Haydar çıkınındaki otlu peynirle yufka ekmeği dürüm yapıp yedi. Üstüne de
pınardan buz gibi su içince kendine geldi. Sabahtan beri dağlarda sürüyü
otlatıyordu. Pınarın başında soluklanmak iyi geldi Ona.
Karşıdaki Cudi dağını seyre koyuldu. Sıradağlardan oluşan bu heybetli dağ
tıpkı Haydar’ın sülalesi gibi kalabalıktı. İrili ufaklı tepeler dağla kol
kola girmiş yüzlerce börtü böceğe kuşa arıya ev sahipliği yapıyordu.
Yaman olurdu Cudi’nin balı. Mis kokardı bu bal; bin bir çiçeğin tadını
alırdı balı yiyenler. Cudi’de çok dolaştırmıştı sürüyü Haydar. Ama artık
yaşlanmıştı eskisi gibi değildi. Epeydir buluşamıyordu sevdalısıyla.
Burnunda tüttü kengerler çirişler yemlikler. Çirişin acılı saç böreğini
hatırladı ağzı sulandı. Ya kengerler nasıl da güzel olurdu tereyağlı
bulgur pilavı kengerlerin. Ah ah o yemlikler. Dağ başında baharın yer gök
yemlik olurdu. Haydar onların en tazelerinden toplar o eşsiz gözede yıkar
ve tuz serpip yufkayla dürüm yapardı.
Hayıflandı; derin bir iç çekti.
Epey dinlenmişti. Kalkıp sürüyü toparladı, o sırada uzaklardan bir
köpeğin havlamasını duyan sürünün kangal köpeği o yöne dönüp son sesiyle
havlamaya başlamıştı. Ama az sonra sürü hareket edince yerini aldı ve
yola koyuldular. Artık eve dönüş zamanı gelmişti.
Kuzular acıkmışlardır diye düşündü Haydar. Acele etti. Sürüyü köpekle
beraber ağıla getirdiler. Haydar’ın karısı Hatice onları uzaktan görünce
sitili kapmış ağılın kapısında bekliyordu.
Koyunları kuzulara saldı Haydar.
Sabahtan beri acıkan kuzular bütün gün süt dolan memelere saldırdılar.
Onlar biraz emince sütün hepsi bitmeden kuzuları ayırıp başka küçük bir
bölmeye kapattılar.
Hatice bütün koyunları sağmıştı. Koçlar kenarda birer ağa gibi kurulmuş
yorgunluk atıyorlardı.
Epey süt çıktığı için Hatice mutlu oldu ve gülümseyerek eve geçti.
Haydar üstünü değiştirmiş ocağın kenarındaki sedirde dinleniyordu. Hatice
sütü bez süzgeçten süzüp ocağa koydu ve ocağın altını odun atarak
harlandırdı. Biraz sonra evi süt kokusu sardı.
Sofra bezini serip bakır tepsiyle yemeği getirdi Hatice. Nohutlu yarma
aşını büyükçe bir bakır tabağa doldurup tepsinin ortasına koymuştu.
Haydar hemen sofraya yanaştı çok acıkmıştı; aşı kaşıklamaya başladı. Bir
taraftan da mis gibi tereyağ kokan bulgur pilavını yufka ekmeğiyle sokum
yaparak yiyordu. Bir ara yemek yemeği bıraktı. Hatice'ye sordu:
“Kardelen aradı mı ?”
“Yok bugün de aramadı.”
“Tam yirmi gün oldu hâlâ haber yok bu kızdan. Yok yok böyle olmaz ben
İstanbul’a gideceğim.”
“Tamam git; git de ay parçamı bul Haydarım”
1 /
“Para lazım oralarda nasıl yapsak bilmem ki”
“Davarı sat” dedi Hatice. Haydar’ın yüzü allak bullak oldu. O sürüyü
nelerle meydana getirmişti. Her bir koyunun kuzunun kokusu vardı
üzerinde. Hem sonra ne yer ne içerlerdi. Tarla tapan yok. Başka iş
bilmezdi üstelik. Ama nafile satacaktı. Yarın hepsini bir pikaba bindirip
kasabadaki mal pazarına götürmeye karar verdi.
