…Sırf bunun için yaratılmadınız mı?
Bir anlığına da olsa,
Yakın olmak için birbirinizin yüreğine!
İ. Turgenyev – Hazel Dahbest
Patti ve Grinko
[ Birinci Bölüm ]
Öyküye başlamadan önce, Patti ve Grinko’nun kütüphanede tanışmış iki genç
olma ihtimali olabileceği gibi olmama ihtimali de var. Yine de
gerçekliğin tanımı tartışmadayken gerçekliğe kulak asmamak ve, “Patti Smith – Going Under” şarkısıyla başlamak güzel olacaktır.
Yeryüzünde
Trenin içine girdiğimizde rüzgârdan arınmış ve heyecanlı gözlerle vagona
girmiştik. Bu gecenin tıpkı okul çıkışındaki çocukların yaşantısı -okulun
kapısından koşarak eve gidene kadar kavga etmeyi, ağlamayı tekrar
barışarak oynamayı başarmaları- gibi olmasını istiyorduk. Bize ait olan
kompartımana geldiğimizde, sürgülü kapıyı açtım. Patti’nin gözleri
kompartımanı süzüyordu. Gece on civarıydı ve çantalarımızdan bir kaç not
defteri, mum ve N. A. Nekrasov’un “Yalnız Taşlar Ağlamıyor Burda” adlı
şiir kitabını da çıkararak kompartımanın ortasındaki masaya saçmıştık.
Patti heyecanla telefonu eline alarak, masanın üstüne sırt üstü yattı ve
kollarını tavana doğru kaldırarak telefondan, “Bob Dylan &Patti Smith –
Dark Eyes” şarkısını çalmaya başladı. Bu sırada trenin zili
yankılanıyordu kayıp istasyonda. Sanki bir şeyler kaybolsa da gitmek için
heyecan kaplıyordu içimizi.
Karanlık Gözler
Tren rayların üzerinden yavaşça süzülmeye başladığı an. Trenin camına
takılmasınlar diye pencereyi aralayıp. Yıldızların parlak ışıklarını
kollarımızda saklıyorduk. Tren giderken, zaman hiç durmuyordu. Yine de
tarlaları ve ormanları geçip duruyorduk. Ama öylesine güzel çilek
tarlaları ve Ay’ın parlak yüzü vardı ki gökyüzünde, gözlerimizi
pencerenin öteki tarafına sonra kollarımıza saçılan yıldız ışıklarına
çeviriyorduk. Bacaklarımı kompartımanın ortasında duran masaya uzatırken Patti’nin karnıma yasladığı saçları sevmeye başladım. Gülümsemesini
içimde saklamam, delice sevmem. Aklımı yerinden çıkaracak gibiydi.
Heyecanlı sesimle, çılgınlar gibi kompartımana haykırıyordum.
Yalnızlığımın verdiği hüzün de vardı ama “dudaklarının ve saçlarının
duygusuyla gidiyorduk,” diye biliyordum. Bugüne kadar düşlediğim saçlarla
ve gözlerle gidiyordum. “Gecenin ferah rüzgarı, kokun gibi saçılıyordu
kompartımanda,” diye devam ediyordum. Bazen susmak en güzel sevişmedir
ya. Öyle yapıyorduk. Susarak konuşuyorduk. Soru sormadan anlaşmamız gibi.
Ben de susup sadece gözlerine bakmaya başladım... Öylesine parlıyor,
öylesine çilek tarlalarını andırıyordu ki. Kendimi kaybediyor gibiydim...
Boş odanın içinde duran iki tuval gibiydik çünkü... Özgürce, kuralsızca
boyuyor ve çiziyorduk... İnsanların, bürokratların dediklerinden çok,
birbirimizin saçlarını dağıtmayı kale alıyorduk. Burnunun burnuma değişi,
vücutlarımızın özgürce kompartımanın içinde dans edişi... Bize
yetiyordu... Biz soru sormadan anlaştık, kitapların altını çize çize
seviştik… Tam manası ile denizde uçan iki kuş... Gökyüzünde yüzen iki
balık gibiydik… Susuyorduk… Çünkü gözlerimiz temas ederken yeni bi
gezegen yaratmıştık… kompartımanın ortasında duran masaya çıkıp öylece
dans ediyor. Şarkılar haykırıyorduk… Ani hareketlerimiz soğuk suyun
üzerimize dökülmesini andırıyordu... Kafanı camdan dışarıya çıkardığın
an... Gülümsemeni içimde saklayışım… Saçlarını toplayarak avuçlarımın
içinde tutuşum… Rüzgarla dans eden parmaklarını saçlarımın içine gömmem…
Her şeyini içime almam gerekiyordu… Kollarından tutarak içeriye
çekiyordum seni, gülerek, “vay be” dememin üzerine koltuğa atıyordum.
