aşı kaşıklamaya başladı. Bir taraftan da mis gibi tereyağ kokan bulgur pilavını yufka ekmeğiyle sokum yaparak yiyordu. Bir ara yemek yemeği bıraktı. Hatice'ye sordu:

“Kardelen aradı mı ?”

“Yok bugün de aramadı.”

“Tam yirmi gün oldu hâlâ haber yok bu kızdan. Yok yok böyle olmaz ben İstanbul’a gideceğim.”

“Tamam git; git de ay parçamı bul Haydarım”


1 /

“Para lazım oralarda nasıl yapsak bilmem ki”

“Davarı sat” dedi Hatice. Haydar’ın yüzü allak bullak oldu. O sürüyü nelerle meydana getirmişti. Her bir koyunun kuzunun kokusu vardı üzerinde. Hem sonra ne yer ne içerlerdi. Tarla tapan yok. Başka iş bilmezdi üstelik. Ama nafile satacaktı. Yarın hepsini bir pikaba bindirip kasabadaki mal pazarına götürmeye karar verdi.

Birkaç tanesini bırakacak oldular hesap kitap yaptılar sonunda iki koyunla bir kuzuyu bırakmaya karar verdiler.

Kuzuları koyunları götürürken gözleri doldu Haydar’ın. Pikabın kasasında onların arasındaydı. Kokularını derin derin içine çekti; hepsini teker teker okşadı sevdi. Çünkü taa sekiz yaşından beri sürü güderdi babasıyla. Az binmemişti koçların sırtına.Hatta kangalın sırtına da bindirirdi babası onu.

Mal pazarında indirdi onları şoför. Pazarlık yaptıysa da değerinde satamadı yavrularını; can dostlarını.

Dostuydu koyunlar onun. Eline aldığı kavalla derdini onlara döker; kendini sağaltırdı her zaman. O kavalın eşsiz nağmeleri dağlarda yankılanır taa gökyüzüne çıkardı.

Koyunlar kuzular o kaval çaldıkça yerlerde yatıp kulaklarını dikerek onu dinlerlerdi. Sanırsın ki birer insanlar.

Haydar kasabadan birkaç erzakla bir kiloda baklava aldı. Hatice’si pek severdi baklavayı. Gülümsedi. Sonra köyün dolmuşuna bindi.

Dolmuş kıvrılarak akan derenin kenarından yol alırken rüzgarda dereboyu yükselen bir bir çiçekli otlar hafif esen yelde nazlanarak salınıyorlardı.

Yirmi gün önceydi. Evin telefonu çalmıştı. Arayan Kardelen’di:

“Alo baba nasılsın? Annem nasıl?”

“İyiyiz yavrum, sen nasılsın? Derslerin nasıl?” Bir sessizlik olmuş sonra Kardelen:

“İyiyim baba. Derslerim de iyi” demiş ve yutkunmuştu. Sonra da:

“Babacığım sizi çok ama çok seviyorum. Beni hiç merak etmeyin, ben çok iyiyim”

“Biz de seni çok seviyoruz gözümün nuru.” O günden sonra bir daha Kardelen’den haber alamamışlardı. Tam yirmi gün olmuştu. Oysa Kardelen en fazla iki güne bir telefon ederdi. Aklına kötü şeyler geliyor; onları hemen aklından kovuyordu Haydar.

Köy uzaktan göründü. Evlerin bacalarından ince dumanlar çıkıyor az sonra da gökyüzüne kayboluyorlardı. Acıkmıştı. Hatice’si kim bilir ne kadar sevinecekti baklavayı görünce.

Hatice akşamdan Haydar’ın elbiselerini küçük bir bavula koydu. Bir yanı Haydar gidiyor diye üzülüyor; öbür yanıysa yavrusunu bulacak diye seviniyordu.

Haydar sabah erkenden köyün ilk dolmuşuyla yola koyuldu. Kasabaya varınca tren istasyonuna gidip biletini aldı. Biraz bekleme salonunda bekledikten sonra trenin düdük sesiyle hemen dışarı fırladı.

