Sadece rakı ve baklava değil, Türkiye ile Yunanistan Homeros konusunda da
sahiplenme yarışındalar.
Her ne değin doğum yeri olarak yedi ayrı rivayet dolaşsa da en güçlü
olasılık olarak İzmir olduğu için, Türkiye Homeros’u İzmir doğumlu bir
‘yurttaşımız’ olarak görür. Hatta İzmir’de, Bornova yakınlarında adına
vadi de yapılmıştır.
Ancak doğduğu İzmir’den bir süre sonra ayrılıp Chios (Sakız)’a yerleşmesi
ve yaşamını orada sürdürmesi nedeniyle de Yunanlılar daha doğrusu
Chios’lular en az Türkler kadar haklıdır, Sakız’a ‘’Homeros’un adası’’
demeye.. Üstelik bu kişi, Yunan tragedyasına damgasını vuran Odysseia ve
İlyada’nın yaratıcısıysa…
Homeros’un vadisi bizdeyse taşı da onlarda… Sakız’ın merkezine beş
kilometre uzaklıkta bulunan Vrontados’da bulunan Daskalopetra (Öğretmen
Taş)’nın bir diğer adı da Homeros Taşı’dır. Efsaneye göre Homeros, bu
kayalığı kürsü gibi kullanmış ve çevresindekilere buradan şiirler okumuş.
Bu kaya adanın önemli turistik gezi yerlerinden biri.
Adaya adım atar atmaz yapılan ikramlarla birlikte elinize sıkıştırılan
bir reklam broşüründeki bir not ilgimi çekiyor: ‘’ Siestamız yoktur sabah
7 akşam 24’e kadar açığız. ‘’
Her ne kadar son dönemlerde ekonomik sorunlarla boğuşsalar da Yunanlılar
asla eğlencelerinden ve keyiflerinden ödün vermeyen insanlar. Eğlence
yerleri tıklım tıklım dolu. Tavernalarda kadın erkek saatlerce
oynadıkları sirtaki insanı hayran bıraktırıyor. Geç saatlere dek o
mekanlardan gitmek istemiyor dahası o ortama siz de katılma isteğiyle
yanıp tutuşuyorsunuz. Sözcüklerle anlatılamayacak müthiş güzel oyunları
ve müzikleri var. Sadece eğlence değil, keyiflerine de diyecek yok.
Özellikle siesta asla vazgeçemedikleri dinlenme zamanı.
Bir Latin Amerika geleneği olan siesta aslında eskiden Türkiye’de de
vardı. Ben çocukluğumdan çok iyi anımsıyorum öğlenleri iki ile dört arası
dükkânlar zorunlu olarak kapatılırdı. Ancak bizdeki siestanın çıkış
nedeni, özellikle küçük kasaba türü yerleşimlerde biraz farklıydı.
Eskiden günümüze göre sinekler özellikle de karasinekler çoktu.
Mevsimlerden de yazsa sıcak havada bu sinekler oğul oğul sokaklarınızda,
özellikle de yiyecek satışı yapılan bölgelerde sürü halinde gezintiye
çıkarlardı. İşte Türkiye’deki siesta bu nedenle varlığını sürdürürdü. O
sıcak havalarda, bakkallardaki, manavlardaki, kasaplardaki gıda
ürünlerini bu sineklerden korumak için öğlenleri iki ile dört arası tüm
işyerleri zorunlu olarak kapatılırdı. Bu süre içinde bahaneyle dükkân
sahipleri dinlenirken belediye ekipleri de ilaçlama yapardı. İlerleyen
yıllarda sineklerle mücadelenin anlamı kalmayınca yani piyasaya sürülen
çok çeşitli zehirlerle sinekler önemli oranda yok edilince ama her şeyden
önce, öncelikle kapitalizmin kar hırsı iyice palazlanıp bir de işin içine
süper marketler, dev alışveriş merkezleri girince yani kapitalist rekabet
kıyasıya bir ayakta kalabilme savaşına dönüşünce bizdeki siesta geleneği
de bitti.