Sonra yanına kıvrılıyordum yavaşça… Bacaklarına sarılırken kafamı
koyduğum karnını da hissediyordum… Birkaç saat tren gitmeye devam etti…
Gözlerin kapandığında gün kararıyor ama tenin parlıyordu... Dudakların
etrafa kokumuzu saçıyordu... Saçlarının yorgunluğuna dalıp yumuşak
gözlerinle uykuya dalmıştın... Göz kapaklarını sevmeye başladım burnunu
öperken, herkesin nefret kustuğu hazlarla uykuya dalmıştık trende…
Gün gece yarısını geçmeye başlarken rayların ve rüzgarın ince sesi
kompartımanın içene zorla giriyordu. Patti’nin ve Grinko’nun nefeslerine
ortak oluyordu bu ince sese. Minik bi’ şarkı gibi kompartımanın içinde
dönüyordu sesler. Patti’nin uykulu gözleri, “Yine mi?” diye açılmıştı.
Gözyaşları, Grinko’nun anlına düşerken,
Yine anlamsız ve manasız telaşeler başlamış gibiydi.
– Babamı görüyorum, yine trende gidiyorduk. Grinko, uyan! -sesindeki
boğukluk ve sessiz olma çabası, hıçkırıklarını durduramıyordu.- Uyu
Grinko, sen de yeterince gözyaşı döktün zaten. Ben sessizce anlatırım,
ama duy beni tamam mı? Sesimin titremesine, gözyaşlarıma aldanma ve
sadece dinle. Eğer duyuyorsan şu an. Sus tamam mı? Sadece dinle! Yine, o
eski trendeydik. Kandıra’dan İstanbul’a gidiyorduk. Hani o eski, gerçi
sen trenleri iyi bilirsin. O tahtadan koltukları, çizikli ve bazı yerleri
çatlak camlı ama içerisi huzur dolu trenler vardı ya. Onlardan birisiyle
gidiyorduk işte. Altı yaşındaydım ve tahta koltuk kalçamı öyle acıtıyordu
ki tren ilerlerken ama babam hemen fark ederdi. Hemen omuzlarına alır,
inek gibi, moolamaya başlardı. Çünkü bilirdim Grinko. Babamın yanında
çıplak gezsem bile kimse bana göz ucuyla bakamazdı. Ben delice bağırırdım
trenin içinde. Gözleri ve donuk suratı birkaç saniye kalırdı gözlerimin
içinde. Bir anda başlardı benle kahkaha atmaya. İnan ki insanın içinde
küçük yaşlarda bile hüzün vardır. Bazıları abilerine, bazıları annelerine
yaslanırdı. Ben de babama yaslanırdım. Parmaklarıyla saçlarımı sever
sonra örerdi. Şimdi sen örüyorsun ve öpüyorsun, ama niye babam o yaşlarda
bırakıp gitti. Biliyordum Grinko. Babam daima, “insan doğası gereği,
doğaya dönmek zorundadır,” derdi. O sözü duyduğumda, “toprağı benden daha
çok sevdiğini” düşünmüştüm. -Gözyaşlarının içinde yüzü gülümsemişti.- Gülmeme bakma be. O zamanlar altı-yedi yaşında minik bi’kızdım. Öyle
düşündüm işte. Bilmiyorum Grinko. Cümlelerim hep o rüya gibi eksik ama
eksik de olsa, sen anlıyorsun. İnsan şu yaşamda kendini dahi anlamazken
beni var edip. Bir de acılarımı anlamaya kalktın. Nasıl oluyor Grinko!
Nasıl bu kadar iç içeyiz! Uyandığında yine gözlerine bakacağım. Yine
unutacağım her şeyi… Olsun, birlikteyiz ve yolda… Seviyorum seni işte!