Bir kısım yolcu indi bir kısım bindi. Haydar binip kompartımanına gidip oturdu. Tren yine düdük sesiyle yol almaya başladı. Haydar’ın yan tarafında çocuklu bir aile vardı.


2 /

Kadın iki küçük oğlanla baş edemiyordu. Hep bir şeyler isteyip mızmızlanıyorlardı. Ufak olanın sümükleri akmıştı, çocuk arada diliyle sümüğünü yalıyordu. Annesi onu görünce hemen eline vurdu. Çocuğun ağlaması çoğaldı. Kadının eli ayağına dolandı ne yapacağını bilemedi. Sonra çocuklar sustu. Haydar ceketini başının altına koyup yana kıvrıldı uyumaya başladı. Gözlerini açınca bir istasyonda durduklarını anladı Haydar. Kaç saat uyuduğunu hatırlamaya çalıştı. Saatine baktı. Beş saattir uyuduğunu anlayınca biraz sevindi. Çünkü epey yol gitmişlerdi. Ama daha on saat yolları vardı. Tekrar uyudu. Türlü türlü rüyalar gördü uykusunda. Bu arada kompartımanda birlikte yolculuk yaptıkları genç bir adam bu istasyonda inmişti. Onun gittiğini kimse fark etmedi bile.

Ufak çocuğun mızmızlanmasıyla gözlerini açtı Haydar. Gün ağarmaya başlamıştı. Gözlerine vuran ışıktan gözleri kısılmış birer çizgi gibi kalmıştı. Saatine baktı şehre yaklaştıklarını anladı. İki üç saatlik yolları kalmıştı.

Annesi çocuklara çıkınındaki tereyağlı kömbeden birer parça verdi. Haydar kömbeyi çok severdi. Canı çekti. Neyse ki kadın ona da bir parça verdi.

Pencereden dışarıyı seyretti bir zaman Haydar. Yol boyunca kavaklar ve diğer birçok ağaç hızla geçiyorlardı pencereden. Uçsuz bucaksız ovada gördüğü tek tük ağaçlar onu köyüne götürdü. Kırlarda sonbaharda koşturur alıç ağacı ararlardı arkadaşlarıyla. Bulunca sevinçten çığlık atar hemen toplamaya başlarlardı. Sarısı turuncusu nasılda güzel olurdu tadı alıcın. Şu ağaçlardan biri belki de alıçtır diye iç geçirdi.

Sonunda şehrin evleri görünmeye başladı. Yer gök apartmandı. Ne çoktular. Bazılarının boyları öyle büyüktü ki sanki göğü deliyorlardı.

Haydar kompartımandaki genç adamın trende olmadığını fark etti. Halbuki ona kendisinin de o büyük şehre gideceğini söylemişti.

Şöyle bir ceplerini yokladı. Para kesesi yoktu. Oysa onu ceketinin iç cebine saklamış ve firketeli iğneyle de cebini iğnelemişti. Filkete açılmış ve parası kaybolmuştu. Delirdi. Dövünmeye başladı. Dizlerine vuruyor arada kalkıp bir umut adamı görür müyüm diye pencereden bakıyordu. Tren hızla yol alıyordu. Evler ağaçlar hızla geçiyorlardı pencerenin önünden. Gözleri doluyor, ağlamaya utanıyor, gözyaşlarını içeriye yolladıkça boğazına bir yumruk oturuyordu. Kuzuları koyunları Kardeleni kaybolan onca güzel şeyi aklına geliyor çaresiz çırpınıyor ama bir şey gelmiyordu elinden. Naçar kalmıştı bu koca trende. Pantolonun cebinde birkaç lirası kalmıştı sadece.

Tren istasyonda durdu eski püskü bavulunu aldı trenden bezgin bezgin indi Haydar. Cebindeki köylüsü Mehmet efendinin adresinin yazılı olduğu kâğıdı oradaki görevliye uzattı. Görevli önce şu karşıdaki dolmuşa sonrada indiği yerden üç yüz beş numaralı belediye otobüsüne binmesini söyledi. Haydar başını sallayıp yürüdü.