Ama Yunan toplumunda tüm ekonomik sorunlara karşın siesta aynen
korunuyor. Öğlenleri işyerlerinin çoğu kepeklerini indiriyor. Anca tek
tük, merkezi yerlerdeki restoran, kafeterya türü yerler açık.. bunlar da
daha alt düzeyde hizmet veriyorlar. Örneğin tam kadro çalışmıyorlar. Bir
iki kişi işletmeyi götürmeye çalışıyor. İşletme sahipleri kesinlikle
siestaya uyuyor yani dinleniyorlar. İlginç olan bu siesta geleneğine ada
halkıyla birlikte turistler de genelde uyuyor yani buralarda bu saatlerde
çok da yoğunluk görülmüyor. ‘Siestamız yoktur’ diyen markete gelince...
Daha sonra kendileriyle tanıştığım market sahibi bir Türk. Eşi de Türk.
Yaklaşık 15 yıl önce adaya yerleşmişler ve Yunan vatandaşlığına geçmişler
ama işyerlerinde hem Türkçe konuşuyorlar hem de Türk olmaları nedeniyle
siesta yok. Yoksa dediğim gibi çoğu işyeri dükkânını kapatıyor. Üstelik
öyle saat ikiyi falan da beklemiyorlar. Öğlen on ikiyi biraz geçti mi
görmeye başlıyorsunuz kepekleri inen dükkânları. Dörtte açmak gibi bir
dertleri de yok, açıkçası canları ne zaman isterlerse o zaman açıyorlar
diyebiliriz; beş- altı… Yunan halkında bu ilginç hoşluk var. Hani
internet ortamındaki sosyal medya hesaplarında bir süredir bir mizahi
fotoğraf dolaşıyor ya, bir işyeri tabelası: ‘Açılış: Canım isteyince,
kapanış: Canım sıkılınca’ diye. İşte Chios’da da buna yakından tanık
oluyorsunuz.
Adada yabancılık çekme gibi bir sorununuz yok. Az önce dediğim gibi,
Türklerden oraya yerleşenler epey var. Kimi küçük bir dükkân açmış,
şarküteri, hediyelik v.b. satıyor kimisi de kafe. Kafe diyorum ama
aslında tümüyle oraya özgü işyerleri bunlar da. İlk anda bakıyorsunuz çay
içebileceğiniz bir deniz kıyısı kafeteryası havasında, bir diğeri pastane
görünümünde. Ancak oturduğunuzda hemen her şey var içeceğiniz. Çayı,
kahvesi, meyve suyu, kola, süt ama bunların yanında aynı mekanlarda bira
da içebiliyorsunuz uzo da. Yani alkollü içki içmek için ille de ‘meyhane
ruhsatı’ olan bir yer aramanız gerekmiyor. Bir pastaneye oturup da
içebiliyorsunuz uzonuzu. Uzo zaten adanın daha doğrusu tüm Yunanistan’ın
öncelikli ‘milli içkisi’. İçkiyle başı pek hoş olmayanları da
düşünmüşler, yani az içen insanları da.. bir yere oturduğunuzda en az
beş-altı farklı uzo görüyorsunuz menüde. Yok, farklı markalar değil,
onlar zaten var, söylemek istediğim farklı alkol derecelerinde uzolar. En
hafifinden en sertine varasıya her tür uzo bulunuyor. Yani her tür insana
sesleniyor Yunan içki kültürü. İşin içinde damla sakızı tadı da olunca,
içkiyle arası iyi olmayanların da içebileceği bir içki oluyor böylelikle
uzo. Böylesine yoğun tüketimi varken, tıpkı kıyı ve otopark mafyasının
olmadığı gibi, kimsenin aklına, bu içkinin fiyatıyla oynayarak ana gelir
kapısı yapmak da akıllarına gelmiyor. Uzo en ucuz içeceklerin başında
geliyor. Onlar için de bizim için de. Örneğin adada kola içmek çok daha
pahalıya geliyor. İki tane kola içeceğinize daha az fiyatla bir 20’lik
uzo getirtebiliyorsunuz oturduğunuz mekanda. Kola biradan da daha pahalı.
Bizim için de ucuza geliyor. Bizim paramızla uzo, Türkiye’deki rakının
neredeyse üçte bir fiyatında.
