GEZİ - FOTOĞRAF

Semih Özcan   







- İkinci Bölüm -

Sadece rakı ve baklava değil, Türkiye ile Yunanistan Homeros konusunda da sahiplenme yarışındalar.

Her ne değin doğum yeri olarak yedi ayrı rivayet dolaşsa da en güçlü olasılık olarak İzmir olduğu için, Türkiye Homeros’u İzmir doğumlu bir ‘yurttaşımız’ olarak görür. Hatta İzmir’de, Bornova yakınlarında adına vadi de yapılmıştır.

Ancak doğduğu İzmir’den bir süre sonra ayrılıp Chios (Sakız)’a yerleşmesi ve yaşamını orada sürdürmesi nedeniyle de Yunanlılar daha doğrusu Chios’lular en az Türkler kadar haklıdır, Sakız’a ‘’Homeros’un adası’’ demeye.. Üstelik bu kişi, Yunan tragedyasına damgasını vuran Odysseia ve İlyada’nın yaratıcısıysa…

Homeros’un vadisi bizdeyse taşı da onlarda… Sakız’ın merkezine beş kilometre uzaklıkta bulunan Vrontados’da bulunan Daskalopetra (Öğretmen Taş)’nın bir diğer adı da Homeros Taşı’dır. Efsaneye göre Homeros, bu kayalığı kürsü gibi kullanmış ve çevresindekilere buradan şiirler okumuş. Bu kaya adanın önemli turistik gezi yerlerinden biri.

Adaya adım atar atmaz yapılan ikramlarla birlikte elinize sıkıştırılan bir reklam broşüründeki bir not ilgimi çekiyor: ‘’ Siestamız yoktur sabah 7 akşam 24’e kadar açığız. ‘’

Her ne kadar son dönemlerde ekonomik sorunlarla boğuşsalar da Yunanlılar asla eğlencelerinden ve keyiflerinden ödün vermeyen insanlar. Eğlence yerleri tıklım tıklım dolu. Tavernalarda kadın erkek saatlerce oynadıkları sirtaki insanı hayran bıraktırıyor. Geç saatlere dek o mekanlardan gitmek istemiyor dahası o ortama siz de katılma isteğiyle yanıp tutuşuyorsunuz. Sözcüklerle anlatılamayacak müthiş güzel oyunları ve müzikleri var. Sadece eğlence değil, keyiflerine de diyecek yok. Özellikle siesta asla vazgeçemedikleri dinlenme zamanı.

Bir Latin Amerika geleneği olan siesta aslında eskiden Türkiye’de de vardı. Ben çocukluğumdan çok iyi anımsıyorum öğlenleri iki ile dört arası dükkânlar zorunlu olarak kapatılırdı. Ancak bizdeki siestanın çıkış nedeni, özellikle küçük kasaba türü yerleşimlerde biraz farklıydı. Eskiden günümüze göre sinekler özellikle de karasinekler çoktu. Mevsimlerden de yazsa sıcak havada bu sinekler oğul oğul sokaklarınızda, özellikle de yiyecek satışı yapılan bölgelerde sürü halinde gezintiye çıkarlardı. İşte Türkiye’deki siesta bu nedenle varlığını sürdürürdü. O sıcak havalarda, bakkallardaki, manavlardaki, kasaplardaki gıda ürünlerini bu sineklerden korumak için öğlenleri iki ile dört arası tüm işyerleri zorunlu olarak kapatılırdı. Bu süre içinde bahaneyle dükkân sahipleri dinlenirken belediye ekipleri de ilaçlama yapardı. İlerleyen yıllarda sineklerle mücadelenin anlamı kalmayınca yani piyasaya sürülen çok çeşitli zehirlerle sinekler önemli oranda yok edilince ama her şeyden önce, öncelikle kapitalizmin kar hırsı iyice palazlanıp bir de işin içine süper marketler, dev alışveriş merkezleri girince yani kapitalist rekabet kıyasıya bir ayakta kalabilme savaşına dönüşünce bizdeki siesta geleneği de bitti.

