ANLATI

Semih Özcan   






GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                         - Yirmi Beşinci Bölüm -

"BÜTÜN GÜN AĞAÇLARDA"

Hani insanın aklına ve diline kimi zaman bir şarkı düşer de gün boyu hatta günlerce takılı kalır ya, benim de aklıma ve bilincime askerde bir tiyatro oyununun adı mıh gibi çakılıp kaldı.

Alain Resnais’nin sinemaya aktardığı, ‘Hiroşima Sevgilim’ filminin senaryosuyla adını belleklere kazıyan Marguerite Duras’nın bir oyununun adı askerde kafama takıldı kaldı:

‘Bütün Gün Ağaçlarda’.

O günden bu yana da ne zaman bu oyunu anımsasam aklıma askerlik anıları gelir. Çünkü bizim dönem askerlik çoklukla ‘bütün gün ağaçlarda’ geçti.

Burdur’daki 57.Tugay, çağla (yani badem) ağaçlarıyla dolu bir alan. Sayısız çağla ağacı var. Bizim dönem çağla mevsimine denk geldiği için askerlik boyunca günlerimiz tıka basa çağla yemekle geçti. O kadar çok ağaç var ki ilk on beş-yirmi gün yerlere kadar sarkan dallar rahat rahat yetti bize. Ancak asker sayısı da çok. Dallar bitti, bu kez eğitimimizi ağaç tepelerinde de sürdürmeye başladık.

İnsan askerde ‘arazi olmak’ deyiminin anlamını daha iyi kavrıyor. Çünkü, eğitim dışı dinlenme zamanlarında bile her an tetikte olacaksınız. Ola ki üst rütbeli bir subay geçiyorsa, hele hele ‘tugi’ geçiyorsa (‘tugi’ bizim tugayın en büyük sorumlusu olan tugay komutanının yani tuğgeneralin kısaltılmışı. Yoo yanlış anlamayın kesinlikle bir alay sözcüğü değil, sadece askerler değil, subayların konuşmalarında da kullandığı gerçek anlamda bir kısaltma. Profesör doktor yerine konuşurken kısaca ‘profdır’ dememiz gibi) evet özellikle de ‘tugi’ geçiyorsa kesinlikle hazırolda olmanız gerekiyor. Zaten muhakkak birisi ‘dikkaaaaaat’ çekip sizi hazırola çağırır. İşte bu gibi durumlardan tüymek için dinlenme zamanlarında askerler alabildiğinde sapa yerlere tüyüp çayır çimene karışır. İşte buna arazi olmak denir. Ağaçlar bu yönden daha da kamuflaj bir arazi niteliğine sahip. Çünkü çayır çimende bir şekilde fark edilir ve hazırola dikilirsiniz ama ağaç tepelerinde gözükmeme şansınız daha yüksek. Ancak ona rağmen ‘dikkaaaat’lerde ortaya oldukça gülünç manzaralar çıkıyordu. Ağaç tepelerinde çağla tıkınan erat her ‘tugi’ geçişinde inmekle düşmek arası bir biçimde kendini yere atar ve her yeri tıka basa çağlayla şişirilmiş bir biçimde, o pejmürde haliyle hazırola geçerdi. Saatlerce tıkındığımız yetmiyormuş gibi bir de üzerimizdeki askeri elbisenin tüm ceplerini (zaten bu üniformalar bol cepli olur) çağlayla doldurur ve ortaya tepeden tırnağa eşek arısı sokmuş gibi şiş bir halde oldukça ucube bir görüntü alırdık. Her yerimiz tıklım tıklım çağla dolu, al sana doğal zırh işte. G-3’le tarasan kurşun geçmez. Kamuflaj desen zaten tepeden tırnağa, yaprak ve dallarla kaplı olduğumuzdan o da en iyisinden oluyordu zaten. Anlayacağınız her yönüyle tam bir asker.

O tepeden tırnağa çağla cephaneliğiyle kuşandığımız şiş halimizle hazırola geçmek neyse de hazırolla birlikte hemen bir iş yapıyor görünmek, örneğin yere eğilip ot mot yolmak epeyce sorun olurdu. Çünkü asker adam dinlenme anında bile bir iş yapar. Daha doğrusu askerlikte aslolan bir iş yapmak da değil, yapar görünmektir. Komuta kademesi geçerken sizi çalışıyor görmeli. Hiç iş yoksa da yaratacaksınız. Ne bileyim önünüzdeki gördüğünüz otları yolmaya başlayacaksınız, ot bulamazsanız çevrede gördüğünüz çer çöpü bir temiz alana döküp sonra yeniden gidip onları temizleyeceksiniz. İş yapıyor, çalışıyor görünün de ne yaparsanız yapın. Bereket ‘tugi’miz bu konularda düşünceli, askerleri koruyan yapıda bir kişiydi. Çoğu kez ‘dikkaaaat’ çekmeleri bile engellemeye çalışmış, bunu yapan diğer subayları hele hele bize bu gibi zamanlarda iş buyuranları terslemiş, azarlamıştı. ‘Tamam, tamam. Bırakın işi, hazırolu. Bu sizin dinlenme zamanınız. Keyfinize bakın’ diye..

