Sözcüklerin gerçek anlamlarını doğdukları dönemlerin ve toprakların
etimolojik kökeninde ve sosyolojik tarihinde aramak gerekiyor.
Günümüzde Türkçe’de ‘aydın’ sözcüğüyle adlandırıyoruz; bir yanı
‘entelektüel’, bir yanı ‘münevver’ kalan o sözcüğü.
‘Entelektüel’ çıktığı Fransızca’dan oldukça değişikliğe uğramış batı
dillerinde. Bolca da İngilizcenin ve Amerikan kültürünün etkisiyle,
tümüyle ‘anlak’a dayamış karşılığını, olgular ve olaylar karşısında
‘zekice karar verebilme, kısaca sonuca gidebilme yetisi’ anlamına
ulaşmış. Yıllardır gördüğümüz ‘test kültürü’ de bunun en bariz örneği.
Anlayacağınız ABD kültürünün dayattığı entelektüel, günümüzde ‘dayatılan
seçeneklerden istenen sonuca zekice ulaşan’ insanı karşılıyor.
Osmanlı kültürünün ürünü ‘münevver’ biraz farklı. O, ‘bilgi’yi ön plana
alıyor ve bilgisiyle diğer insanlardan farklı olanı tanımlıyor.
Birinde zeka, birinde bilgi…Entelektüel’in Fransızca aslındaki etimolojik
anlamı ise oldukça farklı. O ikisini de yani hem zekayı hem bilgiyi
özümseyerek, ‘idrak’ olgusuna pencere açıyor. Yani, bilgiyle donanan
bireyin, bilgisiyle gelişen zekasıyla olguları ve olayları ‘ayırdedebilme
‘ kapasitesine varıyor. İyiyle kötüyü, olumluyla olumsuzu…idrak edebilen,
buradan sonuca varabilen bireydir entelektüel. Doğrusu ya bizim ‘aydın’
sözcüğünü de pek yabana atmamak gerekiyor çünkü bu anlama oldukça yakın.
Entelektüel ya da aydını bu etimolojik kökenle tanımlamayı yani
sınırlamayı yeterli görmek de yanlış, ki tümümüzün en büyük yanlışı da
işte burada. Bu vardığımız tanım entelektüel ya da aydının sadece ‘oluş’
durumudur, etimolojik kökenle ötesine geçemeyiz. Gerçek entelektüel ya da
aydına varabilmek içinse sözcüğün tarihsel çıkışına ve sosyolojik
evrimine bakmamız gerekiyor ki oraya baktığımızda da entelektüelin oluşla
yetinmeyen, bu ‘idrak etme’ gücünü eyleme dökebilen birey olduğu
gerçeğine varıyoruz, böylelikle sözcüğün oluşla yetinmeyen eylemci
tanımına da ulaşmış oluyoruz.
Entelektüel sözcüğü ilk kez 1898’de Fransa’da bir gazetede yeralan bir
ilanda ortaya çıkıyor: ‘ManifestedesIntellectuels.’ Entelektüellerin
bildirgesi (ya da manifestosu..) Bildirgenin yayınlanma nedeni, o
günlerde Fransa’da olay olan Dreyfus Davası.
1894’de Fransa’da AlfredDreyfus adında Yahudi asıllı bir yüzbaşı, daha
sonra düzmece olduğu anlaşılan bir mektup kanıt gösterilerek vatan
hainliğiyle yargılanıp ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Dava
yıllarca Fransa’da tartışma konusu olur. Ve Nazi Almanyasından çok önce
ilk ırkçı ve Yahudi düşmanı görüş ve gruplar ortaya çıkar. Bu yükselen
ırkçı gelişmelere karşı bin beş yüz sanatçı, düşünür ve bilim adamı karşı
bir bildiri yayınlarlar ve insan hakları alanında bir duruş sergileyerek
biraraya gelirler. İşte ilk entelektüel sözüyle bu bildirgede
karşılaşıyoruz. Bu da entelektüelin oluşla yetinmeyen, eylemci bir duruş
da sergileyen yönünü ortaya çıkarır.
Günümüz aydını ya da entelektüelini tanımlarken buna bir de ‘alışmayan’
eklemek yerinde olur.