Birkaç tanesini bırakacak oldular hesap kitap yaptılar sonunda iki
koyunla bir kuzuyu bırakmaya karar verdiler.
Kuzuları koyunları götürürken gözleri doldu Haydar’ın. Pikabın kasasında
onların arasındaydı. Kokularını derin derin içine çekti; hepsini teker
teker okşadı sevdi. Çünkü taa sekiz yaşından beri sürü güderdi babasıyla.
Az binmemişti koçların sırtına.Hatta kangalın sırtına da bindirirdi
babası onu.
Mal pazarında indirdi onları şoför. Pazarlık yaptıysa da değerinde
satamadı yavrularını; can dostlarını.
Dostuydu koyunlar onun. Eline aldığı kavalla derdini onlara döker;
kendini sağaltırdı her zaman. O kavalın eşsiz nağmeleri dağlarda
yankılanır taa gökyüzüne çıkardı.
Koyunlar kuzular o kaval çaldıkça yerlerde yatıp kulaklarını dikerek onu
dinlerlerdi. Sanırsın ki birer insanlar.
Haydar kasabadan birkaç erzakla bir kiloda baklava aldı. Hatice’si pek
severdi baklavayı. Gülümsedi. Sonra köyün dolmuşuna bindi.
Dolmuş kıvrılarak akan derenin kenarından yol alırken rüzgarda dereboyu
yükselen bir bir çiçekli otlar hafif esen yelde nazlanarak
salınıyorlardı.
Yirmi gün önceydi. Evin telefonu çalmıştı. Arayan Kardelen’di:
“Alo baba nasılsın? Annem nasıl?”
“İyiyiz yavrum, sen nasılsın? Derslerin nasıl?” Bir sessizlik olmuş sonra
Kardelen:
“İyiyim baba. Derslerim de iyi” demiş ve yutkunmuştu. Sonra da:
“Babacığım sizi çok ama çok seviyorum. Beni hiç merak etmeyin, ben çok
iyiyim”
“Biz de seni çok seviyoruz gözümün nuru.” O günden sonra bir daha
Kardelen’den haber alamamışlardı. Tam yirmi gün olmuştu. Oysa Kardelen en
fazla iki güne bir telefon ederdi. Aklına kötü şeyler geliyor; onları
hemen aklından kovuyordu Haydar.
Köy uzaktan göründü. Evlerin bacalarından ince dumanlar çıkıyor az sonra
da gökyüzüne kayboluyorlardı. Acıkmıştı. Hatice’si kim bilir ne kadar
sevinecekti baklavayı görünce.
Hatice akşamdan Haydar’ın elbiselerini küçük bir bavula koydu. Bir yanı
Haydar gidiyor diye üzülüyor; öbür yanıysa yavrusunu bulacak diye
seviniyordu.
Haydar sabah erkenden köyün ilk dolmuşuyla yola koyuldu. Kasabaya varınca
tren istasyonuna gidip biletini aldı. Biraz bekleme salonunda bekledikten
sonra trenin düdük sesiyle hemen dışarı fırladı.
Bir kısım yolcu indi bir kısım bindi. Haydar binip kompartımanına gidip
oturdu. Tren yine düdük sesiyle yol almaya başladı. Haydar’ın yan
tarafında çocuklu bir aile vardı.
2 /
Kadın iki küçük oğlanla baş edemiyordu. Hep bir şeyler isteyip
mızmızlanıyorlardı. Ufak olanın sümükleri akmıştı, çocuk arada diliyle
sümüğünü yalıyordu. Annesi onu görünce hemen eline vurdu. Çocuğun
ağlaması çoğaldı. Kadının eli ayağına dolandı ne yapacağını bilemedi.