Ama Yunan toplumunda tüm ekonomik sorunlara karşın siesta aynen korunuyor. Öğlenleri işyerlerinin çoğu kepeklerini indiriyor. Anca tek tük, merkezi yerlerdeki restoran, kafeterya türü yerler açık.. bunlar da daha alt düzeyde hizmet veriyorlar. Örneğin tam kadro çalışmıyorlar. Bir iki kişi işletmeyi götürmeye çalışıyor. İşletme sahipleri kesinlikle siestaya uyuyor yani dinleniyorlar. İlginç olan bu siesta geleneğine ada halkıyla birlikte turistler de genelde uyuyor yani buralarda bu saatlerde çok da yoğunluk görülmüyor. ‘Siestamız yoktur’ diyen markete gelince... Daha sonra kendileriyle tanıştığım market sahibi bir Türk. Eşi de Türk. Yaklaşık 15 yıl önce adaya yerleşmişler ve Yunan vatandaşlığına geçmişler ama işyerlerinde hem Türkçe konuşuyorlar hem de Türk olmaları nedeniyle siesta yok. Yoksa dediğim gibi çoğu işyeri dükkânını kapatıyor. Üstelik öyle saat ikiyi falan da beklemiyorlar. Öğlen on ikiyi biraz geçti mi görmeye başlıyorsunuz kepekleri inen dükkânları. Dörtte açmak gibi bir dertleri de yok, açıkçası canları ne zaman isterlerse o zaman açıyorlar diyebiliriz; beş- altı… Yunan halkında bu ilginç hoşluk var. Hani internet ortamındaki sosyal medya hesaplarında bir süredir bir mizahi fotoğraf dolaşıyor ya, bir işyeri tabelası: ‘Açılış: Canım isteyince, kapanış: Canım sıkılınca’ diye. İşte Chios’da da buna yakından tanık oluyorsunuz.

Adada yabancılık çekme gibi bir sorununuz yok. Az önce dediğim gibi, Türklerden oraya yerleşenler epey var. Kimi küçük bir dükkân açmış, şarküteri, hediyelik v.b. satıyor kimisi de kafe. Kafe diyorum ama aslında tümüyle oraya özgü işyerleri bunlar da. İlk anda bakıyorsunuz çay içebileceğiniz bir deniz kıyısı kafeteryası havasında, bir diğeri pastane görünümünde. Ancak oturduğunuzda hemen her şey var içeceğiniz. Çayı, kahvesi, meyve suyu, kola, süt ama bunların yanında aynı mekanlarda bira da içebiliyorsunuz uzo da. Yani alkollü içki içmek için ille de ‘meyhane ruhsatı’ olan bir yer aramanız gerekmiyor. Bir pastaneye oturup da içebiliyorsunuz uzonuzu. Uzo zaten adanın daha doğrusu tüm Yunanistan’ın öncelikli ‘milli içkisi’. İçkiyle başı pek hoş olmayanları da düşünmüşler, yani az içen insanları da.. bir yere oturduğunuzda en az beş-altı farklı uzo görüyorsunuz menüde. Yok, farklı markalar değil, onlar zaten var, söylemek istediğim farklı alkol derecelerinde uzolar. En hafifinden en sertine varasıya her tür uzo bulunuyor. Yani her tür insana sesleniyor Yunan içki kültürü. İşin içinde damla sakızı tadı da olunca, içkiyle arası iyi olmayanların da içebileceği bir içki oluyor böylelikle uzo. Böylesine yoğun tüketimi varken, tıpkı kıyı ve otopark mafyasının olmadığı gibi, kimsenin aklına, bu içkinin fiyatıyla oynayarak ana gelir kapısı yapmak da akıllarına gelmiyor. Uzo en ucuz içeceklerin başında geliyor. Onlar için de bizim için de. Örneğin adada kola içmek çok daha pahalıya geliyor. İki tane kola içeceğinize daha az fiyatla bir 20’lik uzo getirtebiliyorsunuz oturduğunuz mekanda. Kola biradan da daha pahalı. Bizim için de ucuza geliyor. Bizim paramızla uzo, Türkiye’deki rakının neredeyse üçte bir fiyatında.

