ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu  






“Var mıydık? Belki…biraz”
(Bir Sıra Dil Balığı-1956)
Edip Cansever

DUYUMSAMALAR


“Yaşamda aradığımızı bulamasak da ya da ne aradığımızı bilemesek de yine de yaşamak isteriz. Aradığımızı bulmanın peşinden koşar dururuz. Bazen aramaktan yorulur vaz geçeriz. Her şeyi olduğu gibi kabullenir kabuklu canlılar gibi içimizdeki kabuğa çekilir o korktuğumuz sona kadar yaşar gideriz. Bazen de içimizdeki bir şeyler yeniden alevlenir kimisine göre arzu, kimisine göre hırs veya istek bizi yeniden arayışların içine iter. Kendi kurduğumuz dünyada kendi koyduğumuz engelleri aşmak için çabalar dururuz. Niye?”

O kadar yorgundum ki bir yer bulsam oturup dinlenecektim ama o çok sevdiğim yere gitmek için treni beklemek zorundaydım. Yaşadıklarımın yükünü bıraktığım ruhumun dinlenip bedenimin hafiflediği, mutlu olduğum yer. Herkesin öyle bir yeri yok mu?

Önümde yığın olmuş kalabalığa baktım. Nereye gidiyordum neden bu kadar çok insan vardı. Hiç birini tanımıyordum, hepsi yabancıydı. Bütün insanlar aynı yöne bakıyor, aynı yöne ilerliyor gibiydiler. Aslında bulunduğumuz yerdeydik, adımlarımız aynı toprağın üzerinde bir ileri bir geri yerinde sayıyordu. İnsan okyanusu gibiydik ama birbirimizi tamamlamıyorduk.

Burnuma sakız esansının kokusu geldi. O koku beni çocukluğuma alıp götürdü. Çiğneyip şekeri bitince attığım sakızları düşündüm, içinde çocukların renkli dünyalarını barındıran kocaman bir top olurlardı herhalde. Annemden aldığım harçlığı ceplerim sakızla doluncaya kadar harcardım. Renk renk kâğıtlara sarılmış, kavun, nane, çilek kokulu sakızlar en sevdiklerimdi. Bir arkadaşım, en güzel sakızları şişman kadınların çiğnediğini, bu nedenle sakız dünyasının kraliçeleri olduklarını söylemişti. O günden sonra en güzel sakızı çiğnemek için büyüdüğümde şişman olmam gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Sakız dünyasının kraliçesi olma hayallerim, annemin “Sakız çiğneyen ahmak olur. Bir daha ağzında sakız görmeyeyim!” uyarısıyla yıkılmıştı. Yanımdan hızlıca geçerken etrafa yaydıkları sakız kokulu parfümleri ile üç şişman kadının arkasından bakarken düşüncelerimden sıyrıldım. Sanki pikniğe gidiyormuşçasına kollarına taktıkları sepetleri ve başlarındaki şapkaları ile rengârenk ve hoştular. Annemin söylediği gibi hiç de ahmak gibi durmuyorlar aksine insan yığının içinde bile her anın tadını çıkaran keyifli bir halleri vardı. Üstelik yerinde sayan yığında tek hareket eden onlardı. Sakız kokulu kadınlar kalabalığın içinde gözden uzaklaşırken arkalarından cepleri sakızla dolu bir kız çocuğu da peşlerinden koşturdu. Çocukluğuma ait düşüncelerim de onlarla birlikte uzaklaştı.

Arkamdakiler ve yanımdakiler tarafından sürekli itiliyordum. Düzgün bir hareketten ziyade dalgalanma halindeydik. Bu dalgalanma içerisinde herkes kendi dünyasını yaşar gibiydi. Başımı çevirip arkama baktığımda insan yığınının çoğalmış olduğunu gördüm. Uzaklardakilerin sadece başlarını seçebiliyor daha gerilerde ise bütün başlar ufuğu kesen bir çizgiden ibaret oluyordu. Aynı görüntü önümde de devam ediyor olmalıydı. Boyları benden uzun olan insanlar nedeniyle önümdeki görüntüyü göremiyordum. Tam merkezinde durduğum bir yansımanın içindeydim belki de!

Herkes bir şeyler söylüyor ama hiçbiri anlaşılmıyordu Yanımdaki adam elinde tuttuğu kitabın sayfalarını tek tek çeviriyor sanki bir şeyler arıyordu. Cebinden çıkardığı kalemle kitabın üzerine notlar alıyor, başını yukarı kaldırıp düşünüyor sonra tekrar kitabın sayfalarına dönüyordu. Yazdıklarına baktım. Her dilde, her millette bir sürü isimden oluşan bir listeydi. Kalemini liste üzerinde gezdirip bazılarının üzerini çiziyordu. Bir anda ismimi gördüm. Üzeri çizilmişti. Şaşırdım! Adama baktım ve

- Beyefendi beni tanıyor musunuz ki ismimi nereden biliyorsunuz? Neden adımın üzerini çizdiniz? Ne anlama geliyor bu?