Sonra çocuklar sustu. Haydar ceketini başının altına koyup yana kıvrıldı
uyumaya başladı. Gözlerini açınca bir istasyonda durduklarını anladı
Haydar. Kaç saat uyuduğunu hatırlamaya çalıştı. Saatine baktı. Beş
saattir uyuduğunu anlayınca biraz sevindi. Çünkü epey yol gitmişlerdi.
Ama daha on saat yolları vardı. Tekrar uyudu. Türlü türlü rüyalar gördü
uykusunda. Bu arada kompartımanda birlikte yolculuk yaptıkları genç bir
adam bu istasyonda inmişti. Onun gittiğini kimse fark etmedi bile.
Ufak çocuğun mızmızlanmasıyla gözlerini açtı Haydar. Gün ağarmaya
başlamıştı. Gözlerine vuran ışıktan gözleri kısılmış birer çizgi gibi
kalmıştı. Saatine baktı şehre yaklaştıklarını anladı. İki üç saatlik
yolları kalmıştı.
Annesi çocuklara çıkınındaki tereyağlı kömbeden birer parça verdi. Haydar
kömbeyi çok severdi. Canı çekti. Neyse ki kadın ona da bir parça verdi.
Pencereden dışarıyı seyretti bir zaman Haydar. Yol boyunca kavaklar ve
diğer birçok ağaç hızla geçiyorlardı pencereden. Uçsuz bucaksız ovada
gördüğü tek tük ağaçlar onu köyüne götürdü. Kırlarda sonbaharda koşturur
alıç ağacı ararlardı arkadaşlarıyla. Bulunca sevinçten çığlık atar hemen
toplamaya başlarlardı. Sarısı turuncusu nasılda güzel olurdu tadı alıcın.
Şu ağaçlardan biri belki de alıçtır diye iç geçirdi.
Sonunda şehrin evleri görünmeye başladı. Yer gök apartmandı. Ne çoktular.
Bazılarının boyları öyle büyüktü ki sanki göğü deliyorlardı.
Haydar kompartımandaki genç adamın trende olmadığını fark etti. Halbuki
ona kendisinin de o büyük şehre gideceğini söylemişti.
Şöyle bir ceplerini yokladı. Para kesesi yoktu. Oysa onu ceketinin iç
cebine saklamış ve firketeli iğneyle de cebini iğnelemişti. Filkete
açılmış ve parası kaybolmuştu. Delirdi. Dövünmeye başladı. Dizlerine
vuruyor arada kalkıp bir umut adamı görür müyüm diye pencereden
bakıyordu. Tren hızla yol alıyordu. Evler ağaçlar hızla geçiyorlardı
pencerenin önünden. Gözleri doluyor, ağlamaya utanıyor, gözyaşlarını
içeriye yolladıkça boğazına bir yumruk oturuyordu. Kuzuları koyunları
Kardeleni kaybolan onca güzel şeyi aklına geliyor çaresiz çırpınıyor ama
bir şey gelmiyordu elinden. Naçar kalmıştı bu koca trende. Pantolonun
cebinde birkaç lirası kalmıştı sadece.
Tren istasyonda durdu eski püskü bavulunu aldı trenden bezgin bezgin indi
Haydar. Cebindeki köylüsü Mehmet efendinin adresinin yazılı olduğu kâğıdı
oradaki görevliye uzattı. Görevli önce şu karşıdaki dolmuşa sonrada
indiği yerden üç yüz beş numaralı belediye otobüsüne binmesini söyledi.
Haydar başını sallayıp yürüdü.
Mehmet efendi Haydar’ın köyden kapı komşusuydu. Pek severlerdi
birbirlerini. Beş yıldır bu şehirde bir apartmanda kapıcılık yapıyor;
kalorifer dairesinden bozma küçücük bir evde yaşıyordu karısı ve iki
çocuğuyla. Evin bir odası birde köşesinde mutfak olan bir salonu vardı.
Haydar ancak öğlene doğru evi buldu. Kapıyı Mehmet efendi açtı.