Neyse, biz yine gelelim Sakız’da kendinizi hiç yabancı hissetmediğiniz durumuna..dediğim gibi önceden oraya yerleşen Türkler var. Onlar size birçok konuda yardımcı oluyorlar zaten, örneğin bir yer ya da şey aradığınızda… Bunun dışında Yunanlılardan Türkçe bilen azımsanmayacak bir kesim de var. Hatta babaları, dedeleri yıllar önce mübadele anlaşmasıyla oraya göçmüş Türkiye kökenli Yunan ve Rumlar da var. İşin içinde Ege’nin iki kıyısını bölüşen halklar olmamızın doğurduğu ortak kültürü de düşünürsek, yaşamlarının da kültürlerinin de bizden hiçbir farkları olmadığını görüyorsunuz. Ve bu ortam karşılıklı bir sıcaklık, anlayış yaratıyor. Hani, tabelalardaki Yunanca yazıları görmeseniz, konuşmalarını duymasanız kendiniz Türkiye’de bir yerde hissediyorsunuz. Hatta bu ‘hissediş’ kimi yerde oldukça ileri düzeylere de çıkabiliyor…

Geçen sayı Komi’yi size kısaca anlatmıştım. Adanın güney ucundaki küçük tatil köyü. Hani siestasını asla bırakmayan tonton sahibi olan, akıcı Türkçesiyle bizimle çok yakın diyalog kuran Aleksi’nin çalıştığı kıyı lokantasında oturduğumuz Komi. İşte Komi’deki lokantanın camlarındaki afişleri gördüğünüzde bir an için İzmir’e bağlı bir kıyı bölgesinde sanıyorsunuz kendinizi. Çünkü camlar, İzmir takımlarının fotoğraflarıyla süslü; Göztepe, Karşıyaka, İzmirspor..kıyıda içkinizi yudumlarken bir süre sonra yine lokantanın içinden en bas perdeden yükselen tezahüratlarla irkiliyorsunuz: ‘Kaf- Sin- Kaf..Kaf-Sin-Kaf…’ Anlaşıldı, adaya gelen tek Karşıyakalı biz değiliz. Çoğunlukta olduğumuz kesin.

Hani adada tüm tabelaların Türkçe de dahil üç dilde yazıldığını söylemiştim ya, Komi’deki tabelaları okurken, Türkçeyi bizden daha iyi bildiklerini gördüm. Biliyorsunuz bizde artık ‘bakkal’ tarihe karıştı. Küçücük alışveriş mekanları bile ‘market’ bizim konuşmalarımızda. İşte Komi’de böyle küçük bir alışveriş merkezi gördüm. Üzerinde Yunanca adı yazıyor ‘παντοπωλείο (pantopoleío), yanında İngilizcesi ‘markets’ ve hemen yanında Türkçesi, ‘bakkal’…Anlayacağınız bakkalı biz unuttuk ama Yunanlılar unutmamış.

Komi’de kendimizi Türkiye’de gibi hissetmemizi sağlayan küçük bir anı daha. Bu gibi yerlerde çoğu zaman hemen kendimizi belli ederiz..çok da aramaya gerek yok. Hava kararmaya yüz tutarken Komi’den ayrılacağız. Arabamızı park ettiğimiz yere geldik, bir metre ötemizden sola sapıp yola çıkacağız. Tam karşımızda bir araba. Yol bizde olduğu halde inatla ben geçeceğim edasıyla üzerimize üzerimize geliyor. Zorunlu olarak o daracık yolda yaklaşık yüz metre geri geri gitmek zorunda kaldık ona yer vermek için. Bir ara merakımızı cezbetti, kim bu VİP, diye başımızı uzattık pencereden. Karşımızda Türkiye plakalı bir araba. Adam araba kiralamaya da gerek duymamış, dünyanın vergisini verip kendi arabasını getirmiş adaya. Anlayacağınız, insan gurbet elde kendi vatandaşını görünce bir hoş oluyor….

Yazının başından beri sürekli yineleyip duruyorum. Sakız’da insanlar denizden, kıyılardan, otoparklardan bir gelir yaratmıyorlar. Uzo ve diğer damla sakızı ürünlerine fahiş fiyatlar koymuyorlar. Yani rantiye gelirleri yok. Rantiye yok da nasıl oluyor da özellikle bu ekonomik krizde ayakta durmayı başarabiliyorlar. Bunun tek bir yanıtı var. Üretim. Sakız’da tarım başta olmak üzere büyük bir üretim potansiyeli var.

