DÜŞÜNSEL METİN

Berivan Kaya  








Eleştirel Gerçekçi Şiir ve Marksist Estetik



Eleştirel gerçekçi şiir felsefi bir içeriktir. Bunu böyle doğrudan nitelendirdiğim için diyalektik ve tarihsel maddeci yöntemden uzaklaştığım sanılmasın. Ülkemizde Yücel Kayıran’ın felsefi şiir kavramıyla kimi benzerlikler taşısa da farklı bir şey, bu söylediğim. Kayıran ile otaklaştığımız yan, felsefi poetikanın insanın bütünsel varlığına yönelik içtenlik kurmaya çalışmasıyla ilgili olan öz bilinci. Fakat Kayıran felsefi şiiri her ne kadar trajik olan bir çatışmaya, başkaldırıya bağlasa da, çıkışsızlık, yokluk, hiçlik endişesinde yoğrulan bir içtenlik olarak baştan metafizik bir varlığa kapı aralıyor.* Son zamanlarda moda olduğu haliyle, şiirin duyusal olarak varlıkla, doğayla, evrenle, insanla kurmak durumunda olduğu dolaysız ilişkiden bahsede duruyoruz; bu ilişkiyi felsefi terimiyle varlığa içkinlik olarak tanımlamak mümkün. Duyusal alan deneyimlediğimiz alandır; fiziki dürtülerimizin, zihinsel itkilerimizin, arzularımızın doyurulmaya çalışıldığı her türlü somut olgu ve ilişki biçimidir. Tüm bu arzu ve ihtiyaçlar onlara ulaşma zorluğu ve uygunluğuna göre Spinoza’nın bize söylediği biçimiyle varoluşumuzu gerçekleştirecek sevinç ya da engelleyecek keder olarak iki temel duygulanım yaratırlar. Sevinç ya da kedere yol açan tüm duygular, yansıdıkları nesnelerin değişimiyle bağlı zaman içinde bir tarih ve bellek oluştururlar fakat bu bellek ya da tarih salt onu yaşayan bireye ait değildir; insan diğer tüm varlıklar gibi doğayla, evrenle ilişki içerisindedir ve gereksinimlerini üretebilen, zihinsel süreçlerin dâhil olduğu toplumsal bir yaşamla bağlı olması, onu diğer canlı, cansız varlıklardan ayıran özelliğidir.


Bireyin iç dünyasına kaçışı ve anlam kayması

Şiiri sadece varlıkla doğrudan duyusal ilişkiye dayandıran imgeci şiir, felsefi şiir, deneysel şiir, saf şiir gibi tanımlamalar varlık, birey evren ilişkisini doğrudan ele alarak bireyin toplumsal, sınıfsal gerçekliğini ve bunun oluşturduğu özdeşlik ve tarihsellik bağlamını ortadan kaldırırlar. Burada tarihsellik basit bir kronoloji değil, emeğin üretim hareketi ile koşullanan tüm olguların kendisinden öncesi ve sonrasıyla oluşturduğu bağlamın (belirlenimin) bilincidir. Bilgiyi sadece duyusal algıya dönüştürdüğümüzde, yaşamdan (nesnel gerçeklikten) kopuk kişinin günlük deneyimine, tasarımına, keyfine dönük bir öznellik yaratmış oluruz; bugün her türlü ifadeyi, söylemi, mesajı ideolojik olmakla, siyasi kalıplara dayanmakla eleştiren imgeci veya deneysel şiir, özdeş kavramları varlığın dışarıda bırakarak bir soyma işine girişmek ve her tür aklın, öğretinin dışında sezgisel, gizlerle dolu bir saflığa erişmek istiyor.

