Eleştirel gerçekçi şiir felsefi bir içeriktir. Bunu böyle doğrudan
nitelendirdiğim için diyalektik ve tarihsel maddeci yöntemden
uzaklaştığım sanılmasın. Ülkemizde Yücel Kayıran’ın felsefi şiir
kavramıyla kimi benzerlikler taşısa da farklı bir şey, bu söylediğim.
Kayıran ile otaklaştığımız yan, felsefi poetikanın insanın bütünsel
varlığına yönelik içtenlik kurmaya çalışmasıyla ilgili olan öz bilinci.
Fakat Kayıran felsefi şiiri her ne kadar trajik olan bir çatışmaya,
başkaldırıya bağlasa da, çıkışsızlık, yokluk, hiçlik endişesinde yoğrulan
bir içtenlik olarak baştan metafizik bir varlığa kapı aralıyor.* Son
zamanlarda moda olduğu haliyle, şiirin duyusal olarak varlıkla, doğayla,
evrenle, insanla kurmak durumunda olduğu dolaysız ilişkiden bahsede
duruyoruz; bu ilişkiyi felsefi terimiyle varlığa içkinlik olarak
tanımlamak mümkün. Duyusal alan deneyimlediğimiz alandır; fiziki
dürtülerimizin, zihinsel itkilerimizin, arzularımızın doyurulmaya
çalışıldığı her türlü somut olgu ve ilişki biçimidir. Tüm bu arzu ve
ihtiyaçlar onlara ulaşma zorluğu ve uygunluğuna göre Spinoza’nın bize
söylediği biçimiyle varoluşumuzu gerçekleştirecek sevinç ya da
engelleyecek keder olarak iki temel duygulanım yaratırlar. Sevinç ya da
kedere yol açan tüm duygular, yansıdıkları nesnelerin değişimiyle bağlı
zaman içinde bir tarih ve bellek oluştururlar fakat bu bellek ya da tarih
salt onu yaşayan bireye ait değildir; insan diğer tüm varlıklar gibi
doğayla, evrenle ilişki içerisindedir ve gereksinimlerini üretebilen,
zihinsel süreçlerin dâhil olduğu toplumsal bir yaşamla bağlı olması, onu
diğer canlı, cansız varlıklardan ayıran özelliğidir.
Bireyin iç dünyasına kaçışı ve anlam kayması
Şiiri sadece varlıkla doğrudan duyusal ilişkiye dayandıran imgeci şiir,
felsefi şiir, deneysel şiir, saf şiir gibi tanımlamalar varlık, birey
evren ilişkisini doğrudan ele alarak bireyin toplumsal, sınıfsal
gerçekliğini ve bunun oluşturduğu özdeşlik ve tarihsellik bağlamını
ortadan kaldırırlar. Burada tarihsellik basit bir kronoloji değil, emeğin
üretim hareketi ile koşullanan tüm olguların kendisinden öncesi ve
sonrasıyla oluşturduğu bağlamın (belirlenimin) bilincidir. Bilgiyi sadece
duyusal algıya dönüştürdüğümüzde, yaşamdan (nesnel gerçeklikten) kopuk
kişinin günlük deneyimine, tasarımına, keyfine dönük bir öznellik
yaratmış oluruz; bugün her türlü ifadeyi, söylemi, mesajı ideolojik
olmakla, siyasi kalıplara dayanmakla eleştiren imgeci veya deneysel şiir,
özdeş kavramları varlığın dışarıda bırakarak bir soyma işine girişmek ve
her tür aklın, öğretinin dışında sezgisel, gizlerle dolu bir saflığa
erişmek istiyor.
Bugünün burjuva dünyasında (ki burjuvaların aristokrasiden iktidarı
aldığı ilk dönemden bu yana) evet, hakim kavramlar yanılsamalı ve
yozlaşmıştır; erki temsil ederler. Akıl bedenden ayrışıp, İnsana karşı
yönelmiş; sömürüyü, eşitsizliği, savaşı, çevre kirliliğini tamamen
ortadan kaldırmak yerine zaman zaman totaliterliğe dönüşebilen çeşitli
burjuva yönetimler altında dengeleyici ve uzlaştırıcı bir anlama
bürünmüştür. Bu karamsarlık, boğuntu karşısında gidilecek tek sığınak
vardır; bireyin kendi iç dünyası; bu yaklaşımın, günümüz sanatında
karşılığı ise saf biçim, açık bir ifadeyle “sınıftan, mücadeleden,
direnişten” kaçıştır.