Damla sakızının girmediği alan zaten neredeyse yok. Geçen bölümde ayrıntısıyla yazmıştım. Sadece o değil, zeytincilik de gelişmiş durumda. Bol miktarda zeytinlik alan var. Yani zeytinyağı ve sabun üretimi de ileri düzeyde. Bağcılık yine çok gelişmiş ve zengin. Bu da adayı yalnızca uzoda değil, şarapçılıkta da üst noktalara taşımış. Bunun dışında et ve süt ürünleri, peynircilik bol bir çeşitliliğe sahip. Balık ve deniz ürünlerini zaten söylemeye gerek yok. Anlayacağınız ada kendi başına zengin bir yapıya sahip. Ada olarak ekonomik sorunu olduğu söylenemez aksine Yunanistan’daki ekonomik krize önemli katkı yaptığı kesin.

Yunan halkının milliyetçi bir yapısı olduğu gözünüzden kaçmıyor. Öyle ki, üstelik dini bir günde, oralı tanınmış, eski bir azizin ölüm yıldönümünde neredeyse tüm evleri Yunan bayraklarıyla donatılmış görüyorsunuz. Ancak bu milliyetçilik ırkçılığa varmıyor yani sizi dışlamıyor. Sizlere yaklaşımı konuksever ve sevecen. Bu milliyetçiliği günlük ekonomik ilişkilerde hissediyorsunuz. Bu belki de yaşanan ekonomik sorunlarla da örtüşen, onu bütünleyen bir durum. Hemen her malın üretildiğini söylemiştim. Bu nedenle yabancı mallar ya hiç yok ya da çok az çeşide sahip. Tüm alışveriş merkezlerinde, marketlerde kendi ürünlerini öne çıkarıyorlar. Doğrusu iyi de yapıyorlar. Çünkü hemen her türde, kaliteli üretim olduğu için, katkı maddeli, hileli hiçbir gıda ürünleri yok örneğin, başka bir marka, yabancı ürün arama gereğini de duymuyorsunuz. Hatta bu milliyetçilikte ada bir adım daha öne çıkıyor ve öncelikle Sakız’da üretilen malların tüketilmesini sağlıyorlar. Yani Chios birada olduğu gibi, ada, öncelikle kendi ürünlerini öne çıkarıyor. Siz istemezseniz diğer Yunan ürünleri önünüze geliyor. Bunun için de hiçbir zorlamaya da gerek olmuyor. Çünkü ürün çeşitleri öylesine bol ki, neredeyse her ürün kendi üretimleri olarak kesinlikle bulunuyor. En az kırk çeşit bitki çayı var örneğin. Çoğumuzun adını bile duymadığı doğadaki her bitkinin çayı var. Geniş bir meyve suyu çeşidi var ve her birinin de hem alkollüsü hem alkolsüzü var. Karpuzlusuna varana dek çok çeşitli meyveli bira çeşitleri var. Et bol ancak ilgimizi çekti kuzu eti yok örneğin. Yalnızca dana, tavuk, horoz ve domuz eti tüketiliyor.

Rantiye anlayışları yok demiştim. Bu yemek yemek ya da bir şeyler içmek için oturduğunuz bir mekanda hemen hissediliyor. Oturur oturmaz anında önünüze buz gibi soğuk içme suyunuz geliyor. Çeşme suyu değil, marketten, büfelerden parayla aldığınız bildiğimiz içme suyu. Önce suyunuzu içerek yorgunluğunuzu atıyor, susamış ya da sıcaktan bunalmışsanız kendinize geliyor sonra siparişinizi veriyorsunuz. Ve nereye oturursanız oturun, hemen önünüze konan bu su ücretsiz. Bu tüm Yunan kültürüne özgü bir uygulama. Su sınırsız ve ücretsiz. Ekmek zaten öyle. Ekmek demişken..yine geçen bölüm dedim ya, çocukluğumuzun Türkiyesini yaşıyorsunuz diye. Ekmek ve özellikle de Greek Salade’ın üzerine koydukları beyaz peynirin lezzetini anlatamam. Çocukluğumuzun o buram buram un kokan, peynir kokan gerçek ekmek ve peyniri. Kimse kusura bakmasın o ekmek ve peynir, artık Türkiye’nin hiçbir yerinde üretilmiyor.