Bugünün burjuva dünyasında (ki burjuvaların aristokrasiden iktidarı aldığı ilk dönemden bu yana) evet, hakim kavramlar yanılsamalı ve yozlaşmıştır; erki temsil ederler. Akıl bedenden ayrışıp, İnsana karşı yönelmiş; sömürüyü, eşitsizliği, savaşı, çevre kirliliğini tamamen ortadan kaldırmak yerine zaman zaman totaliterliğe dönüşebilen çeşitli burjuva yönetimler altında dengeleyici ve uzlaştırıcı bir anlama bürünmüştür. Bu karamsarlık, boğuntu karşısında gidilecek tek sığınak vardır; bireyin kendi iç dünyası; bu yaklaşımın, günümüz sanatında karşılığı ise saf biçim, açık bir ifadeyle “sınıftan, mücadeleden, direnişten” kaçıştır.

Bu açıdan bakıldığında şiir, sadece sözcüğe, görsel şölene, ucu açık biçimsel tasarımlara indirgenir. Nesneyi toplumsal, tarihsel bağlamından koparıp kendi içine hapseder ve oradan bireyin kendi somut deneyimlerine göre bir öznellik kurar, bu öznellik sanatta yaratıcılığa, özgünlüğe işaret eden yeni bir yaratım değil, sözcüğü bağlamdan koparma, anlamı yıkmadır. Göstergeler aracılığıyla yapılandırılmaya çalışılan bağdaştırmalar, çağrışımlar, öznel duyuştan anlama varması gerekirken yatağında denize ulaşmadan kuruyan bir nehir gibi sözcüğün soyut varlığından öteye taşınmazlar. Estetik haz, anlamın kopan ve yabancılaşan yapısından dolayı karartılır.

“Malarme”nin şiir sözcüklerle yazılır ifadesine sıkça başvurur deneysel şiiri savunan bir kesim. Mallaerme’nin, bir soruya cevaben kast ettiği fikir, şiirin düşünceyle, duyguyla, ideolojiyle, söylemle yazılamayacağıdır. Burada burjuva dünyasındaki aşkınsal düşünmenin, son yorumunu Hegel’de bulan genel kavramların, anlamların şiiri soluksuz bıraktığına, özünü bozduğuna dair bir gönderme vardır. “Sözcükler şiirin dinidir” veya “Düş kırıcı gerçeği saklamak için boşluğu maskelemek” ve “temel hiçliği bir dekor ile kaplamak gerekir “ derken Mallarme bu sıkıntıyı olduğu gibi dile getirir. (Alıntı: Aydanur Saraç Blog, Şiir, Sanatı Görkemi Dile Getirir)


Marx’ta yabancılaşmış duyusallık kavramı

Marx’a göre bilgi duyusal varoluştur ve insanın toplumsal devinimiyle kendinden diyalektiktir. Marx burada asla bir aşkınsallığa, idealizme başvurmaz, aklı duyusala üstün kılmaz, soyutu somutun üstünde tutmaz; tüm bunların arasında diyalektik, özdeş bir ilişki kurar. Evrendeki ve toplumdaki duyusal varoluşumuz bağlamdır ve bu bağlam dildir. Anlam ise bu bağlamın karşılıklı ilişkiler içerisindeki özü, görünümüdür. O halde bugün postmodern yaklaşımlar, neden sözcüklerin özdeş kavramları, anlamları olamayacağını sözcüğün sadece görsel bir sunuş, özdeş anlamı soyan kendi içinde yersiz yurtsuz bir tasarım olduğunu savunmaktadırlar. Bunun, epistemik koşullayıcısı, yukarıda bahsettiğimiz gibi, eşitlik kuracağı ve insana hak ettiği çoklu duyusal zenginliği vereceğine inanılan modernizmin yani burjuva toplumunun tam bir hayal kırıklığı yaratması, getirdiği misli sömürüyle eşitsizlikle, savaşlara ve faşizme yol açmasıdır. Aydınlanmanın temsil ettiği özgürlük, demokrasi, ulus, birlik, akıl, bilim, hukuk, vicdan gibi kavramlar aşınmaya uğramış Nietzsche Heidegger ile başlayan; Lyotard, Derida, Foucault, Deleüze, Lacan gibi postyapısalcı düşünürlerle devam eden bir yapı söküm başlatılmıştır.