3 /
Köylüsünün karşısında gören Haydar pek sevindi. Bu koca şehirde kendisini
kimsesiz yapa yalnız hissediyordu çünkü. İçeri geçtiler. Biraz
soluklandıktan sonra Kardelen’i kuzuları, koyunları parasını çaldırmasını
bir bir anlattı hemşerisine. Mehmet efendinin karısı Fatma pür dikkat
onları dinliyordu.
Akşam yemeğinden sonra Haydar çok yorulduğunu söyleyerek erkenden uyumak
istedi. Fatma onun yatağını salona çocukların yanına yaptı. Salonda adım
atacak yer kalmamıştı.
Yatak odasında Fatma ha bire Mehmet efendiye çıkışıyor bu adamın burada
kalamayacağını yarın gitmesini söylüyordu. “Zaten dört boğaz zor
doyuyoruz bir de bu parasız adamın yükünü çekemem“ diyordu Fatma. Mehmet
efendi yalvardı yakardı Haydar’ın bir gün daha kalmasına izin verdi
karısı.
İki gün sonra Fatma’nın surat asmasından çok rahatsız olan Haydar
pılısını pırtısını toplayıp evden ayrıldı. Öyle elinde bavul peş parasız
sokaklarda dolaştı akşama kadar. Son kalan parasıyla da bir simit aldı ve
onu yiyip bir parktaki bankta uyudu.
Sabah uyandığında her yeri tutulmuştu. Sonbaharın ortalarıydı. Artık
havalar soğumaya başlamıştı. Kardelenin okuluna gitmek istiyordu ama ne
yol iz biliyor ne de cebinde beş parası vardı. Öyle çaresiz naçar
kalmıştı. Avare avare dolaşırken izbe bir sokakta karton yakıp ısınmaya
çalışan çocukları gördü. Yanlarına oturdu. Evleri olup olmadığını sordu.
Çocuklar arada bali çekiyorlardı, ilerideki terk edilmiş camları kırılmış
eski binayı gösterdiler; orada yattıklarını söylediler. Haydar orada
kalmak istediğini söyledi, olur dediler.
O akşam Haydar orada kaldı. Yere eski ve kirli bir şilte attılar. Onun
üstünde uyudu Haydar.
Sabah erkenden kalktı. Aklına bir şey geldi Haydar’ın. Hamallık
yapacaktı. Sora sora sebze halini buldu. O gün akşama kadar meyve sebze
kasası taşıdı. Beli ağrıyordu ve elleri de su toplamıştı. Ama olsun
cebine para girmişti. Halden getirdiği ezik domatesler ve biberlerle
bakkaldan aldığı yumurta ve ekmekle bir güzel sofra kurdu. Hafif acılı
menemen hemen bitiverdi. Çocuklar ağızlarını şapırdatarak nefes nefese
ekmeklerini bana bana menemeni beş dakikada bitirdiler. Senelerdir
kursaklarına yemek girmiyordu belli ki. Oradan buradan topladıkları
yiyeceklerle karın doyuruyorlardı.
Böyle on beş gün gündüz hamallık yaparak ekmek parası kazandı; akşamları
da çocuklara yemek yaptı. Çocuklar da çok alıştılar ve sevdiler Haydar’ı.
Bu arada sora sora Kardelenin okulunu ve arkadaşlarını bulmuştu. Onlarda
uzun süredir Kardelen’i görmediklerini ve merak ettiklerini
söylemişlerdi. Haydar onu bulamadığı için çok üzülmüş ama yine de umudunu
hiç kesmemişti.
Karakola gidip kızının kaybolduğunu söylemiş onlarda kayıtlara bakmış bir
şey bulamamışlardı..
Nereye gitmişti bu kız? Haydar başına kötü bir şey geldiğini düşünmüştü.
Öyle üzgün bezgin çıkmıştı karakoldan.
Sonraki günlerde biriktirdiği parayla bir el arabası aldı ve mahallelerde
sebze satmaya başladı. Bir hafta bu işi yaptı iyide para kalıyordu
Haydar’a. Ama bir gün zabıtalar onun arabasına el koydular ve alıp
götürdüler. Bütün sebzesini meyvesini da çöpe attılar.