Ürün yelpazesi bu kadar gelişmişken sadece yabancı malları tümüyle yok olmasa da az ve sınırlı sayıda bulundurarak kendi ekonomilerini korudukları gibi, örneğin kendi küçük esnafını koruyan bir yapı var. Marketler arasında rekabete yol açacak büyük farklar yok. Dev alışveriş merkezi, merkez bölgesinde örneğin sadece iki tane var ve onlar da arabayla yarım saatten fazla süren bir uzaklıkta. Ve buralarda da fiyat farkı yok. Yani hemen hemen bakkal fiyatıyla aynı. Hatta kimi mallar bakkallarda, şarküterilerde daha da ucuz. Örneğin, aynı uzoyu bakkaldan, en iyi cins beyaz peyniri şarküteriden bu AVM’lerin çok daha altında fiyata aldık. Yani..belki çeşit fazlalığı için gidilir ancak ucuza gelsin diye AVM’lere gitmenize gerek yok.

Benzer bir durum konaklama anlayışında da var. Bizdeki gibi ‘herşey dahil’ sistemi yok. Otel ve pansiyonlar oda/kahvaltı sistemiyle hizmet veriyor. Yani size adada alışveriş yaptırıyor, paranızı ada esnafına bıraktırıyorlar.

Sonuçta, dibimizdeki Yunan adaları bizden çok turist çekiyorsa, özellikle son yıllarda yabancı turistler bizi es geçip oralara gidiyorsa, dahası bizleri de kendine çekiyorsa, nedeni bu. Rantiyeye dayalı bir turizm geliri anlayışları yok. Turizm ekonomisi diye bir olgu yok aslında. Onların turizmden tek kazançları, olağan üretimlerinden elde ettikleri gelir. Bu da onlara yetiyor ve o bölgeleri çekici kılıyor. Bu arada inşaat sektörünün de oralarda gelişmemesinin, dağ tepe evle donatılmamasının da bu çekicilikte de önemli bir etken olduğunu özellikle vurgulayalım. Bir de son bir not; adayı turizmde çekici kılan tarihi yapıların çokluğu ve varlığı. Antik çağlardan bu yana çok eski bir kültürel geçmişe sahip adada hemen tüm eski yapılar bugün de dimdik ayakta. Ve çoğunda bugün de oturanlar var. Çoğu bugün de kullanımda. Örneğin ada insanı hâlâ beş altı yüzyıllık, yedi sekiz yüzyıllık belki daha da eski kiliselerde sürdürüyorlar ibadetlerini. Benzer şekilde Osmanlılar döneminde yapılan camiler de sanki bugün yapılmış gibi olanca tarihi görkemiyle dimdik ayaktalar. Kısacası, tarih çok çok iyi korunuyor. İşte Ege’nin iki mavisi arasındaki fark bu. Onların da bizim de denizimiz mavi. Ama onlar tarihiyle, yeşiliyle yaşamı da mavi kılmışlar. Bizlerse çok katlı binalarla, rüzgâr enerji santrallarıyla bu maviye gri bir uzantı ekliyoruz yaşam olarak. Mavinin derinliklerine varamıyoruz. Dahası onu yok ediyoruz.

Otelimiz merkezdeydi. Bir gece yemeğe çıkmadan balkonumuzdan deniz kıyısında bir hareketlilik ve ışıklandırma gördük. Işıklar tüm sahil boyunca upuzun sürüyordu. Karşıdan gördüğümüz tezgahlar da bizde bir tür kermes ya da festival var havası uyandırdı. Az sonra sahile indiğimizde şaşırdık. O tüm sahil boyunca uzanan tezgahlar kitap tezgahlarıydı. Abartmasız en az elli-atmış  kitapçı yan yana tezgahlarda kitap satış reyonları kurmuş, satış yapıyorlardı. Özel bir gün değil, adanın normal bir gecesiymiş. Tamam, bizde de deniz kenarlarında kitap tezgahları bulunur da tek tük ve genelde ‘tatilde okunacak kitaplar’ türünden kitaplar bulunur. Buradaysa hiçbir yerde göremediğim çok sayıda kitapçı ve hemen her türde kitap vardı. Ve orada o kitapları görünce Yunanca bilmemekten yani onlardan alamamaktan müthiş bir üzüntü duydum. Öyle ki bir an önce o dili öğrenip o kitapları okuyabilme düşüyle Yunanca öğreten kitaplar var mı diye dolaştım, utana sıkıla. Yoktu.