Gerek bizde gerekse dünyada günümüz toplumlarında olumsuzluklar öylesine
yoğunlaştı, öylesine sıradanlaştı ki, bu olumsuzlukların beslendiği ana
damar; zorla da olsa kabullenmek, alışmak oldu. 12 Eylül öncesinin
öğrenci olaylarını düşünün. İlk başlarda önemseniyor, gazetelerin
manşetlerinde yer bulabiliyordu. Ancak gerek olaylar karşısında
çözümsüzlük gerekse toplumun sindirilmişliği öylesine ileri boyutlara
ulaştı ki, bir süre sonra bu olaylar sıradan, her zaman olmak zorunda
olaylar gibi, hiçbir anlam taşımayan, gazetelerin anca dip taraflarında
yer bulabilen, kanıksanan, alışılan haberler haline dönüştü. Günümüzde de
bir yandan doğanın katledilmesi bir yandan da kadınlar ve çocuklar
üzerindeki dayanılmaz kıyım ve terör ‘fıtrattan’ sayılan, rutin olaylara
dönüştü. Toplum bu tür olaylara ve gelişmelere karşı, alıştırılmaya
yönlendirildi. İşte aydın olmanın günümüzdeki en önemli ayracı bu alışan
kesimin dışında kalabilen ve bu konuda eylemci bir duruş sergileyebilen
bireyler olma noktasına dayandı.
Aslında bu alışkanlıklar da, her ne değin günümüzde doruk noktasına
ulaşmışsa da çok önceden hazırlandı, ortaya çıktı da denebilir.
Örneğin Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının atılışı yıllarca karşı
çıkılan bir eylem olarak varlığını korudu, doğru. Ancak işin bir de insan
aklıyla dalga geçilen en önemli noktası var ki, nedense bu konu hiçbir
zaman yeterince tepki toplamadı, kanıksanarak unutulup gitti. Ve bu
belleksizlik gelecekteki atom çılgınlıklarına da neredeyse zemin
hazırladı.
Sözünü ettiğim tepkisizlik Hiroşima’ta atılan atom bombasının adı. Evet,
Hiroşima’ya atılan atom bombasının adı: ‘TheLittle Boy’.. Yani, ‘Küçük
Çocuk’..
Yıllardır hiç kimse de böyle bir vahşetin bir küçük çocukla
özdeşleştirilemeyeceği üzerinde durmadı. Sonuçta yeterli ve gereken
tepkiyi toplamak bir yana 1946’da yerli halkı sürülen Bikini adasında
yeni sürümleri test edilmeye başlanan atom bombası sempati bile toplar
hale geldi. Bikini Adası’ndaki deneyler atomun yanı sıra hidrojen bombası
denemelerini de kapsıyordu. Bir süre sonra iki ayrı parçadan oluşan
mayolara bikini adı verilmesinin nedeni de bu.
Galiba Hiroşima’ya atılan ilk atom bombasının atılmasına karşın gerçek
aydınca karşı duruş yine bizim Nazım’dan geldi. ‘Küçük Çocuk’ bombasına
karşı ‘Kız Çocuğu’ şiirini yazarak…
*********
Dikkat ederseniz ilk aydın çıkışı yani tarihteki ilk entelektüel
sözcüğüyle karşılaştığımız Fransa’daki o malum manifestoda her ne değin,
düşünür, bilim adamları olsa da ‘sanatçı’lar çoğunlukta. O günden bu güne
de değişmez bu gerçek. Entelektüel dediğimizde, aydın dediğimizde
öncüller hep ‘sanat’ kesiminden çıkar. Bu durumda ister istemez sanatın
ve sanatçının tanımını da yapmak zorundayız. Oyuncu, ressam, çizer,
yazar…tümü ‘sanatçı’ olarak nitelendirilebilir mi?
Burada ‘sanatçı’ kavramının aydın ya da entelektüel dediğimiz kesimle
yakın bir ilişkisi olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz.