Burdur ilginç bir yer. İlginçliği ‘kazıklığından’ kaynaklanıyor. Şimdi, Burdurlu arkadaşlar dırdır etmesin ama en azından bizim dönemde böyleydi. Şimdi düzeldi mi bilemem. Aslında, verimli toprakları olan küçük bir il. Toprakları dışında yörede Burdur Gölü ve Salda başta olmak üzere birçok göl var. Göller Bölgesi diye anılan bir bölge. Yine yakınlarında Sagalassos antik kenti var. Daha başka antik kalıntılar da bulunuyor. Ayrıca Antalya gibi turistik bir beldeye de bir saat uzaklıkta. Anlayacağınız birçok ekonomik gelir elde etmeye uygun bir il. Ancak nedense Burdur tüm ekonomik varlığını askerlere bağlamış durumda. Oradaki tugay genelde bedelli askerlik yapılan bir yer ya, tüm Burdur esnafı da tüm işlerini ona göre ayarlamış, oraya gelen askerleri çok zengin sanıp ‘yolunacak kaz’ olarak görüyorlar. İçeceğinden yemeğine birçok yerde astronomik fiyatlar ödüyorsunuz. Her yerde standart fiyatı olması gereken Tekel ürünleri, örneğin sigara bile askere daha yüksek fiyatla veriliyor, anlayın artık. Bunun tugaydaki subay kesimi de farkında. Bu nedenle her çarşı izninde ya da dışarıda işi olanları kazık yememek konusunda sık sık uyarıyorlar. Belki biraz da bu nedenle olsa gerek Burdur’da her hafta sonu yani haftada iki gün Antalya tatilimiz vardı. Bedelli yapanların büyük bölümü yurdışından gelenler ve hatta orada doğup büyümüş, Türkiye’yi pek tanımayan insanlar olduğu için kağıt üzerinde bu geziler ‘Türkiye’nin kültürel yörelerini tanıtım’ gezisi olarak geçiyor. Ancak sürekli olarak tek tanıdığımız kültür Antalya.

Her hafta sonu otobüsler kalkıyordu tugaydan. İsteyen sembolik bir ücretle hafta içinde adını yazdırarak bu gezilere gidiyordu. Tümüyle sivil kıyafetle, yani rahat olduğu için, başta ben olmak üzere çoğumuz bu gezilere aksatmaksızın katılıyorduk. Bu otobüslerin bazıları Antalya’nın içine, bazıları da Konyaaltı plajı yakınlarına gidiyor. (Fark etmiyor, hangisine gidersek gidelim, bir dolmuşa atlayıp ilk işimiz, kent merkezine yani Kaleiçi’ne gitmek oluyordu.)
Burdur’un askerler için çok kazık bir yer olduğunu söyledim. Burdur ne kadar kazıksa Antalya da aksine o kadar ucuz bir yerdi bizler için. Her ne değin büyük ve gelişmiş turistik bir yer olmasına karşın ve Burdur bir yana kendi içinde de yaşayan askeri garnizonlar olmasına karşın, belki de ticari işletmelerin de fazlalığı nedeniyle sürekli rekabet halinde düşük fiyatlarla piyasa oluşturan bir yer Antalya. Öyle ki oradayken sürekli hafta sonları Antalya’ya gitmemi aile ve yakın çevreme bile anlatamıyordum. Çevremdekiler sürekli Antalya tatili yapmamı bol paramın olmasına bağlıyorlardı ama ben de bunu anlatamıyordum. Yahu ben her hafta sonu Antalya’ya ucuza gelsin diye gidiyordum. Çarşı izinlerini Burdur’da geçirmeye kalksam esas ona para dayanmaz…

Her ne değin böyle bir yazı dizisinde rakamlar vermek anlamsız gelse de hadi size bir örnek vereyim. Gerçi o dönemki para birimi eski, bol sıfırlı dönemlerdeydi ama onu da günümüze uyarlayıp sıfırları atalım. Bir gün bankadan para çekeceğimi söyleyip özel izinle Burdur’a, çarşıya çıktım. Paramı aldıktan sonra bir lokantada bir döner, yanına da kola söyledim. Gelen hesap on üç buçuk lira.. ki, Türkiye’nin en seçkin lokantalarında bile yeseniz en çok 3-4 lira ödeyeceğiniz bir menü… aynı günlerde Antalya’da, kaliteli bir yatla, bir saat yirmi dakika süren bir yat gezisi yapıyorum. Üst güverteye çıkmışım, sere serpe güneşlenirken yanımda da bir duble rakım, ayrıca dev bir domates, peynir tabağı… Yetmiyor, üstüne bir duble rakı daha alıyorum. Gezme, yeme, içme tüm ödediğim hesap on beş lira. O dönemlerdeki Burdur’un fiyat politikasını anlayın artık…

Geçen bölümde askerliğin çekindiğim gibi çıkmadığını çünkü her zamanki günlük yaşantımı aynen sürdürdüğümü yazmıştım. Ama bunun ufak tefek sorunları da oldu. Öncelikle müthiş tanınmış oluyorsunuz, ‘göze batarcasına’ tanınmış. Hani kimi meşhur tipler olur da sürekli her önüne gelene imza dağıtmak zorunda kalır ya ben de neredeyse her subaya ‘numaramı ve adımı’ vermek zorunda kaldım. N’apayım attığım her adımda tüm komuta kademesi numaramı almak için peşimden koşturuyor. Geç kalktın, numaranı ver; tıraş olmadın, numaranı ver; selam vermedin, numaranı ver; emre itaatsizlik, numaranı ver; yatağı toplamadın, numaranı ver… Neyse ki tüm disiplin kurulu ve mahkemeye verilme kaygıları biri hariç olumsuz sonuçlanmadı. Ve askerliği hafta sonu bir gün ‘izinsizlik cezası’ alarak sağ salim bitirmiş oldum.