Biz yine tarihe dönelim. Adanın ortalarına gittikçe ortaçağdan kalma yerleşimlere, ortaçağ köylerine varıyorsunuz. Ortaçağdan kalma yerleşimler ama bugün de yaşam aynen sürüyor. Yani o tarihi binalar da bugün de insanlar yaşamlarını sürdürüyorlar.

İlk durağımız Armolia. Bu tarihi kent yüzyıllar öncesinde geçimini seramikle sürdüren bir yerleşimmiş. Şu an yine öyle. Armolia’da yol boyunca sağlı sollu seramik atölyeleri görüyorsunuz. Hemen her evde bir seramik yapım atölyesi var. Bir ilginç nokta daha. Armolia’da adanın geneline göre yollar daha geniş. Ama ilginçtir bir tür kaza göstergesi olan, geçen bölümde sözünü ettiğim şapeller burada çok sayıda var. Neredeyse sağlı sollu yollar seramik atölyesi ve şapellerle kaplı. Demek ki insanlar yolu geniş bulunca içlerindeki trafik canavarı uyanıyor ve ölümlü kazalar buralarda daha çok oluyor. Dağ köylerindeki tepelerdeki bol virajlı yollarda da aksine hiç şapel görmedim.

Armolia’dan biraz daha ötede Pirgi’ye varıyorsunuz. İşte burası adanın kesinlikle görülmesi gereken yerlerinden biri hatta en başta geleni. Burada da tüm evler eski ve hepsinde de insan yaşıyor. Ortaçağ yapılarında yaşamlarını hâlâ sürdüren bir yerleşim. Burada seramiğin biraz daha farklı ve ilerlemiş halini görüyorsunuz. Evlerin neredeyse tamamı, dış cepheleri kazıma tekniğiyle rengarenk bezenmiş. Yani burada seramiği evlerin yapımında görüyorsunuz. Rengarenk, birbirinden ilgi çekici evler.

Adada genelde Türk kültürüne bir yakınlık var ama Pirgi çok farklı. Neredeyse birebir bizimle aynı. Daha doğrusu, eski, çocukluğumuzun Türkiye’si en çok Pirgi’de yaşanıyor. Erkekler meydandaki açık hava kahvelerinde sohbet edip oyun oynuyorlar.  Meydanda erkeklerle kadınların birlikte oturdukları kahve, lokanta türü yerler de var. Buralar da dolu. Ancak bize yakın olanı, Pirgi’de çoğu kadın olmak üzere insanlar evlerinin önüne çıkmış, kimi sandalye üzerinde kimi bir taşa oturmuş, sohbet ediyor. Komşuluk ilişkilerinin alabildiğine sımsıcak, yakın yaşandığı bir bölge Pirgi. Geceleri de dahil kimse evini kilitlemiyor. Hatta çoğu evin kapıları ardına dek açık. İnanılmaz bir güven ortamı var. ( Bu arada güven ortamından söz etmişken, adada bulunduğum süre içinde, girişteki pasaport kontrolü dışında polis ya da asker görevliyi hiç görmediğimi özellikle söylemeliyim. Yok, ortada resmi üniformalı kimse yok, ortada onları gerektirecek bir olay yok). Öylesine sıcak kapı önü sohbetleri var ki, bir süre bu kapı önü takılmalarına biz de dahil oluyoruz. Hemen bizi de kendilerine dahil ediyorlar. Tüm evlerin balkonlarında tıpkı eskiden bizde olduğu gibi, iplere asılı olarak, başta domates olmak üzere çeşitli sebzeler kurutuluyor. Yalnız orada kurutulan domatesler biraz farklı. Bizde genellikle kahvaltılarda yenen küçük domatesler iplere dizilmiş, o şekilde kurutuluyor. Hemen her evin balkonunda var.

