ANLATI

Semih Özcan  







DÜNYAGÖRÜŞÜME MEKTUPLAR - 3

TAŞLARIN ŞİİRİ

Sözcüklerin gerçek anlamlarını doğdukları dönemlerin ve toprakların etimolojik kökeninde ve sosyolojik tarihinde aramak gerekiyor.

Günümüzde Türkçe’de ‘aydın’ sözcüğüyle adlandırıyoruz; bir yanı ‘entelektüel’, bir yanı ‘münevver’ kalan o sözcüğü.

‘Entelektüel’ çıktığı Fransızca’dan oldukça değişikliğe uğramış batı dillerinde. Bolca da İngilizcenin ve Amerikan kültürünün etkisiyle, tümüyle ‘anlak’a dayamış karşılığını, olgular ve olaylar karşısında ‘zekice karar verebilme, kısaca sonuca gidebilme yetisi’ anlamına ulaşmış. Yıllardır gördüğümüz ‘test kültürü’ de bunun en bariz örneği. Anlayacağınız ABD kültürünün dayattığı entelektüel, günümüzde ‘dayatılan seçeneklerden istenen sonuca zekice ulaşan’ insanı karşılıyor.
Osmanlı kültürünün ürünü ‘münevver’ biraz farklı. O, ‘bilgi’yi ön plana alıyor ve bilgisiyle diğer insanlardan farklı olanı tanımlıyor.

Birinde zeka, birinde bilgi…Entelektüel’in Fransızca aslındaki etimolojik anlamı ise oldukça farklı. O ikisini de yani hem zekayı hem bilgiyi özümseyerek, ‘idrak’ olgusuna pencere açıyor. Yani, bilgiyle donanan bireyin, bilgisiyle gelişen zekasıyla olguları ve olayları ‘ayırdedebilme ‘ kapasitesine varıyor. İyiyle kötüyü, olumluyla olumsuzu…idrak edebilen, buradan sonuca varabilen bireydir entelektüel. Doğrusu ya bizim ‘aydın’ sözcüğünü de pek yabana atmamak gerekiyor çünkü bu anlama oldukça yakın.

Entelektüel ya da aydını bu etimolojik kökenle tanımlamayı yani sınırlamayı yeterli görmek de yanlış, ki tümümüzün en büyük yanlışı da işte burada. Bu vardığımız tanım entelektüel ya da aydının sadece ‘oluş’ durumudur, etimolojik kökenle ötesine geçemeyiz. Gerçek entelektüel ya da aydına varabilmek içinse sözcüğün tarihsel çıkışına ve sosyolojik evrimine bakmamız gerekiyor ki oraya baktığımızda da entelektüelin oluşla yetinmeyen, bu ‘idrak etme’ gücünü eyleme dökebilen birey olduğu gerçeğine varıyoruz, böylelikle sözcüğün oluşla yetinmeyen eylemci tanımına da ulaşmış oluyoruz.

Entelektüel sözcüğü ilk kez 1898’de Fransa’da bir gazetede yeralan bir ilanda ortaya çıkıyor: ‘ManifestedesIntellectuels.’ Entelektüellerin bildirgesi (ya da manifestosu..) Bildirgenin yayınlanma nedeni, o günlerde Fransa’da olay olan Dreyfus Davası.

1894’de Fransa’da AlfredDreyfus adında Yahudi asıllı bir yüzbaşı, daha sonra düzmece olduğu anlaşılan bir mektup kanıt gösterilerek vatan hainliğiyle yargılanıp ömür boyu hapis cezasına çarptırılır. Dava yıllarca Fransa’da tartışma konusu olur. Ve Nazi Almanyasından çok önce ilk ırkçı ve Yahudi düşmanı görüş ve gruplar ortaya çıkar. Bu yükselen ırkçı gelişmelere karşı bin beş yüz sanatçı, düşünür ve bilim adamı karşı bir bildiri yayınlarlar ve insan hakları alanında bir duruş sergileyerek biraraya gelirler. İşte ilk entelektüel sözüyle bu bildirgede karşılaşıyoruz. Bu da entelektüelin oluşla yetinmeyen, eylemci bir duruş da sergileyen yönünü ortaya çıkarır.

Günümüz aydını ya da entelektüelini tanımlarken buna bir de ‘alışmayan’ eklemek yerinde olur.