O ceza da çok ilginç; ceza almama neden olan kişi kurtardı paçayı, kabak benim başıma patladı. Eee askerlikte kuraldır, biri sevmedikleri bir iş yapsın, külliyen yanındakilerle cezalandırılırsın. Yani, yanındakinin davranışlarından da sorumlusun.

Yine geçen bölüm dedim ya; sabahın altısında kalk borusuyla kalkma alışkanlığımız hiç olmadı. Genelde sekiz buçuk dokuz arası kalkıyoruz. Bir gün nedense rahat battı, erkenden kalkacağım tuttu, sabah yedi buçuk falan. Benimle birlikte orada iyi bir samimiyet kurduğum, kendisi Hollanda’da yaşayan, orada çevre müfettişliği yapan bir arkadaşım vardı..o da kalktı. Birlikte dolapların olduğu yere geldik. Üst başımızı alıp giyineceğiz. Küt içeriye başka bataryadan, o gün orada nöbetçi olan bir subay girdi. Bizim kendi bataryamızdan olsa sorun değil, onlar zaten kalkma saatlerimizi biliyorlar, bu gelen bilmiyor. Adam fırtına gibi daldı içeri, geldi yanımıza:

- Ne işiniz var sizin burada?

- Ne demek ne işimiz var? Kalktııık..giyineceğiz.

- Saat kaç? Hiç bu saatte kalkılır mı? Niye zamanında kalkmadınız?

- Ne? Dedim. Dalga mı geçiyorsun? Ne geçi? Biz normalde dokuzdan önce kalkmayız, kırk yılın başı erken kalkacağımız tuttu…

Komutan dinlemiyor, arka arkaya homurtularını sıralıyor. En sonunda yanımdaki arkadaş patladı:

- Çek git başımızdan be? Sabah sabah delirtme beni.

Bunu söylerken bir yandan da itekleyerek zorla dışarı çıkarmaya davrandı nöbetçi subayı. Yani, çok ciddi bir suç. Nöbetçi subayı iyice küplere bindi:

- Verin numaranızı. Soracağım bunun hesabını size.

Ben alışkın olduğum için hemen verdim. Bizimki ona da huylandı:

- Ne diyorsun sen kardeşim? Ne numarası? Vermiyorum numara mumara. Hadi git başımdan.

Baktım iş iyice sarpa saracak, hemen devreye girdim:

- Ver, ver..hiç bir sorun olmaz. Benden almayan kalmadı. Takma kafaya!

Öyle deyince biraz sakinleşip numarasını, adını verdi, başımızdaki nöbetçi subayı da çekti gitti. O gittikten sonra arkadaş bana döndü:

- Ya, numarayı verdik ama başımıza iş açılmaz değil mi?

- Valla, dedim, benim şimdiye dek açılmadı. Ama sen biraz sert girdin. Yapmayaydın iyiydi. Bilemem.

Bu olaydan tam bir hafta sonra, sabah eğitimine başlarken başımızdaki manga subayımız adlarımız söyleyip, birer adım öne çıkmamızı istedi. Çıktık.

- Suçunuzu biliyorsunuz değil mi?

- Biliyorum, dedim.

Yanımdaki yine çıkıntılık yaptı:
- Ne suçu? Ben bilmiyorum. Suçum muçum yok benim. N’apmışım?

Şimdi dediğim arkadaş, söylediğim gibi Hollanda’da yaşıyor. Büyük olasılıkla Türkiye’yi hemen hiç bilmiyor. Türkçesi de aksanlı, aileden görme çat pat bir dil, ne bilsin Türkçe’nin derinliklerini, deyimlerini? ‘Ne yapmışım’ deyince bizim manga komutanı, şöyle delice bakışlarla yüzüne baktı dik dik:

- Cami duvarına işemişsin, dedi.

Bizimki ne bilsin bunun anlamını:
- Yok komutanım, kim uyduruyor onu? Valla öyle bir şey yapmadım, manyak mıyım ben? Niye gidip cami duvarına şey edeyim.

- Öfff, dedi komutan. Bu bizde bir deyimdir, yani çok ağır bir suç işlemişsin diyorum. Sen ne demeye nöbetçi subayına dikleniyorsun? Bir dövmediğin kalmış.