Pirgi’nin önemli bir tarihi özelliği daha var. Kristof Kolomb, o ünlü Amerika seyahatine çıkmadan önce uzun süre burada kalmış. Hatta denizcilikte ileri olduğu için tüm mürettebatını da buradan yani Sakız’dan seçmiş. İşte Kolomb’un kaldığı ev Pirgi’de dimdik ayakta duruyor. Evin üstünde Kolomb’un arması var. Ve onun da içinde şu an oturan insanlar var. Yani ev, kullanılarak bakılmış oluyor.

Pirgi’de hoşuma giden bir başka özellik esnafının dürüstlüğü oldu. Girit kökenli bir gencin işlettiği bir bakkala girdim. Daha doğrusu müthiş bir ikram yağmuruyla kendimi orada buldum. Daha içeri girmeden hemen hemen sattığı tüm içkilerden ikram etti, damla sakızlı şeker ve tatlı ikramı da var. Zorunlu giriyorsunuz. Ancak, tamam, giriş belki tüccarca bir kampanyayla oldu ama çocuk çok dürüst. Hemen de sohbeti koyulaştırdık. Her malın gerçek kalitesini, alıp almamam konusunda gerçek düşüncesini açıkça ve dürüstçe söylüyor. Bir ara sigara fiyatlarını sordum, bende vardı ama özellikle öğrenmek için sordum, satmadı. Yok, diyor, bizde sigara pahalı, almayın, kendi gümrüğünüzden alın onu, diyor. Tamam dedim almayacağım da fiyatını merak ettim, duymuştum çünkü sigara pahalı diye. Şu an Türkiye’de içtiğimiz herhangi bir yabancı sigaranın paketi yirmi beş liraya geliyor. Ki ondan sonra da bizde malum Euro sıçraması oldu. Düşünün artık. Ama hoşuma giden şu oldu, adam sigara kesinlikle satmıyor bize, pahalı diye. İki üç çeşit, ki fazla da değil, alışveriş yaptıktan sonra, çıkarken bir de iyi cins bir Seylan çayını da hediye etti.

Pirgi’de toplum yaşamının bizimkiyle yani eski Türkiye’yle birebir örtüştüğünü belirtmiştim. Pirgi’den ayrılırken aklınıza bir soru işareti takılıyor. Deprem ya da benzeri felaketler sonucu dağılmış (ve gittiği yerde de aynı uygarlığı kurmuş) aynı kökten gelen insanlar mıyız? Pirgi, bizde de Birgi. Gerçi bizimki taş değil kagir yapılar ama her ikisi de ev mimarisini öne çıkaran yapılar ve yakın komşuluk ilişkileri ön planda. Pirgi’nin yakınlarındaki bir başka Ortaçağ yerleşiminin adı da bizimkiyle birebir aynı: Didyma.

Sakız yani gerçek adı Chios’un bence kesinlikle görülmesi gereken en önemli yeri Mesta. Bu nedenle onu yazının sonuna sakladım. Mesta da bir Ortaçağ kenti ama gerçek bir Ortaçağ. Daracık sokaklarında dolaşırken, Ortaçağ’ı konu alan bir romanın sayfalarında gezinir gibisiniz. Tek sözcükle o dönemi yaşıyorsunuz.

