Güvercinlere yem verdi. Taklacıya bakarken bir güldü. Yakasına yoldan
bulduğu karanfili kondurmuştu. Hâlâ taze kokuyordu. Aşağıya inmek biraz
güç geldi. Yaş aldıkça sırtına binen bir de kamburu vardı.
Yan evin duvarları yüksek olduğundan güvercinler zamanla yollarını
şaşırıp ters pike yaparlardı. Olmadık yerlere konar uçamaz, adamın
seslenişine yanıt olarak gurk gurk diye öterlerdi. Hiç dönemezlerse ölür
kalırlardı orada. Mecburen komşunun kapısını çalmak gerekiyordu. Kamburu,
yıllar sonra bedenine inmiş, böbrek ağrıları, tutmayan beli ile kendince
acele koşardı komşuya. İki kat merdivenleri çıkmak ölüm gibi, kuşu
ürkütüp kendi çatısına kovalamak ayrıca bir efor gerektirdiğinden “Sizin
çatının ilerisindeki kuşu bir ürkütüverin de gelsin bizim çatıya” diye
rica ederdi.
Gençliğinde deli derlerdi. Hatta tüm ailesine de deli derlerdi. Kimileri
kârına delidir o doğasının delisiydi. Dobra dobra, küfürbaz, neşeli… Yaşı
ilerledikçe içine kapandı. Ortanca oğlunun ettikleri, hayatta hep hor
görülmesi o neşeli delilikten iz bırakmamıştı. Ama yine de arada sırada
içindeki o doğanın delisi adam dışarı fırlar ve Deli Efe’yi kahkahalarla
güldürürdü. Bazen o kahkaha kıkırdama şeklinde de çıkardı. Yine de
kapandı işte, tenine hastalığın esmer tonları da vurmuştu. Kara bir gölge
gibi sessiz sedasız yürür geçerdi. Soranlara, “ecel geliyor hepsi bahane”
diyerek artık ölüme yaklaştığını kabul ettiğini anlatmaya çalışırdı.
Küçük bir damda keçi, kazlar, inek ve koyun beslerdi. Oldukça eski bir
kayıklı motor ile yaz kış demeden ova yollarını bu kayıklı ile geçerdi.
Mahallede onun kayıklı motoru çalıştığında sesi ortalığı ayağa
kaldırırdı. Küçük çocukların çok korktuğu bir ses! Alışanlar oldu,
çıkışanlar oldu. Ses, Deli Efe’nin varlığını ilan eden yırtıcı bir
gürültü; ses, yalancı huzur ile yaşayan insanlara birer küfür.
Kore’de, gençlik yıllarında gözünün birini bıraktı. Yıllar önce cam
koydurdu gözüne. Saydam siyah bir bilyeye benzeyen bu gözle yıllarca
dolaştı. Yaşamaya öylece alıştı gitti. Ama ona tek göz demediler.
Doğasının deliliği ağır basıyordu çünkü.
Bugün, gün boyu taze karanfili yakasına iliştirmenin masum sevincini
taşıdı üzerinde. Taklacı güvercinin coşkusu yerindeydi. Mutsuz olmak için
bir neden de yoktu. Ölüm mü, ne zaman uğrarsa kapısı açıktı. Sonunda
aşağıya indi. Kayıklı motorunu bağırttı. Motor ateş almadı. Yağ ve mazot
akıtmıştı. Tekrar tekrar denedi. İyice gürültü çıkardı. Komşular
pencerelerden sarktılar ve sonra geri çekildiler. Ortalığa beyaz bir
duman bulutu saçıldı. Geniz yakan kokunun eşliğinde Deli Efe motoruna
sonunda atladı. Yola koyuldu. Akşamüstünün kış bitiminde bile hava çabuk
kararacak gibi oldu. Evlerin bacalarından sanki kömür dumanı salıverildi.