Gerek bizde gerekse dünyada günümüz toplumlarında olumsuzluklar öylesine yoğunlaştı, öylesine sıradanlaştı ki, bu olumsuzlukların beslendiği ana damar; zorla da olsa kabullenmek, alışmak oldu. 12 Eylül öncesinin öğrenci olaylarını düşünün. İlk başlarda önemseniyor, gazetelerin manşetlerinde yer bulabiliyordu. Ancak gerek olaylar karşısında çözümsüzlük gerekse toplumun sindirilmişliği öylesine ileri boyutlara ulaştı ki, bir süre sonra bu olaylar sıradan, her zaman olmak zorunda olaylar gibi, hiçbir anlam taşımayan, gazetelerin anca dip taraflarında yer bulabilen, kanıksanan, alışılan haberler haline dönüştü. Günümüzde de bir yandan doğanın katledilmesi bir yandan da kadınlar ve çocuklar üzerindeki dayanılmaz kıyım ve terör ‘fıtrattan’ sayılan, rutin olaylara dönüştü. Toplum bu tür olaylara ve gelişmelere karşı, alıştırılmaya yönlendirildi. İşte aydın olmanın günümüzdeki en önemli ayracı bu alışan kesimin dışında kalabilen ve bu konuda eylemci bir duruş sergileyebilen bireyler olma noktasına dayandı.

Aslında bu alışkanlıklar da, her ne değin günümüzde doruk noktasına ulaşmışsa da çok önceden hazırlandı, ortaya çıktı da denebilir.

Örneğin Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının atılışı yıllarca karşı çıkılan bir eylem olarak varlığını korudu, doğru. Ancak işin bir de insan aklıyla dalga geçilen en önemli noktası var ki, nedense bu konu hiçbir zaman yeterince tepki toplamadı, kanıksanarak unutulup gitti. Ve bu belleksizlik gelecekteki atom çılgınlıklarına da neredeyse zemin hazırladı.

Sözünü ettiğim tepkisizlik Hiroşima’ta atılan atom bombasının adı. Evet, Hiroşima’ya atılan atom bombasının adı: ‘TheLittle Boy’.. Yani, ‘Küçük Çocuk’..

Yıllardır hiç kimse de böyle bir vahşetin bir küçük çocukla özdeşleştirilemeyeceği üzerinde durmadı. Sonuçta yeterli ve gereken tepkiyi toplamak bir yana 1946’da yerli halkı sürülen Bikini adasında yeni sürümleri test edilmeye başlanan atom bombası sempati bile toplar hale geldi. Bikini Adası’ndaki deneyler atomun yanı sıra hidrojen bombası denemelerini de kapsıyordu. Bir süre sonra iki ayrı parçadan oluşan mayolara bikini adı verilmesinin nedeni de bu.

Galiba Hiroşima’ya atılan ilk atom bombasının atılmasına karşın gerçek aydınca karşı duruş yine bizim Nazım’dan geldi. ‘Küçük Çocuk’ bombasına karşı ‘Kız Çocuğu’ şiirini yazarak…


*********


Dikkat ederseniz ilk aydın çıkışı yani tarihteki ilk entelektüel sözcüğüyle karşılaştığımız Fransa’daki o malum manifestoda her ne değin, düşünür, bilim adamları olsa da ‘sanatçı’lar çoğunlukta. O günden bu güne de değişmez bu gerçek. Entelektüel dediğimizde, aydın dediğimizde öncüller hep ‘sanat’ kesiminden çıkar. Bu durumda ister istemez sanatın ve sanatçının tanımını da yapmak zorundayız. Oyuncu, ressam, çizer, yazar…tümü ‘sanatçı’ olarak nitelendirilebilir mi?

Burada ‘sanatçı’ kavramının aydın ya da entelektüel dediğimiz kesimle yakın bir ilişkisi olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz.

