Gerçek bir avcının erdemi basirettir. Sabırla nakışlanmış basiret,
ulaşılabilecek tatminin sınırlarını belirleyebilme gücü verir. Gerçek bir
avcıyım. Ve O’nu bu gece alacağım.
“ Şahane hayat yanılsaması” evreni ele geçirdi geçireli, avlanmak eskisi
kadar basit değil artık. Avınızı saptamak bile günler gerektiriyor çünkü
av alanı taklitlerle bezenmiş halde. Sahtelik gerçek bir avcıyı cezbetmez;
gerçekliğin istisnaya dönüştüğü bir dünyada aradığını bulabilmenin
verdiği hazsa emek vermeye değer.
Avlanmayı öğrendiğim ilk yıllarda, o özel parçayı beceriklilikle
çıkarmakta olan anneme, “ Geriye kalanı neden almıyoruz” diye sorduğumu
anımsıyorum. Annemin adamdan kalanlara tiksintiyle bakıp, “ geriye kalan
beş para etmez” deyişini unutmadım. Haklılığını kanıtlayan ise, geçen
yıllardı. Ustalığımı kazandığım yıllar boyunca bunu hiç aklımdan
çıkarmadım. Geriye kalan değersizdir.
Şimdi oturmuş avımın değersiz bedenine bakarken titriyorum. O’nu bu gece
alacağımın bilgisi soluk alabiliyor olmayı, dünyanın en kıymetli
özgürlüğüne dönüştürüyor. Ah, bu ritüel! Ah, bu bedeni ve zihni hazla ava
odaklayan arzu. O’na uzaktan bakıyorken inlememek için dudaklarımı
ısırıyor olmak bile, arzunun tüm bedenimi sarmalamaya başlayışının
kanıtı. Avımın verdiğim görüntüyü, tam da istediğim haliyle algılamakta
olduğunun farkındalığıyla sevinç içindeyim.
Adını öğrenmeyi hiç istemedim. Adlar önemsizdir; belirleyici olan
taşıdığı o nadide parçanın ruhunuza söyleyebildikleridir. Bu parçanın
taşıdığı o devasa kibir, tembel gözkapaklarının arkasından “ bu benim
işte, ulaşılmaz, farklı ve üstün” nidaları savuran bakışlar, sınırdalığın
altını çizen o dudak büküşünü görür görmez, o yüzü yakında işgal edeceğim
toprak parçası olarak ilan etmiştim bile.
Gerçekliğinden kuşku duymadım değil. Ama sahteliğin en çok yüzlere
yapışan asalak varoluşunun, beni kandırabilmesi olanaklı değildi. O’nu
izledim. O’nu dikkatle izledim. Yüzündeki her bir uzvu, her bir bakışı,
dudaklarında oluşan her bir kıvrımı, gülümseyişini, uzaklara dalıp
gidişini; belki eski ve üzgün bir anının belleğine düşüşüyle serin bir
gölgeliğe dönüşen kirpiklerini. Ama en çok, o kibiri. O’nu özel, bulunmaz
kılan o büyüklenmeyi izleyip, istedim.
Hüznü ve mutsuzluğu taşıyan parçalara ilgimi kaybedeli çok oluyordu.
Onlardan bir tane edinmek her zaman mümkün. Başınızı ne yana çevirseniz
varlar, üstelik mide bulandıracak ölçüde yalınlar. Ah, artık daha özgün
daha bulunmaz olanın peşindeydim ve uzun zamandır şimdi iki masa ileride
oturan ve izlenmenin şaşkınlığını üzerinden çoktan atıp, sergilemenin
erotizmiyle güzelleştikçe güzelleşen bir ava rastlamış değildim. O
serpildikçe, alacağım hazzın sınırı genişliyor ve dudaklarımı daha çok
ısırmaya başlıyorum. Ah arzu! Haftalardır kemikteki ilik gibi ruhuma
yapışmış sıkıntı şimdiden dağılmaya yüz tuttu bile.
Bana bakıyor, ifadesi kıpırdanıyor; gülümseyecek. Nihayet. Gülümsüyor.
Büyük kaybının başlangıcı olacak bu gülüşün fotoğrafını zihnime
kazıyorum. Harikulade albümün ilk parçası. Şu andan itibaren flaşlar
durmadan yanıp sönecek, haftalarca belleğime minnettar kalacağım. Haz
hesabı yapacak durumda değilim, Jeremy Bentham’ı da avlayabilmiş olma
düşümü zor zamanlara saklayarak, artık harekete geçiyorum. Tebessümler
karşılıksız kalmamalı.
Mücevherimi, o eşsiz parçayı incelikle çıkarırken, parmak uçlarıma
doluşan zevkin zihnime ulaşana kadar geçtiği yoldaki her hücre, “ yol
iksirin kendisidir “ cümlesine hakkını veriyor. İşimi görürken orada
öylece uzanmakta olan cisimden yayılan kokuyu tolere edebilmenin başka
bir yolu olsa da, o yol her neyse, onu istemezdim sanırım.
İşimi bitirip gitmeye hazırlanırken, kulağıma küpe o cümleyi
hatırlıyorum: “Avcının avına duyması gereken saygı, hanidir unutuldu.
Av, avcıya boyun eğer ya da eğmez, ama saygısızca davranır mı?” Saygısız
biri değilim, O’nun kulağına eğilip, içtenlikle teşekkür ediyorum.
İn’ime, “ethos” demeyi sevdiğim, yuvama girip şahanemi, geçen ay ressam
bir kadından aldığım çocuksu gülümseyişin yanına asıyorum.