Öncelikle sanatçıyı, herhangi bir sanat alanında çalışma yapan
‘yorumcu’lardan ayıran temel kıstasın özgünlük, yaratıcılık olduğu su
götürmez. Ancak bir diğer önemli hatta başat öğe aydın olma, entelektüel
donanıma ve duruşa sahip olmaktır. Bu ölçüt yıllarca tüm tarihsel
süreçlerde karşımıza dikilir. Yani; bilgiyle zekanızı çevrenizdeki
olguları ‘idrak edebilme’, farkı yaratabilme yetisine sahip değilseniz ve
hepsinden önemlisi toplumsal ve doğal gelişmeler karşısında etken,
eylemci bir ‘duruş’unuz yoksa sanatçı olamazsınız. ‘’ İyi şiir,
kuralların ve aklın ötesindedir’’ demiş ya Montaigne, bu sözü tüm sanat
dallarına yayabiliriz. Sanatçı da dayatılan ve ‘alıştırılagelen’ kural ve
aklın ötesinde yapıtlar ortaya seren, bu uğurda duruş ve eylem sergileyen
bireyler içinde aranmalıdır.
*********
Geçtiğimiz ay Datça’da bir ‘sanatçı’ sergisi gezdim. Necdet Kırımsoy’un
çakıl taşlarına farklı bir bakış getiren, daha doğrusu onları kendi doğal
ortamları içinde görebilen ilginç bir sergi. Kırımsoy geçtiğimiz yıl
yitirdiğimiz bir mimar, heykeltraş ve takı tasarımcısı. Kızlarının
deyimiyle ‘çakıltaşlarının şairi’.. Yine kızlarının çabasıyla geçen ay
ölümüne dek yaptığı yapıtlardan bir seçme Datça’da sergilendi.
Necdet Kırımsoy tipik bir ‘Ham Sanat (art brüt)’ sanatçısı. 1970’lerde
öne çıkan bu sanat akımının en önemli temsilcisi ve başlatıcısı Jean
Dubuffet.. Dubuffet’nin anlatımıyla Art Brut ‘mevcut sanat kurallarını
ve sınırlarını tanımayan, yapıtlarının parasal getirilerini ve ünlü
olmayı takmayan, yüksek yaratıcılığa sahip’ kişilerce ortaya serilen
ürünler. Aslında bu anlayışı örneğin şiir alanında Can Yücel’de de
görürüz. Ki ilginç olan gerek Kırımsoy gerekse Can Yücel, neredeyse
toplumdan kaçarcasına tümüyle doğaya dönük bir yaşam içinde vermişlerdir
ürünlerini. Can baba malum, insan kalabalığından oldukça uzak, hani
nerdeyse insanlardan kaçarcasına, Eski Datça’da son derece mütevazi bir
evde geçirmiştir son yıllarını. Bir tür bağ evini andıran, bahçe içinde
kendi halinde bir evde. Kırımsoy da yine Datça’nın Reşadiye köyünde
sürdürmüş yaşamını. Her ikisinde de doğaya dönüş görürüz. Can Yücel’in
şiirleri de her türlü kural ve sınırlamaların dışında ve sözcüklerle
onları allayıp pullamadan oynamak üzerine kurulu değil midir? Bu anlamda
Can Yücel’in şiirlerini kesinlikle ‘Ham Sanat’ içinde görüyorum.
Necdet Kırımsoy da aynı anlayışla taşlarla oynuyor. Gerçekten de
kendisine ‘taşların şairi’ denmesinin son derece yerinde bir niteleme
olduğunu gözlüyorsunuz. Doğada her gün ayaklarımıza takılan çakıl
taşlarını yerden alıp, olması gereken yere koyuyor Kırımsoy. Bir
heykeltraş olmasına karşın onlar üzerinde uzun uzun yontmalarda
bulunmuyor, biçimlerini değiştirmiyor. Ufak tefek oynamalarla ya da
biraraya getirmeler, birleştirmelerle onları dışlandıkları doğaya geri
döndürüyor.
Doğanın taşlarını kullanarak bir başka doğa canlısına, salyangoza varıyor
örneğin. Kimi zaman da o çakıl taşlarından toplumsal yergilere,
eleştirilere varıyor. Taşları bozmuyor, taşlarla oynuyor Necdet Kırımsoy,
tıpkı bir şairin sözcüklerle oynaması gibi, çakıl taşlarının imgeler
dünyasını açığa çıkarıyor.
Bugünlerde doğayı ve bireyi korumak için aydına ve sanatçıya her
zamankinden çok daha ihtiyacımız var. Sanatçı ve entelektüel yani aydın
olmanın ertelenemez zorunluluğundayız. Olamayanlar hiç olmazsa izlesinler.
Yatağından uyanan cellat her zaman bilmecelerle uğraşmaz. Bazen de
bilmecenin kendisi olur.