Mehmet efendi Haydar’ın köyden kapı komşusuydu. Pek severlerdi birbirlerini. Beş yıldır bu şehirde bir apartmanda kapıcılık yapıyor; kalorifer dairesinden bozma küçücük bir evde yaşıyordu karısı ve iki çocuğuyla. Evin bir odası birde köşesinde mutfak olan bir salonu vardı.

Haydar ancak öğlene doğru evi buldu. Kapıyı Mehmet efendi açtı.


3 /

Köylüsünün karşısında gören Haydar pek sevindi. Bu koca şehirde kendisini kimsesiz yapa yalnız hissediyordu çünkü. İçeri geçtiler. Biraz soluklandıktan sonra Kardelen’i kuzuları, koyunları parasını çaldırmasını bir bir anlattı hemşerisine. Mehmet efendinin karısı Fatma pür dikkat onları dinliyordu.

Akşam yemeğinden sonra Haydar çok yorulduğunu söyleyerek erkenden uyumak istedi. Fatma onun yatağını salona çocukların yanına yaptı. Salonda adım atacak yer kalmamıştı.

Yatak odasında Fatma ha bire Mehmet efendiye çıkışıyor bu adamın burada kalamayacağını yarın gitmesini söylüyordu. “Zaten dört boğaz zor doyuyoruz bir de bu parasız adamın yükünü çekemem“ diyordu Fatma. Mehmet efendi yalvardı yakardı Haydar’ın bir gün daha kalmasına izin verdi karısı.

İki gün sonra Fatma’nın surat asmasından çok rahatsız olan Haydar pılısını pırtısını toplayıp evden ayrıldı. Öyle elinde bavul peş parasız sokaklarda dolaştı akşama kadar. Son kalan parasıyla da bir simit aldı ve onu yiyip bir parktaki bankta uyudu.

Sabah uyandığında her yeri tutulmuştu. Sonbaharın ortalarıydı. Artık havalar soğumaya başlamıştı. Kardelenin okuluna gitmek istiyordu ama ne yol iz biliyor ne de cebinde beş parası vardı. Öyle çaresiz naçar kalmıştı. Avare avare dolaşırken izbe bir sokakta karton yakıp ısınmaya çalışan çocukları gördü. Yanlarına oturdu. Evleri olup olmadığını sordu. Çocuklar arada bali çekiyorlardı, ilerideki terk edilmiş camları kırılmış eski binayı gösterdiler; orada yattıklarını söylediler. Haydar orada kalmak istediğini söyledi, olur dediler.

O akşam Haydar orada kaldı. Yere eski ve kirli bir şilte attılar. Onun üstünde uyudu Haydar.

Sabah erkenden kalktı. Aklına bir şey geldi Haydar’ın. Hamallık yapacaktı. Sora sora sebze halini buldu. O gün akşama kadar meyve sebze kasası taşıdı. Beli ağrıyordu ve elleri de su toplamıştı. Ama olsun cebine para girmişti. Halden getirdiği ezik domatesler ve biberlerle bakkaldan aldığı yumurta ve ekmekle bir güzel sofra kurdu. Hafif acılı menemen hemen bitiverdi. Çocuklar ağızlarını şapırdatarak nefes nefese ekmeklerini bana bana menemeni beş dakikada bitirdiler. Senelerdir kursaklarına yemek girmiyordu belli ki. Oradan buradan topladıkları yiyeceklerle karın doyuruyorlardı.

Böyle on beş gün gündüz hamallık yaparak ekmek parası kazandı; akşamları da çocuklara yemek yaptı. Çocuklar da çok alıştılar ve sevdiler Haydar’ı.

Bu arada sora sora Kardelenin okulunu ve arkadaşlarını bulmuştu. Onlarda uzun süredir Kardelen’i görmediklerini ve merak ettiklerini söylemişlerdi. Haydar onu bulamadığı için çok üzülmüş ama yine de umudunu hiç kesmemişti.

Karakola gidip kızının kaybolduğunu söylemiş onlarda kayıtlara bakmış bir şey bulamamışlardı..