Bizimki yine hakkını aramak için ileri geri konuşmaya başlıyordu ki yine devreye girerek susturdum. Ve olan biteni kısaca anlattım, ‘ siz de biliyorsunuz ki hiç birimiz kalk borusuyla kalkmıyoruz. Aksine erken kalktığımız bir gündü. Sabah yedi buçukta ‘geç kalktınız’ diye bize fırça çekmeye kalktı. Arkadaş ona sinirlendi. Neyse, iş tatlıya bağlandı. ‘Bir daha olmasın’ zılgıtından sonra, bana döndü ‘sen bu hafta sonu cezalısın, cumartesi günü ne Antalya ne çarşı izni, yok. Tüm gün buradasın. Saat başı da o günkü nöbetçi subayına imza vereceksin. ‘’

Yanımdakine döndü ‘sana da 3 gün oda hapsi cezası verildi. Cezan askerlik bitiminde başlıyor. Bunlar terhis olurken sen cezaevine gireceksin, üç gün yatıp öyle gideceksin.’’

Görünürde benim cezam hafif onunki ağırdı ama olan bana oldu. Terhis zamanı tüm hapis cezaları affedildi, o da bizimle çıktı. Olan benim hafta sonu tüm gün boyu sıkıntıdan patlamama ve her saat başı imza vermek için nöbetçi subayının peşinde koşmama oldu.

Aslında siz benim söylediklerime bakmayın. Sözün gelişi konuşuyorum işte. Yoksa, öyle millete yaka silktiren bela bir askerlik de yapmış sayılmam. Her önüne gelen subayın numaramı almasına da anlam veremedim. Suç niteliğinde ‘vukuatım’ falan da olmadı açıkçası. Ne bileyim, hafta sonları ya da arada bir çıktığımız Burdur çarşı izinlerinde azcık içkili dönüyorduk, hepsi bu. Zaten içmeyen yoktu. Benimki zaman zaman azıcık fazla oluyordu, örneğin dönüşte başımızdaki subaylar yürümeme falan yardımcı olmak için kol ve bacaklarıma destek veriyorlardı, başkaca da bir sorun yok. Bunun dışında her askerin sembolik de olsa bir maaşı vardır. Bizim de vardı. O zaman o para tam da kılı kılına bir paket en pahalı yabancı sigara alabilecek kadardı. Para nasılsa az diye, onu almamamızı, Mehmetçik Vakfı’na bağış yapmamızı salık verdiler. Ona da itiraz ettim, ‘ben anti-militaristim. Kuruş vermem’ diye. Beni gören diğerleri de bana uydu. Ona biraz bozuldular. Onun dışındaaaa..ha bir keresinde de Antalya’da dönüş için otobüslerin toplandığı kalkış alanına biraz geciktim. Bak işte bu biraz ayıp oldu. Normalde kural olarak en geç akşam ‘şu saatte’ toplanma alanında olunacaktı. Hadi beş-on dakika geciktim diyelim, en geç ‘şu saatte’ tekerlek dönüş yolunda dönmeye başlayacak. Emir bu. Nasıl uyayım? Benim de bir gün Alanya’ya gezmeye gidesim tuttu. Akşam saat sekizde Alanya kumsallarında bir plaj barda rakımı yudumluyorum, son derece keyifli bir biçimde. Gel de dön. O gün kafayı epeyce bozmuştum, hatta bir ara çevremde bir doktor bulabilir miyim, üç beş gün rapor alabilecek diye düşünmedim de değil. Sonunda şeytana uymadım, döndüm, akşam on’a doğru, 2-3 saatcik bir gecikmeyle. O olayda en az bir hafta hapis cezası kesin bekliyordum hatta çok daha fazla. Ama ondan da yırttım. Hiç ceza vermediler. A bir de okuldan alışkanlık yaptı ya, orada da yemek boykotu organize edesim tuttu.

Olay şu; bizim dönemde ne büyük rastlantı gibi bir büyük bayram var ve hafta sonu tatiliyle birleşiyor. Yani dokuz günlük resmi tatile denk geliyor. Rastlantı işte. Yoksa, bunu önceden düşünüp de özellikle o dönemi seçmiş değiliz. Hiç birimiz öyle insanlar değiliz. Haşa!