İyice duman altı olmuş, basık kumlu bir hava, etrafı tuğla fabrikalarıyla
çevrili kasaba... Tam gece işçilerinin servis saati… Mazot ve yanık yağ
kokusu yan yollardan ana yola yayıldı. Bu kokunun anlamı en ucuzundan
yanık yağ demekti. Üç beş lira kâr etmenin yoluna minibüsü de harcayan
bir yöntem! Deli Efe ovaya vardığında içini kaplayan şey, dumanların
ardından taze ot kokusuna varmanın hafifliği oldu. Taze bir hava almanın
ferahlığı iyi geldi. Seyrelen çatılar daha az duman ve daha az yanık yağ
kokusu demekti. İşte mutluluk böyle bir şeydi. Kimsenin farkında olmadığı
şey birkaç kilometre farkla aldığı nefesin değişmesiydi. Bir tek o, bunun
farkındaymış gibi duyumsuyordu. Kendisi Deli Efe’yle konuşmaya başlamıştı
bile. Motorun kuvvetli gürültüsü kendi sesini Deli Efe’ye
yabancılaştırıyordu. Onun için bu bile haz duygusuydu. Sanki başka biri
konuşuyor gibiydi. “Şimdi hayvancıklarım açtır. Taze otlar bittiyse şimdi
biçer önlerine koyarım. Kazlar yumurta verdiyse bak gayri keyfime…” Kış
havası gökyüzüne ve Deli Efe’ye oyun etmeye başladı. Yer yer laciverte
dönen bir gökyüzü. Kara bulutların arasından güneş ışınları turkuaz
cılıza dönüyordu. Rüzgâr sertleşecek gibi yapıyor, sonra ovayı aniden
ılıklığa bırakıyordu. İklim büyük bir çelişkinin ürünü gibiydi. Tüm bu
ışık oyunları Deli Efe’nin saydam gözünden yansıyordu.
Yerli yersiz o kadar çok şeyden coşku ve haz duyardı ki, deli demeleri
boşuna değildi. Kamburdu ve bir gözünü kaybetmişti. Böbreğinin teki
mikroptan kurumuştu. Gittiği her yerde ezildi. Eşi çok güzeldi ama,
kayınvalidesi canından bezdirmişti. Ortanca oğlu hayırsız çıkmıştı.
Hırsızdı. Evi yakmıştı. O her şeyde haz alacak bir yanı nasıl buluyordu?
Yanan evi seyrederken kıkırdayan adama tabii ki deli derlerdi.
Kazların önüne yem attı. Keçiye ot verdi. Dışı paslı bakraca süt sağdı.
Keçi en çok kayıp gözüne yakın olan şakağını yalardı. Deli Efe “Geçti
acımıyor artık.” derdi. Ve tüm bunları yaparken de kıkırdardı. O tüylü
canlar, kendisine şefkat gösterdikçe mutluluk ve ürperti duyuyordu.
Sonunda yoruldu. Artık eskisi gibi değildi. Kendini toprağa attı. İlk kez
kış gününün ilkbahar tınılarını topraktan işitti.
Kahve ve kızıl toprak ilk şubat cemresine bağrını vermişti. Sıradan
insanlar için bu toprak sadece karadır. Deli Efe’nin ellerinde, gönlünde
ılık bir duygu, ölümün kıyısından geçtiğini her an anımsatan bir yakınsak
hâl demekti. Toprak, içinde uyanan canlılığa gebe olduğunu duyuruyordu.
Yüzükoyun toprağa boylu boyunca uzanan Deli Efe toprağın kendisine
fısıldadıklarını duyabiliyordu. Gökyüzü biraz da kızıla dönmeye başladı.
Saydam bilye göz, kuyusunda kızıl harın başka tonlarına çaldı. Bir ara
uykuya daldı. Düşünde Kore’deydi ve orada edindiği arkadaşı Malatyalı
Halil yine tutuşuyordu. Yağmurlar, o sicim ipliksi ıslaklık göz kuyusuna
doluyordu. Ellerini o sicimli yağmurlarda yıkıyordu. Uzun çizgi gibi
yağan yağmur tenine ıslak bir kesik atıp geçiyordu. Patlama anını tekrar
duydu. Gözünde kocaman anlık bir parlama, sonra derin karanlık… Kendi göz
kuyusundan tekrar kuyulara düştü. Yine üç gün sonra ölmek üzereyken
buldular. Ancak ilk kez üşüdüğünü fark etti. Bir şey onu uyandırdı. Ne
olduğunu anlayamadı. Etrafına bakındı. Toparlanıp kayıklıya bindi. Yolun
ilerisinde bir ışıltı fark etti. Yaklaştıkça bunun bir yangın olduğunu
anladı. İşçi servis minibüslerinden biri infilak etmiş, insanlar cayır
cayır yanıyordu. Deli Efe kendisini uyandıran şeyin bu olduğunu hissetti.