Neyse, biz yine gelelim Sakız’da kendinizi hiç yabancı hissetmediğiniz
durumuna..dediğim gibi önceden oraya yerleşen Türkler var. Onlar size
birçok konuda yardımcı oluyorlar zaten, örneğin bir yer ya da şey
aradığınızda… Bunun dışında Yunanlılardan Türkçe bilen azımsanmayacak bir
kesim de var. Hatta babaları, dedeleri yıllar önce mübadele anlaşmasıyla
oraya göçmüş Türkiye kökenli Yunan ve Rumlar da var. İşin içinde Ege’nin
iki kıyısını bölüşen halklar olmamızın doğurduğu ortak kültürü de
düşünürsek, yaşamlarının da kültürlerinin de bizden hiçbir farkları
olmadığını görüyorsunuz. Ve bu ortam karşılıklı bir sıcaklık, anlayış
yaratıyor. Hani, tabelalardaki Yunanca yazıları görmeseniz, konuşmalarını
duymasanız kendiniz Türkiye’de bir yerde hissediyorsunuz. Hatta bu
‘hissediş’ kimi yerde oldukça ileri düzeylere de çıkabiliyor…
Geçen sayı Komi’yi size kısaca anlatmıştım. Adanın güney ucundaki küçük
tatil köyü. Hani siestasını asla bırakmayan tonton sahibi olan, akıcı
Türkçesiyle bizimle çok yakın diyalog kuran Aleksi’nin çalıştığı kıyı
lokantasında oturduğumuz Komi. İşte Komi’deki lokantanın camlarındaki
afişleri gördüğünüzde bir an için İzmir’e bağlı bir kıyı bölgesinde
sanıyorsunuz kendinizi. Çünkü camlar, İzmir takımlarının fotoğraflarıyla
süslü; Göztepe, Karşıyaka, İzmirspor..kıyıda
içkinizi yudumlarken bir süre sonra yine lokantanın içinden en bas
perdeden yükselen tezahüratlarla irkiliyorsunuz: ‘Kaf- Sin-
Kaf..Kaf-Sin-Kaf…’ Anlaşıldı, adaya gelen tek Karşıyakalı biz değiliz.
Çoğunlukta olduğumuz kesin.
Hani adada tüm tabelaların Türkçe de dahil üç dilde yazıldığını
söylemiştim ya, Komi’deki tabelaları okurken, Türkçeyi bizden daha iyi
bildiklerini gördüm. Biliyorsunuz bizde artık ‘bakkal’ tarihe karıştı.
Küçücük alışveriş mekanları bile ‘market’ bizim konuşmalarımızda. İşte
Komi’de böyle küçük bir alışveriş merkezi gördüm. Üzerinde Yunanca adı
yazıyor ‘παντοπωλείο (pantopoleío), yanında İngilizcesi ‘markets’ ve
hemen yanında Türkçesi, ‘bakkal’…Anlayacağınız bakkalı biz unuttuk ama
Yunanlılar unutmamış.
Komi’de kendimizi Türkiye’de gibi hissetmemizi sağlayan küçük bir anı
daha. Bu gibi yerlerde çoğu zaman hemen kendimizi belli ederiz..çok da
aramaya gerek yok. Hava kararmaya yüz tutarken Komi’den ayrılacağız.
Arabamızı park ettiğimiz yere geldik, bir metre ötemizden sola sapıp yola
çıkacağız. Tam karşımızda bir araba. Yol bizde olduğu halde inatla ben
geçeceğim edasıyla üzerimize üzerimize geliyor. Zorunlu olarak o daracık
yolda yaklaşık yüz metre geri geri gitmek zorunda kaldık ona yer vermek
için. Bir ara merakımızı cezbetti, kim bu VİP, diye başımızı uzattık
pencereden. Karşımızda Türkiye plakalı bir araba. Adam araba kiralamaya
da gerek duymamış, dünyanın vergisini verip kendi arabasını getirmiş
adaya. Anlayacağınız, insan gurbet elde kendi vatandaşını görünce bir hoş
oluyor….
Yazının başından beri sürekli yineleyip duruyorum. Sakız’da insanlar
denizden, kıyılardan, otoparklardan bir gelir yaratmıyorlar. Uzo ve diğer
damla sakızı ürünlerine fahiş fiyatlar koymuyorlar. Yani rantiye
gelirleri yok. Rantiye yok da nasıl oluyor da özellikle bu ekonomik
krizde ayakta durmayı başarabiliyorlar. Bunun tek bir yanıtı var. Üretim.