Normalde, bizden önceki tüm dönemlerde bu gibi durumlarda izin verilirmiş ve millet de fırsat bu fırsat deyip memleketlerine tüyermiş. Ancak yollarda ölümle sonuçlanan trafik kazaları olunca ve durum Genelkurmay’ın kulağına ulaşınca tugayı sıkıştırmaya başlamış. ‘Bu askerler senin kışlanda değil mi? Ne işi var bunların orda bura? Ne biçim tugay orası. Askerlerinizle ilgilenmiyor musunuz?’ gibilerinden… Biliyorsunuz, normalde yasalara göre, izinsiz olarak bir askerin hatta memurun il sınırları dışına çıkması yasaktır. Tugay da, askerlerin Burdur’da kalacağım sözünü kabul ederek hatta çoğu kitabına uydurup oradan bir göstermelik kalma yeri ayarlamış bile, bu izni vermiş. Doğal olarak izni koparan soluğu Burdur dışında alınca, trafik kazalarıyla işin foyası ortaya çıkıyor. Ve bizim dönemde tüm tatil izinleri de iptal edildi. Doğal olarak biz de ‘bizim başımız kel mi?’ diye isyanlardayız. Yemek boykotu öyle başladı. Şaka maka bir haftaya yakın da sürdü. Sonra baktılar ki hepimiz iğne ipliğe dönmeye başladık, yumuşadılar. Ve dolaylı yoldan şöyle bir öneri sundular. İzin kağıt üzerinde yine Burdur için verilecek. Dışarıya yasak. Ancak, bu izni alabilmek için her askerin birinci dereceden bir yakını gelecek ve bu izne o kefil olarak, askeri de o alıp götürecek. Böylelikle tugay, sorumluluktan da kurtulmuş olacaktı. Yani, bir şekilde başımıza bir iş gelirse, sorumlu yakınlarımız olacaktı. Birinci derece yakınlar yani ana, baba, eş, kardeş… devrede olunca Burdur’da kalacağımız yeri kanıtlamamızı da istemiyorlardı. Sözümüz yeterliydi ancak uyarmayı da ihmal etmiyorlardı ‘biz herhangi bir denetim yapmayacağız. Ancak inzibatlara yakalanmamaya, içeri düşmemeye bakın. Çünkü inzibatlar Merkez Komutanlığı’na bağlı, bedelli medelli dinlemez, cezayı keser.

Beni de bir aile dostumuzla birlikte babam almaya geldi. Alışkınım. Her zamanki gibi yine gizlenerek, saklanarak, özellikle araba Burdur’un içinden dışarıya çıkarken eğilip büzülerek İzmir’e doğru yola çıktık.

Şimdi, burada da şöyle bir gülünç durum çıktı ortaya. Hani tugay komutanlığı, sözümüzü esas kabul edip ayrıca kanıt, ne bileyim kalacağımız yere ilişkin resmi belge istemiyor ya, bizim yazıcı onbaşıya yazdırdığımız ‘Kalacağımız yer’ le ilgili öyle ‘şişkinlik’ler oldu ki, hani sırf onları incelemeye kalksalar, göçtüğümüzün resmi. Herkes kafasından bir ev, otel uyduruyor. Ben de birine sordum ‘ne yazayım?’ diye, Burdur Gölü’nün o taraflarda Büyük Burdur mu, Yeşil Burdur mu, neyse, bırakın gitmeyi hala yerini ve tam adını bilmediğim bir otel adını söylediler, onu yazdırdım. Yazdırırken de sordum bizim yazıcı onbaşıya:

-Nasıl gidiyor? Bir sorun çıkmaz değil mi?

- Dilerim çıkmaz, dedi. Yoksa şu yazdırdıklarınızı okusalar hepimiz mahvolduk.

- Niye?

- Niyesi var mı ya? Yahu ben bu oteli biliyorum. Topu topu yirmi beş yatak kapasitesi var. Ve şu an sen orada kalacağını söyleyen iki yüz otuz birinci kişisin. İncelemeye alırlarsa hepimiz ayvayı yedik.

Neyse, incelemeye almadılar. Sağ salim tümümüz o uzun bayram tatilinde memleketlerimize gittik.

Askerde bir arkadaşla tanışmıştım. Kendisi babasıyla birlikte Kanada’da yaşıyor. İlk ne iş yaptığını sorduğumda, ‘eh işte, kendi halimizde Kanada’da bir süper marketimiz var. Onu işletmeye çalışıyoruz’ dedi. Adamın ‘süpermarket’ dediği bilmem kaç yüz metrekarelik, üç katlı bir yer. Yani günümüzdeki AVM’lerden. Annesi de Karşıyaka’da oturuyordu. İyi oldu. Ben de o zamanlar Ankara’da değil, şimdiki gibi Karşıyaka’dayım. Karşıyaka’da sık sık bir araya geldik, oturduk, içtik. Dönüşü birlikte yapalım diye de sözleştik. Annesi ben de geleyim sizinle, sonra dönerim, dedi. Her ne değin, onun başta gerekli olduğunu, şimdi gelmesine gerek olmadığını söyledikse de dinletemedik. ‘Kaçağız’ ya, kadın oğlunu sağ salim tugaya teslim etmeyi düşünüyor.

Neyse, biz hep beraber bindik otobüse, Burdur’a yola çıktık. Sabaha doğru, kent merkezine 3-5 kilometre kala ben otobüsü durdurdum ‘tamam, burada iniyoruz’ dedim. Bunlar itiraz eder oldu ‘aaa..niye? Bu da başı gibi yerde işimiz ne? Garaja gidelim işte.’’ Al işte, hiç kaçak yaşamamışlar ki, işin inceliğini bilmiyorlar.

‘Tabiii’ dedim, ‘gidelim de keklik gibi enselenelim. Dalga mı geçiyorsunuz? İnzibatlar şimdi garaja karakol kurmuştur. Bizim gibileri bekliyorlar?’

- Aaaaa niye? Sivil kıyafetlerleyiz, dedi benim arkadaş. Nereden bilecekler asker olduğumuzu?

- Tipinden, dedim. Sen aynaya bakmıyor musun? Ta alnında yazıyor asker olduğun. Bir kilometre karşıdan fark edilirsin, merak etme. Asker yanığı bir başka olur. Ne giyersen giy, kendini hemen ele verir.