Kimi işçiler giysileri tutuşmuş kendilerini yollara atmış
bağrışıyorlardı. Bu manzarayı seyre dalan araçlar tehlike arz ediyordu.
Jandarma, ambulans ortalık ana baba günü oluvermişti. Jandarma jopla
ortalığı dağıtmaya çalışıyordu, Yanmış et kokusu, yanık yağ kokusu ova
yoluna düşsel bir katman koyuyordu. Deli Efe gördüklerinden dehşete
düştü. Daha iki yıl önce ortanca oğlu da evi yakmıştı. Deli Efe
torunlarının içeride olduğunu zannedip kendini ateşlere atmıştı. Polis
yaka paça döverek dışarı çıkarmıştı kendisini. Torunları yanına koşunca
Deli Efe mutluluktan ne yapacağını şaşırmıştı. Mahalleli yanına
koştuğunda Deli Efe yine kıkırdayarak gülüyordu. Neden mi? Çünkü o
kendisine dokunan biri olduğunda hep mutlulukla karışık bir ürperti
yaşardı. Ömrünce itilip kakılmış bir adam, sadece tüylü canlarının
dilleri ve torunlarının küçük parmakları kendisine dokunduğunda bu
ürpertili mutluluğa kavuşmuş oluyordu.Yıllarca eşiyle ayrı yatıyordu;
evlatları, kardeşleri, sokağındaki komşu, velhasıl hiç kimse uzun
zamandır onun omzuna bile dokunmamıştı.
Yanan minibüs iki yıl öncesinin dokunuşlarını, dehşetini yeniden
hatırlattı ona. Kore’de kayıp gözünün son ve güçlü parlayışını… Önceki
yangın esnasında oğlunu baygın çıkarmışlardı. Torunlarının küçük
parmakları onun boynundaydı. Evi çabuk söndürmüşlerdi. Kimseye bir şey
olmamıştı. Sadece Deli Efe ağlamak ile gülmek arasında isterik
kıkırdıyordu. Şimdi minibüs yanıyor ve Deli Efe yine kıkırdıyordu. Neyse
ki bu korkunç düş katmanlı olayda kimse onun farkına varmadı. O boynunda
küçük parmakların hayali ile kıkırdarken saydam gözünde yangın yerinin
turuncu, elası, ecel ve korku halleri parlıyordu. Saydam gözünde Kore ve
oğlunun kendinden sürekli uzaklaşması… Deli Efe’yi böyle gören olsaydı
onun şeytansı biri olduğunu düşünürdü. Bir gözü başka, diğeri başkaydı.
Biri renklerle dalgalanan, değişen hareketli bir yansıma. Kabuğunda
şeytansı şeyler, içinde evlat özlemi, pişmanlıklar, ecele diyemedikleri…
Üç gün kuyuda kalan, herkesin ötekileştirdiği, yaşamda da kuyuya ittiği
Deli Efe şaşkın biraz da… Bir an motorun üzerinde refleks olarak
hareketlendi. Keçinin sütü döküldü. Jandarma onu ancak o zaman fark etti.
Jandarmalar yaklaşıyordu. Biri Halil, biri İhsan, uzaktan gelen de oğlu
mu? Kayıklı motoru ittiriyorlar. Deli Efeyi itip kakıyorlar. Taze
karanfil ezildi ayaklar altında, son kez kokusunu saldı. Gözü mü düştü?
Ama karanlık. Kuyu mu? Dehliz mi, şarampol mü? Renkler… kızıl, sonra yine
kızıl… Ama daha diyemedikleri… Bu acı sıcak ne ? Ecel mi? Ecel!..