Nereye gitmişti bu kız? Haydar başına kötü bir şey geldiğini düşünmüştü. Öyle üzgün bezgin çıkmıştı karakoldan.

Sonraki günlerde biriktirdiği parayla bir el arabası aldı ve mahallelerde sebze satmaya başladı. Bir hafta bu işi yaptı iyide para kalıyordu Haydar’a. Ama bir gün zabıtalar onun arabasına el koydular ve alıp götürdüler. Bütün sebzesini meyvesini da çöpe attılar.


4 /

Haydar üzüntüsünden gizli bir yerde hüngür hüngür ağladı.

Ertesi gün öyle bezgin bezgin dolanırken kendini deniz kenarında buldu. Haydar denizi bu şehre geldiğinde görmüştü ilkin. Bakmış bakmış ucu bucağı olmayan bu suyu çok merak etmişti. Bir kısım balıkçılar ağlarını tamir ediyor bir kısmı da denizde yollar çizerek balığa çıkıyorlardı. Biraz daha yürüyünce denizin içinde adamların ellerinde kasalar ve küreklerle bir şeyler yaptıklarını gördü Haydar.

Adam önce kürekle denizin dibini karıştırıyor ve kazıyordu. Sonra da elindeki süzgeçli kasayı daldırıp çıkarıyor tel süzgecin üstünde bir şeyler seçiyordu. Haydar bunların midye olduğunu öğrendi. Adama günde kaç lira kazandığını sordu. Aldığı cevap onu şaşkına çevirdi. İyi paraydı. O gün adama yardım etti, işi öğrendi. Ertesi gün cebindeki kalan son parayla kasa kürek deniz tulumu aldı ve midyeciliğe başladı. O gün cebine biraz para girdi. Akşam diğer midyecilerle beraber bekar odalarından birinde kaldı.

Bu odalarda kalanların birçoğu Doğu şehirlerinden gelmişti. Her işi yapıyorlardı. İnşaatlarda çalışıyor; çokça hamallık, seyyarcılık, sebzecilik, midyecilik yapıyorlardı. Kürtçe konuşuyorlardı. Ekmek parası için bu odalarda ser sefil yaşıyorlardı. Karınlarını zor doyuruyor para biriktirip memleketlerine yollamaya çabalıyorlardı.

Haydar bir taraftan da Kardelen’ini aramaya devam ediyor her gün karakola uğruyor bir haber var mı diye soruyordu.

Bazen yollarda sokaklarda parklarda onu arıyor kimi zaman arkadan Kardelen’e benzeyenler olunca koşarak gidip bakıyor ama yok bulamıyordu. Bu koca şehir kızını yutup saklamıştı, yitip gitmişti. Ne yapsa ne etse onu bulamıyordu.

Bekar evlerinde hiç bilmediği bu koca şehirdeki sefilliğine razı geliyor ama kızını bulmaktan vazgeçmiyor, umudunu hiç kaybetmiyordu.

Midyeciliğe devam ediyordu Haydar. Şimdiye kadar yaptığı işlerden en çok bunda para kazanmıştı. Midyeleri uzun yıllar önce Doğudan gelmiş ve bu işi öğrenmiş Hasan’a satıyor o da karısı Fatma’yla midye dolma yapıp lokantalara ve seyyarcılara toptan satıyordu. Pek seviyordu buralılar midye dolmayı.

Haydar bir tadına bakmak istemiş burnunun tutarak birini yemiş bir daha da ağzına sokmamıştı. Ne anlıyordular ki bu bir lokmacık şeyden.

Hatice iki aydır köyde dört gözle Kardelen’le Haydar’ın yolunu gözlüyordu. İki güne bir köyün karşısındaki tepeye çıkıyor yola bakıyordu. Köyün minibüsü her geldiğinde içinden çıkacaklarmış gibi koşarak gidiyor ama hep eli boş dönüyordu.

Kış iyice bastırmıştı. Her işe Hatice koşuyordu. Ağıldaki iki koyuna bakıyor odun kesiyor ekmek yapıyordu. Hep bir başına sofraya oturuyor. Lokmaları ağzında geveleyerek karnı doysun diye öylesine yiyordu. Ağzının tadı hiç yoktu.

