ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız    






Anlatılmayan


Öykünün, diye başlasam olmazdı. Masal da diyemiyordum, çünkü masallar eninde sonunda herkesin yüzünde bir gülümseme oluştururdu. Öykünün özgül hüznü, masalın akıldışı neşesi işimi görmezdi. Belki hikâye. Mutlaka hikâye. O, kederi de alırdı içine gülüşü de. Yeterli miydi, emin olamıyordum. Sonuçta, iyi yönetilememiş duyguların ve hepten yetersiz kalmış düşüncelerin bozduğu bir grup insandık. Ve bu grubun yaşamının kenarından köşesinden geçen veya dip köşe aldırmadan tam ortasından vurup, vurduğu yerde bir göçük oluşturan bir olayın hikâyesini anlatmaya cesaret edecek - şimdilik - benden başka kimse yoktu. Diğerlerinin kendilerine bile diyemediklerini, diyemedikleri o yerden – zihnin sotası mı desem, kalbin zulası mı yoksa – çıkarıp ve daha çok kurup açık edebilecek tek kişiydim. İlkin öykü demeye niyetlenmiştim. Öyküleştirme çabasının dilime, bir türlü yok edemediğim bir şiirsellik eklemesinin başıma bela açacağını, haddini aşan cümlelere meyletmeme neden olacağını nihayetinde fark etmem, iyi oldu. Özgül olanın bir ilineğe dönüşmesi, haksızlık olurdu. Hepimiz için. Kendimi derhal durdurdum. Masalsı bir yanı yok değildi, ama olan bitenden sorumlu tutacağım bir kötü adam bulamayacağım gibi, öyle birini yaratamazdım da. Fenası iyi adam da yoktu. Canavarlar vardı ama. Canavarlaşmış arzular. Bizi biz olmaktan çıkarıp, biz olmayan bir dolu sözü bize ekleyen ağzı ateşli ejderhalar. Yok, masalın altından kalkamazdım. Geri dur, dedim kendime. Yapabildiğini yap. Becerebiliyorsan, işte hikâye şuracıkta! Hikâyeye soyundum. Onun da zor olacağını düşünememişim. Zorluk bendendi. Bu yüzdendi işte o sıkıntı.

Belliydi. Sıkıntı büyüyecekti. Belli olmayan, ne kadarlığına beni içinde tutacağıydı. İçinde olmak, aynı kalmamak demekti. Beni dönüştürecekti. Ondandır, Kant’ın tanımladığı “analitik doğrular“gibi hissediyordum kendimi bir süredir. Neresinden baksan kendine çıkan, söylenmişin içinde söylenmemiş bir şey barındırmayan o aleni önermelerden farksızdım: “Bütün babalar erkektir.” Yüklemin özne içinde içerilmiş olması. Analitik bir doğru, hadi önerme diyelim buna, olmanın üzerime tam oturduğunu görebiliyordum. Hiçbir potluk yoktu, ne de bir sarkma vardı. Tamı tamına böyleydim. Doğaldır ki sıkıntının büyüyecek gibi görünmesi, sıkıntılı bir durum değildi nazarımda. Bütün sıkıntılar sıkkınlık içerir. Yıllardır ilk kez bir mayıs ayının içinde olmak heyecan duymama neden olmuyor; yanında geçtiğim hanımellerinin, iğdelerin, ıhlamurların yaydığı kokular hafifmeşrep bir gülüşü yüzüme yapıştırmıyor, öğleden sonraları indiriveren yağmurlar tenime değmiyordu. Bu da sıkıntı değildi, sebebini üç aşağı beş yukarı bilir gibiydim. Sebebi dile dökebiliyorsanız en azından bir sentetik doğrunuz var demektir ki, bu ferahlıktır zihne. Anlatılması gerekeni anlatmanın yolunu bulamamak, ki bu ilk oluyordu bana, usulca hikâyeden utanmaya başlamama neden oluyordu. Ben utanırsam, diğerleri silinip giderdi. Endişe etmeme kızıyordum bir yandan da. Silinmeye, silinip gitmeye razı gelmişlerse kendileri bilirdi. Ben kendimden mesuldüm. Bizden değil. Biz deyince, manzara komik görünüyordu: Hikâyeyi kuramayan ben, öyküsünü anlatamayan öteki, masalı reddeden diğeri. Yaşamasızlık engeli, canımıza okumuştu besbelli. Analitik varlığımı kabullenip, sentetik cümlelerimi ceplerime gizleyip, başımı alıp zihnimin sessizliğine çekilmem gerektiğini görmüştüm nihayetinde. Hikâyeyi durdurdum, öykü ve masalı sahiplerine terk ettim. Ama umudumu yitirmedim. Eğer anlatılması gerekiyorsa, illa anlatılacaksa… Bildim ki, günü geldiğinde her birimizin birer hikâyesi, birer öyküsü, birer de masalı olacak. Yettiği kadar keder, yüzümüzün aldığınca gülüş, belleğimizin gücü kadar şiir. Sebebini üç aşağı beş yukarı bilir gibiydim. Sebebi dile dökebiliyorsanız en azından bir sentetik doğrunuz var demektir ki, bu ferahlıktır zihne.

dizin    üst    geri    ileri  




  4  

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız  /  yirmi beş eylül iki bin on sekiz   / 30