Fazla beklemedik. O dağ başı gibi ıssız yere on dakika içinde bir taksi geldi. Atladık. ‘Sür’dedim şoföre, ‘girişteki fazla ayak altı olmayan ilk otele.’ Adam işi biliyor ‘tamam abi’ dedi ve istediğim gibi bir yere götürdü. Birkaç saat dinlendikten sonra, kalkıp yemeğimizi de yiyerek akşam saat tam beşte tugay kapısından içeri girdik.

Geçen bölümde, bizden önceki dönemlerde en rahat bölümün ‘ateş-idare’ en ağır yani en çok eğitim yaptırılan bölümün de benim olduğum ‘Orta Batarya’ olduğunu yazmıştım. Bizim dönemde ise tam tersi oldu. En zor bölüm ateş idare, en rahatı da biz olduk. Ateş-İdare’nin en kazıl bölüm olmasının ana nedeni, orada olan Can yüzünden, Can Dündar yüzünden oldu. Can Dündar adı bizim dönemde hem en ‘tu kaka’ edilen hem de en çok yüceltilen bir isim gibiydi. Yüceltilen isimdi çünkü gece gündüz sürekli onun ‘Sarı Zeybek’ belgeseli gösterildi. Rahat, en az otuz-otuz beş izledik. Neredeyse belgeselin her sahnesini, her repliğini ezberlettiler. Aynı Can Dündar, ‘tu kaka’ edilen isim de oldu. Çünkü askere gelmeden kısa bir süre önce o zamanlar çalıştığı Yeni Yüzyıl gazetesinde yazdığı bir yazı, orduyu tepeden tırnağa delirtmişti. Can, bedelli askerliği eleştiren bir yazı yazıyor ve doğru düzgün bir eğitim de görmediğimiz için de, bedellinin gereksiz olduğunu ve bize yapılan masrafı da anlamsız buluyor. Ve yazının bir yerinde, gördüğümüz eğitimi alaycı bir dille eleştirerek, biz bedellileri ‘bir savaş sırasında cepheye hamilelerden sonra gönderilecek kesim’ diye niteliyor. İşte bu söz orduyu ayağa kaldırıyor. Ve ateş-idarenin her yaptığı göze batıyor, arka arkaya cezalar ve ağır eğitim çalışması yaptırıyorlar. Örneğin, yemin töreni sırasında, sevinç naraları, alkışlar olur ya, bunlar da biraz abartarak, keplerini de havaya atıyorlar. Tugay da ‘okul mu burası’ deyip, ateş-idareyi anında kara listeye alıyor.

Örneğin, biz elimize hiç silah almazken ve bir iki spor hareketinin dışında sadece teorik eğitim yaparken, onlar elde silah koşuya çıkarıldılar. Ağır savaş eğitimine sokuldular. Hatta kendilerine fazladan bulaşık yıkattırıldı. O) kep olayından sonra bir gün de çarşı ve Antalya izinleri iptal edildi.

Biz elimize silah almadık dedim de, sadece iki kez yaptığımız atış talimi hariç. İlkinde sanal atış türü bir şey oldu. Elimizdeki lazer ışığı yayan bir tüfekle yaptık ilk atışları. Bunda iyiyim. Beşte beş. Ancak, elimize gerçek tüfek verilince işin rengi değişti. Başta ben olmak üzere çoğumuz döküldük.

Tam atış talimi sırasında başımıza ‘tugi’, yani tugay komutanımız da geldi. Perişan halimizi görünce kızdı. Normalde herkes üç atış yapıp gidecekti. Hepimizin karavanacı olduğunu görünce emri bastırdı. ‘Hiç kimse hedefi vurmadan gitmeyecek. Gerekirse akşama kadar atış talimi yapılacak.’

Sıra bana geldi. Ben ne anlarım tüfekten, elime ilk kez silah alıyorum. İlk atışı yaptım, tepelerde bir yerde bir toz bulutu. Açık ara ıska. İkinci atışı yaptım, biraz aşağılara denk getirdim ama yine ıska. Bu arada tüfek tepti, küt diye burnuma vurdu. Can havliyle ‘ah burnum’ diye bağırdım. Başımızdaki batarya komutanlarından biri bana baktı:

- Ah gözüm diyeni çok gördüm de, burnum diyene ilk defa rastlıyorum. Onu nasıl becerdin? Sen nasıl tutuyorsun tüfeği?

Gösterdim. Beğenmedi.

- Öyle tüfek mi tutulur? Gez-göz-arpacık..bu kadar basit. Hadi şimdi yeniden tut şu tüfeği.

- İyi diyorsun komutanım da, dedim, gez- göz-arpacık ne oluyor?

Şakkadak sertçe aldı tüfeği elimden. Göstereyim, diyerek…

Bu arada yan tarafımdaki kişi tam on ikiden vuruyor. Bizim komutanın gözünden kaçmıyor bu:
- Bak, bu insanlar da eline ilk kez silah alıyor. Ama attığını vuruyor.