4 /
Haydar üzüntüsünden gizli bir yerde hüngür hüngür ağladı.
Ertesi gün öyle bezgin bezgin dolanırken kendini deniz kenarında buldu.
Haydar denizi bu şehre geldiğinde görmüştü ilkin. Bakmış bakmış ucu
bucağı olmayan bu suyu çok merak etmişti. Bir kısım balıkçılar ağlarını
tamir ediyor bir kısmı da denizde yollar çizerek balığa çıkıyorlardı.
Biraz daha yürüyünce denizin içinde adamların ellerinde kasalar ve
küreklerle bir şeyler yaptıklarını gördü Haydar.
Adam önce kürekle denizin dibini karıştırıyor ve kazıyordu. Sonra da
elindeki süzgeçli kasayı daldırıp çıkarıyor tel süzgecin üstünde bir
şeyler seçiyordu. Haydar bunların midye olduğunu öğrendi. Adama günde kaç
lira kazandığını sordu. Aldığı cevap onu şaşkına çevirdi. İyi paraydı. O
gün adama yardım etti, işi öğrendi. Ertesi gün cebindeki kalan son
parayla kasa kürek deniz tulumu aldı ve midyeciliğe başladı. O gün cebine
biraz para girdi. Akşam diğer midyecilerle beraber bekar odalarından
birinde kaldı.
Bu odalarda kalanların birçoğu Doğu şehirlerinden gelmişti. Her işi
yapıyorlardı. İnşaatlarda çalışıyor; çokça hamallık, seyyarcılık,
sebzecilik, midyecilik yapıyorlardı. Kürtçe konuşuyorlardı. Ekmek parası
için bu odalarda ser sefil yaşıyorlardı. Karınlarını zor doyuruyor para
biriktirip memleketlerine yollamaya çabalıyorlardı.
Haydar bir taraftan da Kardelen’ini aramaya devam ediyor her gün karakola
uğruyor bir haber var mı diye soruyordu.
Bazen yollarda sokaklarda parklarda onu arıyor kimi zaman arkadan
Kardelen’e benzeyenler olunca koşarak gidip bakıyor ama yok bulamıyordu.
Bu koca şehir kızını yutup saklamıştı, yitip gitmişti. Ne yapsa ne etse
onu bulamıyordu.
Bekar evlerinde hiç bilmediği bu koca şehirdeki sefilliğine razı geliyor
ama kızını bulmaktan vazgeçmiyor, umudunu hiç kaybetmiyordu.
Midyeciliğe devam ediyordu Haydar. Şimdiye kadar yaptığı işlerden en çok
bunda para kazanmıştı. Midyeleri uzun yıllar önce Doğudan gelmiş ve bu
işi öğrenmiş Hasan’a satıyor o da karısı Fatma’yla midye dolma yapıp
lokantalara ve seyyarcılara toptan satıyordu. Pek seviyordu buralılar
midye dolmayı.
Haydar bir tadına bakmak istemiş burnunun tutarak birini yemiş bir daha
da ağzına sokmamıştı. Ne anlıyordular ki bu bir lokmacık şeyden.
Hatice iki aydır köyde dört gözle Kardelen’le Haydar’ın yolunu
gözlüyordu. İki güne bir köyün karşısındaki tepeye çıkıyor yola
bakıyordu. Köyün minibüsü her geldiğinde içinden çıkacaklarmış gibi
koşarak gidiyor ama hep eli boş dönüyordu.
Kış iyice bastırmıştı. Her işe Hatice koşuyordu. Ağıldaki iki koyuna
bakıyor odun kesiyor ekmek yapıyordu. Hep bir başına sofraya oturuyor.
Lokmaları ağzında geveleyerek karnı doysun diye öylesine yiyordu. Ağzının
tadı hiç yoktu.