Haydar arada sırada bekar odalarında kalan arkadaşlarıyla kahveye gidiyor, kağıt oynuyordu. Oyunu yenince epey keyifleniyordu. Bir akşam yine kahveye gittiler. Bir el döndüler oyunda. O sırada kahvenin sahibi televizyonu açtı ajansa bakmak için.


5 /

Son dakika haberi diye yazıyordu televizyonun alt kısmında. Herkes pür dikkat kağıtları çayları bırakmış haber izliyorlardı.

Şehrin en işlek caddesinde büyük bir patlama olmuştu. Yaralılar taşınıyor her taraf cehennem gibi.

Kahvedeki herkes çok endişelenmişti ve korkmuştu. Görüntüler kesildi. Haber okuyan kız bombayı bir canlı bombanın patlattığını ve adının Kardelen Yücedağ olarak tespit edildiğini söylüyordu.

Haydar’ın elindeki çağ bardağı yere düştü. Öylece dondu kaldı kaskatı. Nice sonra biraz canlanır gibi oldu bağırmak istedi, bağıramadı. Ağlamak istedi, ağlayamadı. Her şeyi içine akıtıyordu. Bir süre sonra nefes alamaz oldu. Eve gideceğini söyledi çıktı yalpalayarak yakınlardaki parkın en kuytu köşesine gitti. Sessizce gözlerinden oluk oluk yaşlar akıtarak ağladı ağladı. Ak güvercini göçüp gitmişti. Ama bunu kimseler bilmemeliydi. Dili tutuldu lal oldu.

O geceyi parkta geçirdi. Derdini ağaçlara yıldızlara döktü. Onlar bir nefes oldular Haydar’a. Sonra ağlaya ağlaya bankta uyukladı.

Sabah kendini biraz toparlayınca bekar odasına gitti eşyalarını bavula toplayıp yola koyuldu. Kimselere hiçbir şey demedi. Otobüse bindi camdan hızla geçen evleri ağaçları dalgın dalgın seyrediyordu, köye varmasına daha on iki saat vardı.

Ak güvercininin bebekliği geldi gözlerinin önüne. Kucağına verdiklerinde dünyalar onun olmuştu. Senelerce doktor hoca dememişler çocukları olsun diye çalmadıkları kapı kalmamıştı. Şimdi onun hiçbir parçası bile yoktu. Bir mezarı bile yoktu. Kalbi sıkıştı, hıçkırıklara boğuldu. Yanındaki adam su verdi, derdini sordu, sustu. Adam da üstelemedi.

Karla kaplı büyük bir dağın yanından geçiyorlardı. Koyunları kavalı köpeği geldi aklına. Keşke can yoldaşları bari kalsaydı. Derdine derman olurdu. Onları alır Cudi’ye tırmanırdı. Haykırırdı en yücesinden bütün ovaya derdini.

Otobüs bir lokantada durdu. Sabah beri bir lokma girmemişti kursağına. Bir çorba içti bol ekmekle. Biraz gezindi. Anons edilince yerine oturdu. Daldı yine eskilere gitti.

Keşke, dedi, keşke okullara yollamasaydım kara gözlü ceylanımı. Nerden bilirdim ki nerden!

Daha ikinci senesiydi okulda. Okuyacak doktor olacak köylülerine derman olacaktı.

Kadınlar çocuk doğurmaktan sahipsizlikten hep hastaydılar köyde. Bebeler ölmeyecekti Kardelen doktor olunca. Ne çok sevinmişti okulu kazanınca. Taa ilkokul birinci sınıftaki öğretmeni anlamıştı Kardelen’in ne zeki olduğunu da onu yatılı okullara yollamıştı.

Neden bunu yapmıştı ak güvercini hiç anlamıyordu. Çok üzülmüştü patlamada ölenlere.

Yüreği dağlanmıştı. Çok yufka yürekli merhametliydi Haydar. Kim bilir kaç ana baba
yaralanmıştı kendisi gibi.