Sakız’da tarım başta olmak üzere büyük bir üretim potansiyeli var.
Damla sakızının girmediği alan zaten neredeyse yok. Geçen bölümde
ayrıntısıyla yazmıştım. Sadece o değil, zeytincilik de gelişmiş durumda.
Bol miktarda zeytinlik alan var. Yani zeytinyağı ve sabun üretimi de
ileri düzeyde. Bağcılık yine çok gelişmiş ve zengin. Bu da adayı yalnızca
uzoda değil, şarapçılıkta da üst noktalara taşımış. Bunun dışında et ve
süt ürünleri, peynircilik bol bir çeşitliliğe sahip. Balık ve deniz
ürünlerini zaten söylemeye gerek yok. Anlayacağınız ada kendi başına
zengin bir yapıya sahip. Ada olarak ekonomik sorunu olduğu söylenemez
aksine Yunanistan’daki ekonomik krize önemli katkı yaptığı kesin.
Yunan halkının milliyetçi bir yapısı olduğu gözünüzden kaçmıyor. Öyle ki,
üstelik dini bir günde, oralı tanınmış, eski bir azizin ölüm yıldönümünde
neredeyse tüm evleri Yunan bayraklarıyla donatılmış görüyorsunuz. Ancak
bu milliyetçilik ırkçılığa varmıyor yani sizi dışlamıyor. Sizlere
yaklaşımı konuksever ve sevecen. Bu milliyetçiliği günlük ekonomik
ilişkilerde hissediyorsunuz. Bu belki de yaşanan ekonomik sorunlarla da
örtüşen, onu bütünleyen bir durum. Hemen her malın üretildiğini
söylemiştim. Bu nedenle yabancı mallar ya hiç yok ya da çok az çeşide
sahip. Tüm alışveriş merkezlerinde, marketlerde kendi ürünlerini öne
çıkarıyorlar. Doğrusu iyi de yapıyorlar. Çünkü hemen her türde, kaliteli
üretim olduğu için, katkı maddeli, hileli hiçbir gıda ürünleri yok
örneğin, başka bir marka, yabancı ürün arama gereğini de duymuyorsunuz.
Hatta bu milliyetçilikte ada bir adım daha öne çıkıyor ve öncelikle
Sakız’da üretilen malların tüketilmesini sağlıyorlar. Yani Chios birada
olduğu gibi, ada, öncelikle kendi ürünlerini öne çıkarıyor. Siz
istemezseniz diğer Yunan ürünleri önünüze geliyor. Bunun için de hiçbir
zorlamaya da gerek olmuyor. Çünkü ürün çeşitleri öylesine bol ki,
neredeyse her ürün kendi üretimleri olarak kesinlikle bulunuyor. En az
kırk çeşit bitki çayı var örneğin. Çoğumuzun adını bile duymadığı
doğadaki her bitkinin çayı var. Geniş bir meyve suyu çeşidi var ve her
birinin de hem alkollüsü hem alkolsüzü var. Karpuzlusuna varana dek çok
çeşitli meyveli bira çeşitleri var. Et bol ancak ilgimizi çekti kuzu eti
yok örneğin. Yalnızca dana, tavuk, horoz ve domuz eti tüketiliyor.
Rantiye anlayışları yok demiştim. Bu yemek yemek ya da bir şeyler içmek
için oturduğunuz bir mekanda hemen hissediliyor. Oturur oturmaz anında
önünüze buz gibi soğuk içme suyunuz geliyor. Çeşme suyu değil, marketten,
büfelerden parayla aldığınız bildiğimiz içme suyu. Önce suyunuzu içerek
yorgunluğunuzu atıyor, susamış ya da sıcaktan bunalmışsanız kendinize
geliyor sonra siparişinizi veriyorsunuz. Ve nereye oturursanız oturun,
hemen önünüze konan bu su ücretsiz. Bu tüm Yunan kültürüne özgü bir
uygulama. Su sınırsız ve ücretsiz. Ekmek zaten öyle. Ekmek demişken..yine
geçen bölüm dedim ya, çocukluğumuzun Türkiyesini yaşıyorsunuz diye. Ekmek
ve özellikle de Greek Salade’ın üzerine koydukları beyaz peynirin
lezzetini anlatamam. Çocukluğumuzun o buram buram un kokan, peynir kokan
gerçek ekmek ve peyniri. Kimse kusura bakmasın o ekmek ve peynir, artık
Türkiye’nin hiçbir yerinde üretilmiyor.