Haydar arada sırada bekar odalarında kalan arkadaşlarıyla kahveye
gidiyor, kağıt oynuyordu. Oyunu yenince epey keyifleniyordu. Bir akşam
yine kahveye gittiler. Bir el döndüler oyunda. O sırada kahvenin sahibi
televizyonu açtı ajansa bakmak için.
5 /
Son dakika haberi diye yazıyordu televizyonun alt kısmında. Herkes pür
dikkat kağıtları çayları bırakmış haber izliyorlardı.
Şehrin en işlek caddesinde büyük bir patlama olmuştu. Yaralılar taşınıyor
her taraf cehennem gibi.
Kahvedeki herkes çok endişelenmişti ve korkmuştu. Görüntüler kesildi.
Haber okuyan kız bombayı bir canlı bombanın patlattığını ve adının
Kardelen Yücedağ olarak tespit edildiğini söylüyordu.
Haydar’ın elindeki çağ bardağı yere düştü. Öylece dondu kaldı kaskatı.
Nice sonra biraz canlanır gibi oldu bağırmak istedi, bağıramadı. Ağlamak
istedi, ağlayamadı. Her şeyi içine akıtıyordu. Bir süre sonra nefes
alamaz oldu. Eve gideceğini söyledi çıktı yalpalayarak
yakınlardaki parkın en kuytu köşesine gitti. Sessizce gözlerinden oluk
oluk yaşlar akıtarak ağladı ağladı. Ak güvercini göçüp gitmişti. Ama bunu
kimseler bilmemeliydi. Dili tutuldu lal oldu.
O geceyi parkta geçirdi. Derdini ağaçlara yıldızlara döktü. Onlar bir
nefes oldular Haydar’a. Sonra ağlaya ağlaya bankta uyukladı.
Sabah kendini biraz toparlayınca bekar odasına gitti eşyalarını bavula
toplayıp yola koyuldu. Kimselere hiçbir şey demedi. Otobüse bindi camdan
hızla geçen evleri ağaçları dalgın dalgın seyrediyordu, köye varmasına
daha on iki saat vardı.
Ak güvercininin bebekliği geldi gözlerinin önüne. Kucağına verdiklerinde
dünyalar onun olmuştu. Senelerce doktor hoca dememişler çocukları olsun
diye çalmadıkları kapı kalmamıştı. Şimdi onun hiçbir parçası bile yoktu.
Bir mezarı bile yoktu. Kalbi sıkıştı, hıçkırıklara boğuldu. Yanındaki
adam su verdi, derdini sordu, sustu. Adam da üstelemedi.
Karla kaplı büyük bir dağın yanından geçiyorlardı. Koyunları kavalı
köpeği geldi aklına. Keşke can yoldaşları bari kalsaydı. Derdine derman
olurdu. Onları alır Cudi’ye tırmanırdı. Haykırırdı en yücesinden bütün
ovaya derdini.
Otobüs bir lokantada durdu. Sabah beri bir lokma girmemişti kursağına.
Bir çorba içti bol ekmekle. Biraz gezindi. Anons edilince yerine oturdu.
Daldı yine eskilere gitti.
Keşke, dedi, keşke okullara yollamasaydım kara gözlü ceylanımı. Nerden
bilirdim ki nerden!
Daha ikinci senesiydi okulda. Okuyacak doktor olacak köylülerine derman
olacaktı.
Kadınlar çocuk doğurmaktan sahipsizlikten hep hastaydılar köyde. Bebeler
ölmeyecekti Kardelen doktor olunca. Ne çok sevinmişti okulu kazanınca.
Taa ilkokul birinci sınıftaki öğretmeni anlamıştı Kardelen’in ne zeki
olduğunu da onu yatılı okullara yollamıştı.
Neden bunu yapmıştı ak güvercini hiç anlamıyordu. Çok üzülmüştü patlamada
ölenlere.
Yüreği dağlanmıştı. Çok yufka yürekli merhametliydi Haydar. Kim bilir kaç
ana baba
yaralanmıştı kendisi gibi.