Bu açıdan bakıldığında şiir, sadece sözcüğe, görsel şölene, ucu açık
biçimsel tasarımlara indirgenir. Nesneyi toplumsal, tarihsel bağlamından
koparıp kendi içine hapseder ve oradan bireyin kendi somut deneyimlerine
göre bir öznellik kurar, bu öznellik sanatta yaratıcılığa, özgünlüğe
işaret eden yeni bir yaratım değil, sözcüğü bağlamdan koparma, anlamı
yıkmadır. Göstergeler aracılığıyla yapılandırılmaya çalışılan
bağdaştırmalar, çağrışımlar, öznel duyuştan anlama varması gerekirken
yatağında denize ulaşmadan kuruyan bir nehir gibi sözcüğün soyut
varlığından öteye taşınmazlar. Estetik haz, anlamın kopan ve yabancılaşan
yapısından dolayı karartılır.
“Malarme”nin şiir sözcüklerle yazılır ifadesine sıkça başvurur deneysel
şiiri savunan bir kesim. Mallaerme’nin, bir soruya cevaben kast ettiği
fikir, şiirin düşünceyle, duyguyla, ideolojiyle, söylemle
yazılamayacağıdır. Burada burjuva dünyasındaki aşkınsal düşünmenin, son
yorumunu Hegel’de bulan genel kavramların, anlamların şiiri soluksuz
bıraktığına, özünü bozduğuna dair bir gönderme vardır. “Sözcükler şiirin
dinidir” veya “Düş kırıcı gerçeği saklamak için boşluğu maskelemek” ve
“temel hiçliği bir dekor ile kaplamak gerekir “ derken Mallarme bu
sıkıntıyı olduğu gibi dile getirir. (Alıntı: Aydanur Saraç Blog, Şiir,
Sanatı Görkemi Dile Getirir)
Marx’ta yabancılaşmış duyusallık kavramı
Marx’a göre bilgi duyusal varoluştur ve insanın toplumsal devinimiyle
kendinden diyalektiktir. Marx burada asla bir aşkınsallığa, idealizme
başvurmaz, aklı duyusala üstün kılmaz, soyutu somutun üstünde tutmaz; tüm
bunların arasında diyalektik, özdeş bir ilişki kurar. Evrendeki ve
toplumdaki duyusal varoluşumuz bağlamdır ve bu bağlam dildir. Anlam ise
bu bağlamın karşılıklı ilişkiler içerisindeki özü, görünümüdür. O halde
bugün postmodern yaklaşımlar, neden sözcüklerin özdeş kavramları,
anlamları olamayacağını sözcüğün sadece görsel bir sunuş, özdeş anlamı
soyan kendi içinde yersiz yurtsuz bir tasarım olduğunu savunmaktadırlar.
Bunun, epistemik koşullayıcısı, yukarıda bahsettiğimiz gibi, eşitlik
kuracağı ve insana hak ettiği çoklu duyusal zenginliği vereceğine
inanılan modernizmin yani burjuva toplumunun tam bir hayal kırıklığı
yaratması, getirdiği misli sömürüyle eşitsizlikle, savaşlara ve faşizme
yol açmasıdır. Aydınlanmanın temsil ettiği özgürlük, demokrasi, ulus,
birlik, akıl, bilim, hukuk, vicdan gibi kavramlar aşınmaya uğramış
Nietzsche Heidegger ile başlayan; Lyotard, Derida, Foucault, Deleüze,
Lacan gibi postyapısalcı düşünürlerle devam eden bir yapı söküm
başlatılmıştır.