Ürün yelpazesi bu kadar gelişmişken sadece yabancı malları tümüyle yok
olmasa da az ve sınırlı sayıda bulundurarak kendi ekonomilerini
korudukları gibi, örneğin kendi küçük esnafını koruyan bir yapı var.
Marketler arasında rekabete yol açacak büyük farklar yok. Dev alışveriş
merkezi, merkez bölgesinde örneğin sadece iki tane var ve onlar da
arabayla yarım saatten fazla süren bir uzaklıkta. Ve buralarda da fiyat
farkı yok. Yani hemen hemen bakkal fiyatıyla aynı. Hatta kimi mallar
bakkallarda, şarküterilerde daha da ucuz. Örneğin, aynı uzoyu bakkaldan,
en iyi cins beyaz peyniri şarküteriden bu AVM’lerin çok daha altında
fiyata aldık. Yani..belki çeşit fazlalığı için gidilir ancak ucuza gelsin
diye AVM’lere gitmenize gerek yok.
Benzer bir durum konaklama anlayışında da var. Bizdeki gibi ‘herşey
dahil’ sistemi yok. Otel ve pansiyonlar oda/kahvaltı sistemiyle hizmet
veriyor. Yani size adada alışveriş yaptırıyor, paranızı ada esnafına
bıraktırıyorlar.
Sonuçta, dibimizdeki Yunan adaları bizden çok turist çekiyorsa, özellikle
son yıllarda yabancı turistler bizi es geçip oralara gidiyorsa, dahası
bizleri de kendine çekiyorsa, nedeni bu. Rantiyeye dayalı bir turizm
geliri anlayışları yok. Turizm ekonomisi diye bir olgu yok aslında.
Onların turizmden tek kazançları, olağan üretimlerinden elde ettikleri
gelir. Bu da onlara yetiyor ve o bölgeleri çekici kılıyor. Bu arada
inşaat sektörünün de oralarda gelişmemesinin, dağ tepe evle
donatılmamasının da bu çekicilikte de önemli bir etken olduğunu özellikle
vurgulayalım. Bir de son bir not; adayı turizmde çekici kılan tarihi
yapıların çokluğu ve varlığı. Antik çağlardan bu yana çok eski bir
kültürel geçmişe sahip adada hemen tüm eski yapılar bugün de dimdik
ayakta. Ve çoğunda bugün de oturanlar var. Çoğu bugün de kullanımda.
Örneğin ada insanı hâlâ beş altı yüzyıllık, yedi sekiz yüzyıllık belki
daha da eski kiliselerde sürdürüyorlar ibadetlerini.
Benzer şekilde Osmanlılar döneminde yapılan camiler de sanki bugün
yapılmış gibi olanca tarihi görkemiyle dimdik ayaktalar. Kısacası, tarih
çok çok iyi korunuyor. İşte Ege’nin iki mavisi arasındaki fark bu.
Onların da bizim de denizimiz mavi. Ama onlar tarihiyle, yeşiliyle yaşamı
da mavi kılmışlar. Bizlerse çok katlı binalarla, rüzgâr enerji
santrallarıyla bu maviye gri bir uzantı ekliyoruz yaşam olarak. Mavinin
derinliklerine varamıyoruz. Dahası onu yok ediyoruz.
Otelimiz merkezdeydi. Bir gece yemeğe çıkmadan balkonumuzdan deniz
kıyısında bir hareketlilik ve ışıklandırma gördük. Işıklar tüm sahil
boyunca upuzun sürüyordu. Karşıdan gördüğümüz tezgahlar da bizde bir tür
kermes ya da festival var havası uyandırdı. Az sonra sahile indiğimizde
şaşırdık. O tüm sahil boyunca uzanan tezgahlar kitap tezgahlarıydı.