Mesta’nın ortasında bir kilise var. En az yedi sekiz yüzyıllık.  Son derece görkemli ve halen de kullanılan bir kilise. Karşısında da bir meydan. Meydanla kilise arasında hafif eğimli bir yoldan giriyorsunuz kenti dolaşmak için. Ve girer girmez de eşsiz bir güzellikte ‘kayboluyorsunuz’. Şaka yapmıyorum, ciddi kayboluyorsunuz. Çok çok eski taş yapılar arasında son derece daracık bir labirent, dehliz girdiğiniz yer.Kimi yerlerde gökyüzü görünüyor kimi yelerin tepesi de kapalı. Öyle bir labirent ki her sekiz on metrede bir önünüze sağlı sollu, çaprazlama üç-dört yol çıkıyor. Birine dalıyorsunuz az ötede yine çok yönlü yol ağzı. Böyle böyle çok güzel kayboluyorsunuz. O kadar güzel bir kayboluş ki, o çok çok eski ve alabildiğine upuzun göğe yükselen taş binalar arasında gezinirken tarihin olanca görkemine hayran kalıyorsunuz. Burada da binaların çoğu kullanımda. Yani kimisi ev olarak kullanılıyor, kimisi lokanta, kimisi manav, kimisi bir resim atölyesi.En çarpıcı olan taşlarla kaplı bu labirentlerin içinde yani taşların içinden adeta rengarenk çiçekler fışkırıyor.  Gözünüzün önünde upuzun bir antik taş ve çiçek sergisi. Git git bitmiyor. Yolun sonuna gelemiyorsunuz. Bir saat kadar dolandıktan yani çok iyi kaybolduktan sonra bir ara karnımız acıkıyor, meydana çıkmayı (çünkü lokantalar ve kafeler orada) düşünüyoruz ancak sadece düşünebiliyoruz. Dedim ya çok güzel kaybolduk. Bu arada karşıdan gelen bir çift görüyorum, bir kadın ve bir erkek. Tamam, yolları onlara soracağım. Onlar da Türk çıkıyor, onlar da bize yol soruyor. Ben de aradığımız söylüyorum, bizim geldiğimiz yere doğru gidiyorlar. Arkalarından bağırıyorum, oradan geldik ama çok karışık. Çıkış yok orada, kaybolursunuz diyorum. Gülüyorlar, yine de yola devam ediyorlar. Onlar da kaybolmayı seçiyor.

Tarihi taşların ve birbirinden güzel çiçek dehlizlerinin içinden bir süre daha dolandıktan sonra nereden geldiyse aklıma, bir ateist olarak kilisenin yardımına sığınmak geliyor. ‘Yahu’ diyorum, ‘benim bildiğim kiliselerde günün belli zamanlarında çan sesleri duyulur. Bu adamların ibadet saati ne zaman ki? Bunlar hiç mi kiliseye gitmiyor?’

İyi düşünmüşüm..birkaç dakika sonra kilisenin çanları başlıyor çalmaya. Bu çanların bizim için çaldığı kesin. Ses de çok uzaktan gelmiyor. Fazla uzakta değiliz. Sese göre yönümüzü belirleyip az daha yürüyoruz bu sevimli dehlizde. Ve kiliseyi, oradan da meydanı buluyoruz.

Meydan da çok sevimli bir yer. Ortada bir kafe. Onun yanında da bir açık hava lokantası. Meydanı çevreleyen binaların biri küçük bir kafeterya, biri bakkal, biri dondurmacı. Yemek için oturuyoruz. Oturduğumuz yer hani geçen bölümde sözün ettiğim, karşılıklı hiç dil bilmememize karşın çok iyi anlaştığımız bir genç kızın garsonluk yaptığı, masalara bakıp, adını beğendiğim birayı getirttiğim yer.

Ben yemeğimi yerken, ayağımın dibinde bir kedi. Yediğimi görünce sonradan gelenlerden değil, baştan beri orada. Normalde kediler özgür yaratıklardır. Hele keyifleri bozulunca söylene söylene kaçarlar. Ama bu öyle değil. Hiç kaçmadığı gibi, seviyorum, hiç oralı değil. Biraz sonra sevmem hoşuna gidiyor. Fotoğraf çekeceğim, boynunu, gövdesini çevirip düzeltiyorum, yine oralı değil, kaçmıyor. Normalde bu gibi durumlarda poz falan vermezler. Bana veriyor. Bir süre sonra yediğim tavuktan bir parça veriyorum. Bilirsiniz, kediler dünyanın en çabuk iletişim sağlayan canlılarıdır. Dakikası geçmeden Mesta’nın tüm kedileriyle ahbap oluyorum. Hepsi de ayağımın altında ve çevremde.

Ve orada kedilerle çok iyi anlaşıyor, çok iyi sohbet ediyoruz. Aramızda hiçbir dil sorunu yok. Çünkü dünyanın en yaygın ve bilinen diliyle, sevgi diliyle konuşuyoruz.

 

dizin    üst    geri    ileri  

 



 26 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi beş eylül iki bin on sekiz  / 30