Spinoza’nın içkinlik felsefesi, saf ontoloji olarak çarpıtılmış, eksik
bırakılmış; onun varlığı, insanı evren olarak birleştiren, özdeşleştiren
töz kavramı ve kolektif direniş ve güç inşa etme becerisi yok
sayılmıştır. Metafizik ontolojiye dayanan bu düşünme şeklinin sanattaki
izdüşümü simge, imge, gösterge, deney fetişizmi ile anlamsızlıktır.
Örneğin Yücel Kayıran’a göre ifadesel şiir ideolojiktir, güdümlüdür,
özgür değildir, varlığa içkin değildir. Peki ama sanatsal yapıtta, bağlam
kuran, ifadesel yapı oluşturan göstergeler, duyusal varoluşun derinlikli
bir haz kıvrımı olan estetikten uzaklaşır mı?
Her türlü aşkınsallığa karşı çıkacağız, idealizmin tüm yüklerini
sırtımızdan atacağız diye bedeni bu denli merkeze çekerken, bedenin
deneyimini, toplumsal yaşamdaki varlığını nasıl anlıyoruz? Örneğin beden
kendi emeğini kontrol edebiliyor mu? Arzularını doyurmaya çalışırken
emeğinin sonuçlarını belirliye biliyor mu? İnsan bedeni ve doğası;
tarihin bir sonucuyken tarihin kaynağı nasıl olur ve sözcükleri saf
olarak belirler?
Beden, özel mülkiyet çatışması
Terry Aegleton Estetiğin İdeolojisi’nde, “Hayvanlar âleminde bir tür var
ki konuşma yetisine sahiptir ve çalışmak zorundadır. Bu tür diğer hayvan
türlerinden farklı olarak bir tarih üretir; işte Marksizm bu tarihin
nasıl insan bedeninin kontrolünden çıktığının ve onu nasıl kendiyle
çelişik hale getirdiğinin hikâyesidir de. “ der. (Sf:254)
Marx Grundiss’te bedeni toprağın bir uzantısına dönüşümü olarak tanımlar.
Sermaye ise kapitalist varlık sağlayan bir bedendir ve ona bir bilinç
sağlar. O halde Marx’a göre insan bedenin deneyimi, ihtiyaçlarını
karşılamak üzere birlikte çalışmak zorunda olduğu emek hareketi veya
üretim biçiminin özdeşliğinde temellenir. Deneyim, Nietzsche, Deleüze
gibi ontik metafizikçilerin aksine saf bir duyusal algı değil üretimsel
nesnelliğin ve belirlenip etkilediği kültürel yapının bir yansımasıdır.
Yabancılaşma toplumunda özellikle Marx’ın kuramlarını oluşturduğu
kapitalist çağda emeğin hareketi özgür değil zorunlu bir sömürü
biçimidir. Bedenin gerçek canlılığı, arzuları ile mevcut sömürü düzeni
arasında ortaya çıkan bu uyumsuzluk, yarılma ve çatışma sınıflı toplumda
devlet, polis, ordu, siyaset, hukuk, ahlak, kültür, kurumlar gibi bir
dizi bütüncül çalışan mekanizma ile durdurulur ve yönetilir. Bu durum
tekil birey olarak bedenin ve tümel olarak toplum bedeninin bastırılması,
inkârı ve paradoks şeklide devlette, hukukta, sandık ve oy hakkında
idealize edilip yüceltilmesi için bir ekonomik/politik çark oluşturur.
O halde duyusal ifade sömürü toplumunda özgür değil yabancılaşmıştır.