Abartmasız en az elli-atmış kitapçı yan yana tezgahlarda kitap
satış reyonları kurmuş, satış yapıyorlardı. Özel bir gün değil, adanın
normal bir gecesiymiş. Tamam, bizde de deniz kenarlarında kitap
tezgahları bulunur da tek tük ve genelde ‘tatilde okunacak kitaplar’
türünden kitaplar bulunur. Buradaysa hiçbir yerde göremediğim çok sayıda
kitapçı ve hemen her türde kitap vardı. Ve orada o kitapları görünce
Yunanca bilmemekten yani onlardan alamamaktan müthiş bir üzüntü duydum.
Öyle ki bir an önce o dili öğrenip o kitapları okuyabilme düşüyle Yunanca
öğreten kitaplar var mı diye dolaştım, utana sıkıla. Yoktu.
Biz yine tarihe dönelim. Adanın ortalarına gittikçe ortaçağdan kalma
yerleşimlere, ortaçağ köylerine varıyorsunuz. Ortaçağdan kalma
yerleşimler ama bugün de yaşam aynen sürüyor. Yani o tarihi binalar da
bugün de insanlar yaşamlarını sürdürüyorlar.
İlk durağımız Armolia. Bu tarihi kent yüzyıllar öncesinde geçimini
seramikle sürdüren bir yerleşimmiş. Şu an yine öyle. Armolia’da yol
boyunca sağlı sollu seramik atölyeleri görüyorsunuz. Hemen her evde bir
seramik yapım atölyesi var. Bir ilginç nokta daha. Armolia’da adanın
geneline göre yollar daha geniş. Ama ilginçtir bir tür kaza göstergesi
olan, geçen bölümde sözünü ettiğim şapeller burada çok sayıda var.
Neredeyse sağlı sollu yollar seramik atölyesi ve şapellerle kaplı. Demek
ki insanlar yolu geniş bulunca içlerindeki trafik canavarı uyanıyor ve
ölümlü kazalar buralarda daha çok oluyor. Dağ köylerindeki tepelerdeki
bol virajlı yollarda da aksine hiç şapel görmedim.
Armolia’dan biraz daha ötede Pirgi’ye varıyorsunuz. İşte burası adanın
kesinlikle görülmesi gereken yerlerinden biri hatta en başta geleni.
Burada da tüm evler eski ve hepsinde de insan yaşıyor. Ortaçağ
yapılarında yaşamlarını hâlâ sürdüren bir yerleşim. Burada seramiğin
biraz daha farklı ve ilerlemiş halini görüyorsunuz. Evlerin neredeyse
tamamı, dış cepheleri kazıma tekniğiyle rengarenk bezenmiş. Yani burada
seramiği evlerin yapımında görüyorsunuz. Rengarenk, birbirinden ilgi
çekici evler.
Adada
genelde Türk kültürüne bir yakınlık var ama Pirgi çok farklı. Neredeyse
birebir bizimle aynı. Daha doğrusu, eski, çocukluğumuzun Türkiye’si en
çok Pirgi’de yaşanıyor. Erkekler meydandaki açık hava kahvelerinde sohbet
edip oyun oynuyorlar. Meydanda erkeklerle kadınların birlikte
oturdukları kahve, lokanta türü yerler de var. Buralar da dolu. Ancak
bize yakın olanı, Pirgi’de çoğu kadın olmak üzere insanlar evlerinin
önüne çıkmış, kimi sandalye üzerinde kimi bir taşa oturmuş, sohbet
ediyor. Komşuluk ilişkilerinin alabildiğine sımsıcak, yakın yaşandığı bir
bölge Pirgi. Geceleri de dahil kimse evini kilitlemiyor. Hatta çoğu evin
kapıları ardına dek açık. İnanılmaz bir güven ortamı var. ( Bu arada
güven ortamından söz etmişken, adada bulunduğum süre içinde, girişteki
pasaport kontrolü dışında polis ya da asker görevliyi hiç görmediğimi
özellikle söylemeliyim. Yok, ortada resmi üniformalı kimse yok, ortada
onları gerektirecek bir olay yok).
Öylesine sıcak kapı önü sohbetleri var ki, bir süre bu kapı önü
takılmalarına biz de dahil oluyoruz. Hemen bizi de kendilerine dahil
ediyorlar. Tüm evlerin balkonlarında tıpkı eskiden bizde olduğu gibi,
iplere asılı olarak, başta domates olmak üzere çeşitli sebzeler
kurutuluyor. Yalnız orada kurutulan domatesler biraz farklı. Bizde
genellikle kahvaltılarda yenen küçük domatesler iplere dizilmiş, o
şekilde kurutuluyor. Hemen her evin balkonunda var.