Otobüs sabah erkenden şehre vardı. Daha köyün arabası gelmemişti. Simit aldı bir kahveye girdi çay aldı Haydar. Acı çayla soğuk lastik gibi simidi ağzında geveleyerek yarısını yedi.

Sabah haberlerinde yine patlama haberi vardı. Yaralılardan üç kişi daha ölmüştü. Köyün arabası geldi bindi dolmasını bekledi iki saat. Dolunca yürüdü minibüs


6 /

Köye yaklaştıkça içi alıp alıp veriyordu yüreği. Hatice’ye ne diyecekti. Nasıl söylerdi ak güvercinin artık öyle güzel gülemeyeceğini, kızının ceset parçalarının çöpe atıldığını.

Köye vardı. Ayakları geri geri gidiyordu. Daha sabah olduğundan Hatice tepeye çıkmamıştı. Akşam üstü çıkıyordu.

Köye vardı araba. Haydar hiç arabadan inmek istemedi. Herkesler inmiş bir tek o kalmıştı. Koltuğa mıhlanmıştı sanki inemiyordu. Şoför seslendi:

-Hadi Haydar inmiyon mu ?

Haydar konuşmadı yavaşça indi arabadan. Eve doğru yürümeye başladı. Ayakları geri geri gidiyordu. Çeşmenin önünden geçerken Hatice’yi hatırladı. Onunla ilk bu çeşmede konuşmuş sözleşmişlerdi. Ne güzeldi o günler.

Evin bahçe kapısına vardı. Biraz bekledi. Ocak tütüyordu. Bahçede horozlar tavuklar oradan oraya koşturuyorlardı. Çoban köpeği bir köşede kıvrılmış uyuyordu. Ağılın olduğu tarafa baktı. Aylar sonra ilk kez mayıs kokusu geliyordu burnuna. Bu koku onu çobanlık günlerine götürdü. Sonra bir süre Cudi’ye baktı uzun uzun. Karlı dorukları onu çağırıyordu.

Kapıdan girince köpek hemen kalkıp yanına geldi havlamaya başladı. Haydar’ın etrafında dönüp duruyor sevmesini bekliyordu. Belli ki pek özlemişti.

Sesi duyan Hatice evden çıktı. Haydar’ı görünce koşarak gelip boynuna sarıldı.

-Şükür Haydar’ım sonunda geldin. Kınalı kuzumuz nerede gelmedi mi? Dersleri mi var?

Haydar konuşmadı. Hatice ha bire soruyordu. Onu sarstı omuzlarından. Yine çıt yok.

Sonunda Haydar daha fazla tutamadı kendini hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Hatice kötü bir şey olduğunu anladı.

-Ne oldu Kardelen’e söyle ne oldu?

Haydar yutkundu konuşmak istiyor konuşamıyordu. Sözler ağzından çıkamıyordu. Son bir gayret:

-Yitip kayboldu Kardelen. Kınalı kuzumuz yıldızlarda artık.

Hatice yere yığıldı. Haydar Kürtçe bağırıp çağıramaya başladı. Onu duyan komşular doluştular. Hatice’yi kaldırıp eve soktular.

Haydar artık daha fazla dayanamadı. Kaç gündür içine akıttığı zehri Kürtçe ağıt yakarak akıtmaya başladı. Sesi taa köyün öte ucundan duyuluyordu.

İçerden de Hatice’nin ağıtları duyuluyordu. Bütün gün köylüler evden ayrılmadılar. Cesedin olmaması yüreklerini dağladı. Herkes çok severdi Kardelen’i. Doktor olup geleceği günü beklemişlerdi hep. Oysa şimdi uçup gitmişti. Ceset parçaları bir çöplükte kurda kuşa yem olmuştu.

Akşam üstü bir cemse geldi Haydar’la Hatice’yi yerlerde sürükleyerek karakola götürdü. Bir daha da onlardan haber alan olmadı. Ne ölüsünü ne de dirisini gören oldu.


dizin    üst    geri    ileri    

 



 27 

 SÜJE  /  otuz altıncı sayı