Grundiss’te Marx “Özel Mülkiyet, insanlığın kendi bedenine
yabancılaşmasının duyusal ifadesidir, sahip olduğumuz duyusal bolluğunun
yerini tek bir mülkiyet dürtüsüne bırakmasıdır, bütün fiziksel ve
zihinsel duyuların yerini; bütün bu duyuların yabancılaştırılması yani
sahip olma duygusu almıştır. (…) Bu yüzden özel mülkiyetin ortadan
kaldırılması insanın tüm duyularının ve özniteliklerinin özgürleşmesidir,
ama bunların insani duyular ve öznitelikleri oluşu da bu özgürleşme
sayesindedir” der. (Estetiğin İdeolojisi, sf: 255 /257)
Marx’a göre duyular ancak dolaysız (sınıfsız) pratiklerinde kuramcı
olabilirler; duyusal dil özel mülkiyetin dili olmaktan çıkar ve kavramlar
doğrudan insanın emeğindeki, bedenindeki gücü, bilgiyi, anlamı, saflığı
yansıtır ve estetiği yaratır. Estetik bir yaşam sürmemizin tek yolu
bedenlerimizi doğru duyumsamaksa, bunu yaratmanın yolu Marx’ta devleti
yıkmak, özel mülkiyeti kaldırmaktır. Nietzsche ve Deleüze’de birey tüm bu
yaşam pratiğinden ve emeğe yabancılaşma gerçekliğinden ayrı yalıtılmış
beden olarak ele alınır ve bireyin varlığa içkin saf bir kavramlaştırma
yapılabileceği, kendi çabalarıyla, güç istenciyle taleplerini
kurabileceği ve sevincini inşa edebileceği savunulur. Marx’a göre ise
özgür duyusal öznellik ancak tarihin nesnel dönüşümüyle gelecektir ve
duyusal zenginlik tüm bir insan doğası tarihinin birikimiyle
gelişmektedir.
Toplumsal yaşamdan kopuk anlamlandırma soyut ve metafiziktir
Terry Eaglaton’a göre de şiirin varlığa içkin olması, onun karmaşık
toplumsal bağlamıyla ilintilidir. “Bireysel bir nesnenin biricik bir
fenomen olmasının sebebi, öteki nesnelere bir ilişkiler ağıyla bağlı
olmasıdır. (...) bu ilişkiler ve etkileşimlerinden izole edilip incelenen
nesne bütünüyle soyuttur.(Şiir Nasıl Okunur, sf: 224) Yine Eagleton’un
bize Marx’ın Grundrisse’inden aktardığına göre, örneğin para kavramı
soyuttur, çünkü asıl gerçekliğin çıplak, giriş niteliğindeki bir
taslağından fazlası değildir. Ancak para fikrini onun karmakarışık
toplumsal bağlamına yeniden oturttuğumuz ve paranın emtialar, ticaret,
üretim ve benzeri şeylerle ilişkisini incelediğimiz zaman onun çok
katmanlı içeriğine uygun somut bir kavram üretebiliriz.
Şiirle örneklersek, yeşil yaprak tek başına soyuttur, mavi yaprak demek
de yeşil yaprak kadar soyuttur ve bu görsel söz öbeğinden bir şiir
yaratmış olmayız. Sözcükleri şiir haline getiren, onların ahenk, ritim,
mecaz, sözdizimi gibi biçem unsuru başarılarının dışında bütünle olan
ilişkileridir. Yani şiir köktür, daldır, ağaçtır, ormandır, dünyadır,
soluktur, yaşamdır, yaprak kimi yerde rant kimi yerde savaş kurbanıdır.
Eagleton İmgelem başlığını şöyle sonlandırır: “ Benzer biçimde Yuri
Lotman için de bir şiir, tam da birbiriyle etkileşim halindeki çok sayıda
sistemin ürünü olduğu için somuttur. İmgeci şiirde olduğu gibi, imgelemi
gurulu bir biçimde yalnız bırakmak için bu sistemlerin bazılarını (
gramer, sözdizimi, ölçü ve benzerlerini) önleyebilirsiniz, ancak bu,
görünürde olduğu gibi bir bütünleşme değil, imgelemin bağlamından
soyutlanmasıdır.” (a.g.e, sf: 225)
Toplumcu düşünce, eleştirel gerçekçilik
İnsan yabancılaşmış duyusalı kavrarken belli bir sınıfın, çağın, tarihin,
toplumun, ulusun insanıdır. Sanatçının bireysel ve toplumsal görüşü ve
yaratımı üzerindeki etkisi, bu gerçekliği nasıl kavradığıyla ilgilidir.