Otobüs sabah erkenden şehre vardı. Daha köyün arabası gelmemişti. Simit
aldı bir kahveye girdi çay aldı Haydar. Acı çayla soğuk lastik gibi
simidi ağzında geveleyerek yarısını yedi.
Sabah haberlerinde yine patlama haberi vardı. Yaralılardan üç kişi daha
ölmüştü. Köyün arabası geldi bindi dolmasını bekledi iki saat. Dolunca
yürüdü minibüs
6 /
Köye yaklaştıkça içi alıp alıp veriyordu yüreği. Hatice’ye ne diyecekti.
Nasıl söylerdi ak güvercinin artık öyle güzel gülemeyeceğini, kızının
ceset parçalarının çöpe atıldığını.
Köye vardı. Ayakları geri geri gidiyordu. Daha sabah olduğundan Hatice
tepeye çıkmamıştı. Akşam üstü çıkıyordu.
Köye vardı araba. Haydar hiç arabadan inmek istemedi. Herkesler inmiş bir
tek o kalmıştı. Koltuğa mıhlanmıştı sanki inemiyordu. Şoför seslendi:
-Hadi Haydar inmiyon mu ?
Haydar konuşmadı yavaşça indi arabadan. Eve doğru yürümeye başladı.
Ayakları geri geri gidiyordu. Çeşmenin önünden geçerken Hatice’yi
hatırladı. Onunla ilk bu çeşmede konuşmuş sözleşmişlerdi. Ne güzeldi o
günler.
Evin bahçe kapısına vardı. Biraz bekledi. Ocak tütüyordu. Bahçede
horozlar tavuklar oradan oraya koşturuyorlardı. Çoban köpeği bir köşede
kıvrılmış uyuyordu. Ağılın olduğu tarafa baktı. Aylar sonra ilk kez mayıs
kokusu geliyordu burnuna. Bu koku onu çobanlık günlerine götürdü. Sonra
bir süre Cudi’ye baktı uzun uzun. Karlı dorukları onu çağırıyordu.
Kapıdan girince köpek hemen kalkıp yanına geldi havlamaya başladı.
Haydar’ın etrafında dönüp duruyor sevmesini bekliyordu. Belli ki pek
özlemişti.
Sesi duyan Hatice evden çıktı. Haydar’ı görünce koşarak gelip boynuna
sarıldı.
-Şükür Haydar’ım sonunda geldin. Kınalı kuzumuz nerede gelmedi mi?
Dersleri mi var?
Haydar konuşmadı. Hatice ha bire soruyordu. Onu sarstı omuzlarından. Yine
çıt yok.
Sonunda Haydar daha fazla tutamadı kendini hıçkırıklarla ağlamaya
başladı. Hatice kötü bir şey olduğunu anladı.
-Ne oldu Kardelen’e söyle ne oldu?
Haydar yutkundu konuşmak istiyor konuşamıyordu. Sözler ağzından
çıkamıyordu. Son bir gayret:
Hatice yere yığıldı. Haydar Kürtçe bağırıp çağıramaya başladı. Onu duyan
komşular doluştular. Hatice’yi kaldırıp eve soktular.
Haydar artık daha fazla dayanamadı. Kaç gündür içine akıttığı zehri
Kürtçe ağıt yakarak akıtmaya başladı. Sesi taa köyün öte ucundan
duyuluyordu.
İçerden de Hatice’nin ağıtları duyuluyordu. Bütün gün köylüler evden
ayrılmadılar. Cesedin olmaması yüreklerini dağladı. Herkes çok severdi
Kardelen’i. Doktor olup geleceği günü beklemişlerdi hep. Oysa şimdi uçup
gitmişti. Ceset parçaları bir çöplükte kurda kuşa yem olmuştu.
Akşam üstü bir cemse geldi Haydar’la Hatice’yi yerlerde sürükleyerek
karakola götürdü. Bir daha da onlardan haber alan olmadı. Ne ölüsünü ne
de dirisini gören oldu.