Öncelikle sanatçıyı, herhangi bir sanat alanında çalışma yapan ‘yorumcu’lardan ayıran temel kıstasın özgünlük, yaratıcılık olduğu su götürmez. Ancak bir diğer önemli hatta başat öğe aydın olma, entelektüel donanıma ve duruşa sahip olmaktır. Bu ölçüt yıllarca tüm tarihsel süreçlerde karşımıza dikilir. Yani; bilgiyle zekanızı çevrenizdeki olguları ‘idrak edebilme’, farkı yaratabilme yetisine sahip değilseniz ve hepsinden önemlisi toplumsal ve doğal gelişmeler karşısında etken, eylemci bir ‘duruş’unuz yoksa sanatçı olamazsınız. ‘’ İyi şiir, kuralların ve aklın ötesindedir’’ demiş ya Montaigne, bu sözü tüm sanat dallarına yayabiliriz. Sanatçı da dayatılan ve ‘alıştırılagelen’ kural ve aklın ötesinde yapıtlar ortaya seren, bu uğurda duruş ve eylem sergileyen bireyler içinde aranmalıdır.


*********


Geçtiğimiz ay Datça’da bir ‘sanatçı’ sergisi gezdim. Necdet Kırımsoy’un çakıl taşlarına farklı bir bakış getiren, daha doğrusu onları kendi doğal ortamları içinde görebilen ilginç bir sergi. Kırımsoy geçtiğimiz yıl yitirdiğimiz bir mimar, heykeltraş ve takı tasarımcısı. Kızlarının deyimiyle ‘çakıltaşlarının şairi’.. Yine kızlarının çabasıyla geçen ay ölümüne dek yaptığı yapıtlardan bir seçme Datça’da sergilendi.

Necdet Kırımsoy tipik bir ‘Ham Sanat (art brüt)’ sanatçısı. 1970’lerde öne çıkan bu sanat akımının en önemli temsilcisi ve başlatıcısı Jean Dubuffet.. Dubuffet’nin anlatımıyla Art Brut ‘mevcut sanat kurallarını ve sınırlarını tanımayan, yapıtlarının parasal getirilerini ve ünlü olmayı takmayan, yüksek yaratıcılığa sahip’ kişilerce ortaya serilen ürünler. Aslında bu anlayışı örneğin şiir alanında Can Yücel’de de görürüz. Ki ilginç olan gerek Kırımsoy gerekse Can Yücel, neredeyse toplumdan kaçarcasına tümüyle doğaya dönük bir yaşam içinde vermişlerdir ürünlerini. Can baba malum, insan kalabalığından oldukça uzak, hani nerdeyse insanlardan kaçarcasına, Eski Datça’da son derece mütevazi bir evde geçirmiştir son yıllarını. Bir tür bağ evini andıran, bahçe içinde kendi halinde bir evde. Kırımsoy da yine Datça’nın Reşadiye köyünde sürdürmüş yaşamını. Her ikisinde de doğaya dönüş görürüz. Can Yücel’in şiirleri de her türlü kural ve sınırlamaların dışında ve sözcüklerle onları allayıp pullamadan oynamak üzerine kurulu değil midir? Bu anlamda Can Yücel’in şiirlerini kesinlikle ‘Ham Sanat’ içinde görüyorum.

Necdet Kırımsoy da aynı anlayışla taşlarla oynuyor. Gerçekten de kendisine ‘taşların şairi’ denmesinin son derece yerinde bir niteleme olduğunu gözlüyorsunuz. Doğada her gün ayaklarımıza takılan çakıl taşlarını yerden alıp, olması gereken yere koyuyor Kırımsoy. Bir heykeltraş olmasına karşın onlar üzerinde uzun uzun yontmalarda bulunmuyor, biçimlerini değiştirmiyor. Ufak tefek oynamalarla ya da biraraya getirmeler, birleştirmelerle onları dışlandıkları doğaya geri döndürüyor.

Doğanın taşlarını kullanarak bir başka doğa canlısına, salyangoza varıyor örneğin. Kimi zaman da o çakıl taşlarından toplumsal yergilere, eleştirilere varıyor. Taşları bozmuyor, taşlarla oynuyor Necdet Kırımsoy, tıpkı bir şairin sözcüklerle oynaması gibi, çakıl taşlarının imgeler dünyasını açığa çıkarıyor.

Bugünlerde doğayı ve bireyi korumak için aydına ve sanatçıya her zamankinden çok daha ihtiyacımız var. Sanatçı ve entelektüel yani aydın olmanın ertelenemez zorunluluğundayız. Olamayanlar hiç olmazsa izlesinler.

Yatağından uyanan cellat her zaman bilmecelerle uğraşmaz. Bazen de bilmecenin kendisi olur.
 

dizin    üst    geri    ileri    





 10 

 SÜJE  /  otuz altıncı sayı