Pirgi’nin önemli bir tarihi özelliği daha var. Kristof Kolomb, o ünlü
Amerika seyahatine çıkmadan önce uzun süre burada kalmış. Hatta
denizcilikte ileri olduğu için
tüm mürettebatını da buradan yani Sakız’dan seçmiş. İşte Kolomb’un
kaldığı ev Pirgi’de dimdik ayakta duruyor. Evin üstünde Kolomb’un arması
var. Ve onun da içinde şu an oturan insanlar var. Yani ev, kullanılarak
bakılmış oluyor.
Pirgi’de hoşuma giden bir başka özellik esnafının dürüstlüğü oldu. Girit
kökenli bir gencin işlettiği bir bakkala girdim. Daha doğrusu müthiş bir
ikram yağmuruyla kendimi orada buldum. Daha içeri girmeden hemen hemen
sattığı tüm içkilerden ikram etti, damla sakızlı şeker ve tatlı ikramı da
var. Zorunlu giriyorsunuz. Ancak, tamam, giriş belki tüccarca bir
kampanyayla oldu ama çocuk çok dürüst. Hemen de sohbeti koyulaştırdık.
Her malın gerçek kalitesini, alıp almamam konusunda gerçek düşüncesini
açıkça ve dürüstçe söylüyor. Bir ara sigara fiyatlarını sordum, bende
vardı ama özellikle öğrenmek için sordum, satmadı. Yok, diyor, bizde
sigara pahalı, almayın, kendi gümrüğünüzden alın onu, diyor. Tamam dedim
almayacağım da fiyatını merak ettim, duymuştum çünkü sigara pahalı diye.
Şu an Türkiye’de içtiğimiz herhangi bir yabancı sigaranın paketi yirmi
beş liraya geliyor. Ki ondan sonra da bizde malum Euro sıçraması oldu.
Düşünün artık. Ama hoşuma giden şu oldu, adam sigara kesinlikle satmıyor
bize, pahalı diye. İki üç çeşit, ki fazla da değil, alışveriş yaptıktan
sonra, çıkarken bir de iyi cins bir Seylan çayını da hediye etti.
Pirgi’de toplum yaşamının bizimkiyle yani eski Türkiye’yle birebir
örtüştüğünü belirtmiştim. Pirgi’den ayrılırken aklınıza bir soru işareti
takılıyor. Deprem ya da benzeri felaketler sonucu dağılmış (ve gittiği
yerde de aynı uygarlığı kurmuş) aynı kökten gelen insanlar mıyız? Pirgi,
bizde de Birgi. Gerçi bizimki taş değil kagir yapılar ama her ikisi de ev
mimarisini öne çıkaran yapılar ve yakın komşuluk ilişkileri ön planda.
Pirgi’nin yakınlarındaki bir başka Ortaçağ yerleşiminin adı da bizimkiyle
birebir aynı: Didyma.
Sakız yani gerçek adı Chios’un bence kesinlikle görülmesi gereken en
önemli yeri Mesta. Bu nedenle onu yazının sonuna sakladım. Mesta da bir
Ortaçağ kenti ama gerçek bir Ortaçağ. Daracık sokaklarında dolaşırken,
Ortaçağ’ı konu alan bir romanın sayfalarında gezinir gibisiniz. Tek
sözcükle o dönemi yaşıyorsunuz.
Mesta’nın
ortasında bir kilise var. En az yedi sekiz yüzyıllık. Son derece
görkemli ve halen de kullanılan bir kilise. Karşısında da bir meydan.
Meydanla kilise arasında hafif eğimli bir yoldan giriyorsunuz kenti
dolaşmak için. Ve girer girmez de eşsiz bir güzellikte ‘kayboluyorsunuz’.
Şaka yapmıyorum, ciddi kayboluyorsunuz. Çok çok eski taş yapılar arasında
son derece daracık bir labirent, dehliz girdiğiniz yer.Kimi yerlerde
gökyüzü görünüyor kimi yelerin tepesi de kapalı. Öyle bir labirent ki her
sekiz on metrede bir önünüze sağlı sollu, çaprazlama üç-dört yol çıkıyor.