Gülümsüyorum, örnek verdiği kişi de bizim savcı. Ona dönüp hafiften alayla takılıyorum:
_ Sen de düzgün kullan şu tüfeği. Eline silah almamışsın, gelip burda bize kötü örnek oluyorsun?

- Almadığımı da kim söyledi?

Yine alaycı gülümsemeyle, başımla bizim batarya komutanını işaret ediyorum. Bu kez ona dönüyor arkadaş :
- Ben Diyarbakır cumhuriyet savcısıyım. Haftada beş gün silahlı eğitimim var benim.

Bu arada ben yeni bir atış denemesi için silahı elime alıyorum. Yere çömelmeden, tüfeği omzuma koydum. Bizim komutan gibi ben de ayakta atış yapacağım.

- Aman ha. Çömel. Yerde yapamıyorsun, ayakta hiç yapamazsın. Kötü teper, düşersin.

Hayır, diyorum. Kafaya taktım. Ayakta yapacağım atışı. Bu arada, nasılsa tepelere denk getiriyoruz ya, en tepede tank türü bir bina gördüm:
- O ne?

- Su deposu.

Gözüm anında kafamda parlayan hinliğin etkisiyle parlıyor:

- Onu vursam kaç gün ceza verirsiniz bana?

- Hiç vermem. Hadi vur. O sizin su deponuz. O delinirse askerlik bitene dek susuz kalırsınız. Hiçbir yerden size su da getirtmem. Hadi vur istersen.

- Yok..şimdilik kalsın.

Ayakta tüfeği omuzuma koydum. Tetiğe bastım. Bizim manga çavuşunun kahkahalarla karışık bağırtısı inletti ortalığı:
- Vurdu! Komutanım, vurdu. Hem de tam on ikiden vurdu. Ama kendi hedefinde değil, yan tarafın hedef tahtasını vurmuş.

Vurdum ya, havalı havalı eline tutuşturdum tüfeği çavuşun.

Önce kendi hedefim olmadığı için ırın mırın edeyim dedi ama batarya komutanımız da ‘bırak gitsin’ dedi, kurtuldum.

Hani demiştim ya, bizim ‘tugi’, yani tugay komutanımız olan tuğgeneral genelde askerin sorunlarına karşı sıcak bakan bir kişi diye. Gerçekten babacan bir kişiydi. Onunla birçok kez karşılaşma olanağım oldu. Birinde, kahvaltı için yemekhaneye geldim. Yine her zamanki gibi, zeytin, reçel ve askeriyenin fındığı bol ya, sabah sabah fındıklı yaz helvası. Fındık o kadar çok bol ki, fındığı ve ondan yapılan helvayı yağdırıyorlar. Ama beş gündür peynir yok. Sinirle çıktım, kantinde parayla yapacağım kahvaltıyı. Kantine geldim, arkamdan tok bir ses:

- Asker ne yapıyorsun burada!

Arkamı bir döndüm bizim tuğgeneral. Anında hazırola geçip ‘emret komutanım’ı çaktım. Ve hemen ekledim:

- Kahvaltı yapmaya geldim komutanım.

- Niye yemekhanede yemiyorsun? Orada çıkıyor ya..

- Beş gündür peynir yok komutanım. Çıkardıklarını yemekten bıktım. Buraya peynir yemeğe geldim.

Ses tonu birden yumuşadı. Son derece babacan bir sesle:
-Aaa tamam o zaman. Hadi afiyet olsun.

Ve ertesi sabahtan itibaren bir peynir çıktı ki, anlatılmaz. Hem en kalitelisinden hem de kişi başına neredeyse rahat 3-4 kişilik bir aileyi fazlasıyla doyuracak kadar, 250-300 gramlık kalıplar. Askerliğin bitimine kadar da sürdü bu.

Genelde teorik eğitim görüyoruz ya bir gün de top başında gördük. Karadenizli genç bir çavuş bize topu anlatıyor. Tepedeki ateş-idare görevlilerinden top başındakilere kadar herkesin görevini tek tek anlatıp, en son ateşleme olayına geçti ve kestirmeden sonuca ulaştı:

Ve bum!

İçimizden top sesi meraklısı bir tip, gıcıkça sordu:

- Eeeee?

- Ne eee’si?

- Hani, top patlamadı ya?

- Bum deduk ya!..

Karadenizli o çavuş arkadaş olayın farkında. O zaman oradan birine sormuştum. Bu atılan silahların maliyeti ne tutuyor diye. Gerçeği değil, sırf kuru sıkı bir top mermisinin tanesinin bile 250 lira olduğu söylendi. Ki o dönem asgari ücret aylık 375 lira..Düşünün savaşa yatırılan serveti…

Ve son olarak da size biraz da tugay doktorumuzdan söz edeyim. Sanırım binbaşıydı. Hafiften uzun boyluca, topluca, özellikle yüzü tombişçe ve askerlerle diyaloğu çok iyi bir adam. İyi niyetli, dost bir yaklaşımı var bizlere karşı. E bizde sırf onun bu tatlı sohbetinden yararlanmak üzere sık sık ona, yani revire koşuyoruz.