Ernst Fischer Sanatın Gerekliliği’nde, sanatçının gidebildiği yere kadar
toplumsal gerçekliğin gelişmesine uymasını umut eder ve burada Kafka’nın
Dava romanından örnek vererek sanatçının tarafsızlığının, aslında
toplumsal gerçeklere uyan bir görüş olasılığına sırt çevirmek olduğuna
değinir.
Franz Kafka “Bir davada ancak bir yanı tutan kişi yargılayabilir, ama yan
tuttuğu için yargılayamaz. Bu yüzden dünyada yargılama olanağı değil,
yalnızca bu olanağın bir pırıltısı vardır” derken bu geçeği biliyordu.
Kişinin ancak belli bir görüş açısından algılayabileceği veya
yargılayabileceğini biliyordu (…) Oysa Kafka kimsenin yan tuttuğu için
yargılamayacağını söylerken, güdümlü olmakla birlikte kaba çizgileriyle
toplumsal gerçeklere uyan bir görüş olabileceğini görmezden geliyor."
(Sf:
110/111)
Devamında Fischer Kafka’nın (diyalektik ve tarihi maddeci yöntemle
gözlemleyebildiğimiz) gerçeğin; ölmekte olan, köhnemiş parçalarını
görürken doğmakta olan kısmını ya da gelmekte olanı göremediğini ve
karamsarlığa düştüğünü ima eder.
Fischer aynı eserinde, Gertrude Stein’in şiirinden örnek verirken şöyle
der : “Tılsımlı bir dua okur gibi ‘Bir gül bir güldür bir güldür bir
güldür” dediği zaman bu etkiyi yaratmak istiyor üzerimizde; her türlü
toplumsal gerçekliği bir yana bırakmamızı, bütün bağlarımızı koparmamızı,
tılsım yoluyla “kendi başına bir şey’e” dönüşen tek bir nesne üzerinde
durmamızı istiyor.”(Sf:99)
Başa dönersek burjuva dünyanın tüm bu çirkinliğinden, insan karşıtı
akılcılığından rahatsızlık duyan şairin, kaba bir materyalizmle varlığa
kaçışı ve oradan hareketle mutlak bir duyuş ve mitsel sezgi geliştirme
çabası hiçleşmiş sözcükler yığınına götürüyor bizi.
Fischer’ın toplumcu gerçekçilik konusundaki sözleriyle kayda değerdir:
“Toplumcu sanatçı, emekçi sınıfının tarihsel görüş açısını benimser. (…)
Başka bir deyişle, toplumcu sanat büyüme sürecinde olan toplumcu düzenle
kendisi arasında bir özdeşlik kurar. Sanatçı çevresindeki dünyaya
romantik bir ayaklanma içinde değildir artık. Ne var ki, “ben’le toplum
arasındaki denge de hiçbir zaman dural değildir; bu denge sürekli
çatışmalar ve çelişmelerle sıkı sık yeniden kurulmak zorundadır “ (a.g.y,
sf: 112)
Varlığı tarihsel, toplumsal bir bağlam olarak ele alırken içerdiği yeni
belirlenimleri görmek kuşkusuz ki yeni biçimleri kurmayı gerektirir.
İmgeci şiir derken karşı çıktığım imge olmadığı gibi, saf şiir derken de
karşı çıktığım sözcükler değil onların gerçekliği yıkarken yeniden anlamı
kurmayışı ve gize, bilinmezliğe yönelişidir. Eski biçimlerle yeniyi
anlatamayacağımız gibi yeni biçimlerle eskiyi anlatamayız; gelmekte olanı
görebiliyorsa şair onun biçimlerini görmeli, çünkü gerçeklik biçimiyle
vardır; bu biçimi algılayıp düş, heyecan ve özgünlüğüyle yeniden, en
farklı şekliyle biricik kurmak ise şairin estetik becerisidir. Marx’a
göre zaten estetik, acil ihtiyaçlar karşılandıktan sonraki evrensel
kolektif emeğin taşmasıdır, yani bedendeki arzunun zorunlu özsel
gereksinimler gerçekleştikten sonraki özgür biçimlenen tutkusudur.