Birine dalıyorsunuz az ötede yine çok yönlü yol ağzı. Böyle böyle çok
güzel kayboluyorsunuz. O kadar güzel bir kayboluş ki, o çok çok eski ve
alabildiğine upuzun göğe yükselen taş binalar arasında gezinirken tarihin
olanca görkemine hayran kalıyorsunuz. Burada da binaların çoğu
kullanımda. Yani kimisi ev olarak kullanılıyor, kimisi lokanta, kimisi
manav, kimisi bir resim atölyesi.En
çarpıcı olan taşlarla kaplı bu labirentlerin içinde yani taşların içinden
adeta rengarenk çiçekler fışkırıyor. Gözünüzün önünde upuzun bir
antik taş ve çiçek sergisi. Git git bitmiyor. Yolun sonuna
gelemiyorsunuz. Bir saat kadar dolandıktan yani çok iyi kaybolduktan
sonra bir ara karnımız acıkıyor, meydana çıkmayı (çünkü lokantalar ve
kafeler orada) düşünüyoruz ancak sadece düşünebiliyoruz. Dedim ya çok
güzel kaybolduk. Bu arada karşıdan gelen bir çift görüyorum, bir kadın ve
bir erkek. Tamam, yolları onlara soracağım. Onlar da Türk çıkıyor, onlar
da bize yol soruyor. Ben de aradığımız söylüyorum, bizim geldiğimiz yere
doğru gidiyorlar. Arkalarından bağırıyorum, oradan geldik ama çok
karışık. Çıkış yok orada, kaybolursunuz diyorum. Gülüyorlar, yine de yola
devam ediyorlar. Onlar da kaybolmayı seçiyor.
Tarihi taşların ve birbirinden güzel çiçek dehlizlerinin içinden bir süre
daha dolandıktan sonra nereden geldiyse aklıma, bir ateist olarak
kilisenin yardımına sığınmak geliyor. ‘Yahu’ diyorum, ‘benim bildiğim
kiliselerde günün belli zamanlarında çan sesleri duyulur. Bu adamların
ibadet saati ne zaman ki? Bunlar hiç mi kiliseye gitmiyor?’
İyi düşünmüşüm..birkaç dakika sonra kilisenin çanları başlıyor çalmaya.
Bu çanların bizim için çaldığı kesin. Ses de çok uzaktan gelmiyor. Fazla
uzakta değiliz. Sese göre yönümüzü belirleyip az daha yürüyoruz bu
sevimli dehlizde. Ve kiliseyi, oradan da meydanı buluyoruz.
Meydan da çok sevimli bir yer. Ortada bir kafe. Onun yanında da bir açık
hava lokantası. Meydanı çevreleyen binaların biri küçük bir kafeterya,
biri bakkal, biri dondurmacı. Yemek için oturuyoruz. Oturduğumuz yer hani
geçen bölümde sözün ettiğim, karşılıklı hiç dil bilmememize karşın çok
iyi anlaştığımız bir genç kızın garsonluk yaptığı, masalara bakıp, adını
beğendiğim birayı getirttiğim yer.
Ben
yemeğimi yerken, ayağımın dibinde bir kedi. Yediğimi görünce sonradan
gelenlerden değil, baştan beri orada. Normalde kediler özgür
yaratıklardır. Hele keyifleri bozulunca söylene söylene kaçarlar. Ama bu
öyle değil. Hiç kaçmadığı gibi, seviyorum, hiç oralı değil. Biraz sonra
sevmem hoşuna gidiyor. Fotoğraf çekeceğim, boynunu, gövdesini çevirip
düzeltiyorum, yine oralı değil, kaçmıyor. Normalde bu gibi durumlarda poz
falan vermezler. Bana veriyor. Bir süre sonra yediğim tavuktan bir parça
veriyorum. Bilirsiniz, kediler dünyanın en çabuk iletişim sağlayan
canlılarıdır. Dakikası geçmeden Mesta’nın tüm kedileriyle ahbap oluyorum.
Hepsi de ayağımın altında ve çevremde.
Ve orada kedilerle çok iyi anlaşıyor, çok iyi sohbet ediyoruz. Aramızda
hiçbir dil sorunu yok. Çünkü dünyanın en yaygın ve bilinen diliyle, sevgi
diliyle konuşuyoruz.