Onunla ilk karşılaşmam ilk hafta içinde oldu. Askere gitmeden önce rapor almıştım. Rapor gerçekten de askerden ‘yırtmak’ için değil, ciddi bir rahatsızlık geçirmiştim. İmge’de çalıştığım günlerde, sabahlara dek arka arkaya aralıksız bol koyu kahve içip dosya okumaktan- ki bir ara günde bin sayfa okuduğum oluyordu, sırf kitapları baskıya yetiştirmek için – bir taşikardi krizi geçirdim. Ama nasıl kriz? Resmen çok güçlü bir yumruk yemişçesine üç- beş metre öteye savruldum. Aralıksız titreme ve makineli tüfek gibi sayılamayan bir nabız atışıyla da iki gün yataktan kalkamadım. Elektro çektirdim, net bir biçimde kriz çıktı. Taşikardi aslında normalde pek önemsenen bir hastalık değil. Ancak tedavi edilmezse hele kriz geçirdiyseniz ölümcül olabiliyor. Örneğin, yine bizimle birlikte içeri giren arkadaşlarımızdan biri, Erdinç, tam da Mülkiyelilere gelirken, birliğe 20-25 metre kala ikinci krizde yere yığıldı ve öldü. Bu nedenle askerlik şubemden ‘ağır spor ve savaş eğitimi yapamaz’ diye rapor almıştım. Gelir gelmez bizim tugay doktoruna, çektirdiğim elektroyla birlikte bu raporu verdim ve raporumu bir de ona onaylattırdım. Onaylattırdım da, eğitim de dinleyen yok, ille spor hareketleri yaptıracaklar. Yeniden gittim bizim tonton binbaşıya. Anlattım durumu, bana ciddi bir rapor lazım, hastaneye sevk et dedim. Tamam, artık her sabah askeri araçla ve benim gibi kendini hastaneye sevk eden kişilerle hastaneye gidip gelmeye başladım. İyi de gittiğimiz Burdur Devlet Hastanesi. Askerler için ayrı bir birim yok. Tüm branşlara sivil halkla birlikte giriliyor ve bunun için de sabahın köründe sıraya girmek gerekiyor. Bizim gittiğimiz saatlerde yani ona doğru, erken bir sıra almaya olanak yok. Gelmiyor. Bir hafta böyle geçti. Artık kendimi suçlu görmeye başladım. Sıkıldım da hastane ortamından. Sıra nasılsa hiç gelmeyecek, her gün anlamsızca oraya gitmek anlamsız gelmeye başladı. Vazgeçtim gitmekten, söyledim bizim tugay doktoruna.

- İstersen Isparta’ya, tümen hastanesine göndereyim. Orada devlet hastanesi değil, bizzat Gülhane’ye bağlı askeri hastane var. Yalnız orası çok ciddi bir yer. Bir şey bulmazlarsa çok ağır ceza verirler. Bulurlarsa da hem her türlü raporu sen istemesen de verirler hem de kesin iyileştirirler.

- Hayır, istemem.

- Niye? Hastalığın numara mı?

- Değil tabi ki. Gülhane’nin çok çok iyi bir hastane olduğunu da biliyorum. Benim korkum, ciddi bir kontrolden geçirip önemli bir sorun bulmalarında. Ya bir de başıma ameliyat çıkarırlarsa..

- Daha ne istiyorsun? Dışarda dünyanın parasını vereceğin her türlü ameliyat orada en iyi şekilde yapılır işte.

- Yok, bu saatten sonra hastane köşelerinde sürünmek istemiyorum.

Bizim tombiş doktor, beni tüm sporlardan muaf tutacak yeni bir rapor hazırladı. Ben de her sabah eğitime katılmaya başladım. Spor olduğunda raporlu olduğumu belirtip, ayrılıyordum. İlk anda biraz tepki çekti. Batarya komutanı biraz da beni azınlığa düşürüp ‘ezmek’ için, alaycı bir ses tonuyla ‘var mı başka eğitime katılmak istemeyen. Söz, rapor da istemeyeceğim. ‘ diyordu. Aklınca tek başıma kalacağımı ya da birkaç kişi çıkacağını, çoğunluğun seve seve eğitim yapmak istediğini bana kanıtlamak istiyordu. Bataryada toplam 12-13 manga var ve her mangada da 13-14 kişi bulunuyor. Önce bir kişi geldi yanıma ben de istemiyorum, diye..sonra bir..bir daha..derken yüz otuz küsur kişiden istiyorum diyen sadece 12-13 kişi kaldı. Ezici bir çoğunluk yanımda yer aldı. Hiddetlendi bizim komutan ‘çıkın, gözüm görmesin sizi..

Sonra da ekledi:
- Yalnız her dönem spor yarışmaları yapılır tugay içinde. Başından beri yani altı dönemdir biz birinci oluyoruz. Bu dönem ona katılacaksınız hepiniz. Şu an kupa bizde ve bu dönem de yine bizde kalacak. Söyleyin bakalım n’apıyor muşuz kupayı?

Hepimizden gür bir ses yükseldi:

- Verip de gidiyoruz!

- sürecek -    

dizin    üst    geri    ileri  

 



 36 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi yedi eylül iki bin on yedi   / 24