Baksana şimdiki trenler daha yumuşak, daha hızlı ama hissiz. Ne bir çocuk
kahkahası geliyor, ne de kış ayında bi’kar tanesi cama yapışarak şiir
okuyor. Gözlerimin içine bakarak derdin ya , “İnsan yaşamı düşünmeye
başladığı zaman yaşam yaşanılmaz oluyor.” diye. Öyle Grinko. Hep
haklıydın. Babamı hatırlatıyorsun bana Grinko... Eğer şu gözyaşlarını
babam için döküyorsam, sırf senin o saf kalbin için. Yoksa bar
köşelerinde et yığınlarını kovalayan diğerlerine benzeyecektim… Seni
seviyorum Grinko…
Gözlerini trenin tavanına dikerken, içinde dönen anlamsız duygularla
parmaklarının yanağıma bastırmasına uyanmıştım. Masum ve ince bir sesin
kulaklarıma iliştiğini duydum. “Gı…rin.. ko. Gı…rin…ko” diye ismimi
heceliyordu.
– Efendim, dedim uykulu sesimle.
– Gecen parlak olsun, dedi gülen yüzüyle.
– Erkencisin bayağı.
– Hıı... Öyle yüzünü izliyordum işte, dedi bir şeyler saklar gibi. Birçok
şey eksikti aslında dudaklarında ama Grinko’nun Patti’ye bakarken gördüğü
tek şey huzurdu. Bir şey duymamış ve anlamamıştı.
– Çok izleme, senin gibi çirkin olurum, dedim, ellerimle kafamı korur
gibi yaparak.
– Döverim seni bak, derken sesi daha çocukta çıkmıştı. Karnına koyduğum
kafamı kaldırıp. Karşılıklı bağdaş kurmuştuk koltuğun üzerinde. Yüzüm cam
tarafına, Patti’in ise kapıya doğru bakıyordu. Saçlarının arkasında
süzülen dünyanın bi anlamı yoktu.
Patti’nin babasının gözlerine birkaç saniye donuk yüzüyle bakıp aniden
kahkaha atması gibi Grinko da kahkaha atmıştı. Patti gözyaşlarıyla
gülerken. Grinko, Patti’nin yüzünü öpmeye başlamıştı. Patti’nin
üzerindeki sıfır kol, beyaz ve bedenine tam uyan bluzundaydı bir eli.
Trenin diğer tarafında yaşam süzülerek sürmeye başladı. Grinko ve Patti,
kendi evrenlerinde sevişiyorlardı. Belki de yaşam buydu, iki gülüşün
içinde saklı bi’cümle. Belki de değil! Henüz, hiçbir şey belli değil.
Belki de uyanacak ve simülasyonun içinden çıkacağız. Belki de azot olup
yok olacağız.
Materyalist ve idealist fikirler, iki kişinin öpüşerek var oluşunu
anlamlandıramazken bunun tartışılacak bir şey olmadığını fark eden
yalnızca öpüşerek var-olacağını anlayan iki gençti. Devletin, okulların
ve dinlerin anlamsız yapısına sıkışmamak için sevişerek var-olan iki
genç…
John Lennon’nın Huzuru
Trenin merdivenlerinden inerken küçük bi’ kasabada olduğumuzu anladık.
Sanki içimizdeki ses bu sefer neşe saçıyor ve kasabaya, “yağmur burada
doğmalı,” diyordu. Patti’ye doğru döndüm. Avuçlarımı omuzlarına koydum ve
gözlerimi gözlerine diktim, “Sanki çok uzaklara geldik. Yine de
birlikteyiz.” dedim. Güldük. Göz göze geldik. İç içe geçmişken Patti
çantasından telefonu çıkarıp
“John Lennon – GivePeace A Chance” çalmaya başladı. Her şeyin huzurla
olacağına inanıyorduk çünkü bizdik… Belki çok uzaklarda ama yine de aynı
şarkılarda ve kitaplarda buluşandık! Patti ve Grinko… Şarkı çalmaya
başladığında etrafımızda dönüyor, çevredeki köylü sakinleri bize
gülüyordu… Patti yerinde durup heyecanla, “Grinko!” diye bağırdı.
Dudaklarım gülümsediğinde Patti, “Bazı şeyler bir anlığına da olsa,
yaşanması gerekiyordu.” dedi…