Ben sadece soruyordum ama adamdan hiçbir yanıt gelmiyordu. Ben içi su dolu bir bardağın içinde çırpınıyorum o ise dışarıda bardaktaki suyu ve beni görmüyor gibiydi. Yıllar önce üniversite de akademisyen olarak kalmak için başvuran listesinden adımın üzerinin çizilmesini tekrar yaşar gibiyim. Bir hocamız, “üzülme kızım, madalyonun iki yüzü var.” diyerek beni teselli etmeye çalışmıştı. Evet gerçekten yaşam denen madalyonun iyi ve kötü olmak üzere iki yüzü var. Yaşama başlarken madalyonun hangi yüzü denk gelmişse şansımıza onu yaşıyoruz! O listede ismimin çizilmesiyle hayat yelpazemi kapatmış, küçücük bir kovuğa sıkışıp kalmıştım. Bir su yelpazesinde oluşan tayfı izleyen genç bir kızı görünceye kadar orada kaldım; “Üzerinde beyaz bir tişört, ayağında beyaz spor ayakkabılarıyla genç bir kız öylece duruyor. Başı biraz omzuna doğru eğilmiş, kıpırdamadan duruyor. İyice yaklaştım. Çimleri sulayan hortumun patlak yerinden fışkıran bir su yelpazesini seyrediyor. Yanından geçerken dönüp baktım. Downsendromlu bir yüz istemsizce açılmış olan delikten fışkıran su yelpazesini seyrediyor. Az ileride onu rahatsız etmeden bende izlemeye başladım. Delikten çıkan su küçük zerrecikler halinde bir yelpaze oluşturarak bir yay çiziyor ve çimlerin üzerine düşerek toprağa, ait olmak istediği yere muhteşem bir tayf oluşturarak dönüyor.” O güzel anı madalyonu olmayan o kız sayesinde yaşıyordum. İşte o an saklandığım kovuktan çıkmaya karar verdim. Kendi kurgularımla kendi esirim olmuştum. Yeniden yelpazemi açıp o dar kovuktan çıkmayı başardığım zaman bu yerde tanımadığım biri tarafından ismimin üzerinin çizilmesine anlam veremedim. Nasıl bir karmaşaydı bu? Haykırdım, “Çizmeyin ismimi!”

Birden yalnızlığı duyumsadım. Bu kadar insan yığınında yalnız olmak ilginçti. Tekrar yelpazemi kapatmak istemiyordum. Hayata verdiği tüm güzelliklerini yaşayarak devam etmek istiyordum. Bu kargaşadan kurtulmak için tanıdık birilerini aramak için etrafıma bakınmaya başladım. Bir sesle irkildim. Sesin geldiği yöne baktım, elinde tuttuğu kadehiyle gözleri yuvalarından fırlamış hiddetle bağıran yıllarımı paylaştığım adamı gördüm. İşte madalyonum! Burada da buldu beni. Kafamı çevirdim uzaklaşmak istedim,

- Şerefsizin tekisin! Yıllarca beni bitirdin. Ben hep çalıştım. Bir metre küp gaz mı aldın? Hayvan!

Tam otuz yıl menstrual döngü gibi sarhoşluklarını, hakaretlerini yaşamıştım. Bu sürede bir ev iki araba sahibi olan kocama bir metreküp gaz alamamıştım. Çünkü hayvanların gazla işi olmazdı. Kaçmak istedim, sakız kokulu kadınlar gibi uzaklaşarak gözden kaybolmak istedim. Bir anda bulunduğu yerde yaşamı elinden uçan kadınlar, çocukluğun mutlu yüzünü kaybeden çocuklar gibi kaçamadım. İçine gizlendiğim kovuğa tekrar dönmek istemiyordum.

- Hayvan! Hayvansın sen!

Bağırmaya devam ediyordu. Endişe ve korku içindeydim bu kadar kalabalığın arasında kimse kimseyi tanımazken o beni nasıl gördü ve tanıdı? Kabahat bende! Yalnızlık duygumu bastırmak için tanıdık aramak neyime! Susmamıştı. Sesi halâ kulağıma geliyordu. Sarhoşluğun verdiği dil dolaşıklığıyla ağzına gelen küfrü savuruyordu. Burası bir mahşer mi? Neredeyim ben? Kimse kimsenin söylediklerine neden tepki vermiyor? Sadece görmek istediklerimi gördüğüm mutlak yalıtılmış bir dünyadaydım. Şimdi içinde bulunduğum dünyada zaman var mıydı? Yoksa o da birbirine mi girmişti? Yaşadıklarım, geçmişte bıraktıklarım şimdide benimleydi, gelecek yoktu sadece geçmişin yansımalarının içindeydim. Zamanı olmayan bir süreçte olduğumu anladım. Oysa madalyonumu çevirdiğimi düşünmüştüm. Her şey geçmişte kalacaktı. Geçmişte kalan bir şey yok! Geçmiş geleceğin kendisiydi sanki. İçinde bulunduğum zaman her ikisinin arasına sıkışmış benim düşüncelerime göre şekilleniyordu. İçimi kaplayan geçmişe dair her türlü duygu içinde bulunduğum zamanda belirsizliğe dönüştü. Bütün düşünceleri zihnimden fırlatıp şimdiden uzaklaşmak istedim. Bu yığın içerisinde dediğim gibi sadece tek bir hareket eylemi vardı. Yığının hareket ettiği yönde ilerlemek! O eyleme uymak zorundaydım. Oysa diğerleri gibi yalnızım. Kendi seçimimiz değil mi? İçinde bulunduğumuz dünyaya yalnız geliyor ve yalnız gidiyoruz bu dünyadan.

- Hanımefendi! Hanımefendi! Uyanın, son istasyon. Geldik!


Ankara 2019
 

dizin    üst    geri    ileri    

 



 18 

 SÜJE  /  otuz altıncı sayı