Spinoza’nın içkinlik felsefesi, saf ontoloji olarak çarpıtılmış, eksik bırakılmış; onun varlığı, insanı evren olarak birleştiren, özdeşleştiren töz kavramı ve kolektif direniş ve güç inşa etme becerisi yok sayılmıştır. Metafizik ontolojiye dayanan bu düşünme şeklinin sanattaki izdüşümü simge, imge, gösterge, deney fetişizmi ile anlamsızlıktır. Örneğin Yücel Kayıran’a göre ifadesel şiir ideolojiktir, güdümlüdür, özgür değildir, varlığa içkin değildir. Peki ama sanatsal yapıtta, bağlam kuran, ifadesel yapı oluşturan göstergeler, duyusal varoluşun derinlikli bir haz kıvrımı olan estetikten uzaklaşır mı?

Her türlü aşkınsallığa karşı çıkacağız, idealizmin tüm yüklerini sırtımızdan atacağız diye bedeni bu denli merkeze çekerken, bedenin deneyimini, toplumsal yaşamdaki varlığını nasıl anlıyoruz? Örneğin beden kendi emeğini kontrol edebiliyor mu? Arzularını doyurmaya çalışırken emeğinin sonuçlarını belirliye biliyor mu? İnsan bedeni ve doğası; tarihin bir sonucuyken tarihin kaynağı nasıl olur ve sözcükleri saf olarak belirler?


Beden, özel mülkiyet çatışması

Terry Aegleton Estetiğin İdeolojisi’nde, “Hayvanlar âleminde bir tür var ki konuşma yetisine sahiptir ve çalışmak zorundadır. Bu tür diğer hayvan türlerinden farklı olarak bir tarih üretir; işte Marksizm bu tarihin nasıl insan bedeninin kontrolünden çıktığının ve onu nasıl kendiyle çelişik hale getirdiğinin hikâyesidir de. “ der. (Sf:254)

Marx Grundiss’te bedeni toprağın bir uzantısına dönüşümü olarak tanımlar. Sermaye ise kapitalist varlık sağlayan bir bedendir ve ona bir bilinç sağlar. O halde Marx’a göre insan bedenin deneyimi, ihtiyaçlarını karşılamak üzere birlikte çalışmak zorunda olduğu emek hareketi veya üretim biçiminin özdeşliğinde temellenir. Deneyim, Nietzsche, Deleüze gibi ontik metafizikçilerin aksine saf bir duyusal algı değil üretimsel nesnelliğin ve belirlenip etkilediği kültürel yapının bir yansımasıdır. Yabancılaşma toplumunda özellikle Marx’ın kuramlarını oluşturduğu kapitalist çağda emeğin hareketi özgür değil zorunlu bir sömürü biçimidir. Bedenin gerçek canlılığı, arzuları ile mevcut sömürü düzeni arasında ortaya çıkan bu uyumsuzluk, yarılma ve çatışma sınıflı toplumda devlet, polis, ordu, siyaset, hukuk, ahlak, kültür, kurumlar gibi bir dizi bütüncül çalışan mekanizma ile durdurulur ve yönetilir. Bu durum tekil birey olarak bedenin ve tümel olarak toplum bedeninin bastırılması, inkârı ve paradoks şeklide devlette, hukukta, sandık ve oy hakkında idealize edilip yüceltilmesi için bir ekonomik/politik çark oluşturur.

O halde duyusal ifade sömürü toplumunda özgür değil yabancılaşmıştır. Grundiss’te Marx “Özel Mülkiyet, insanlığın kendi bedenine yabancılaşmasının duyusal ifadesidir, sahip olduğumuz duyusal bolluğunun yerini tek bir mülkiyet dürtüsüne bırakmasıdır, bütün fiziksel ve zihinsel duyuların yerini; bütün bu duyuların yabancılaştırılması yani sahip olma duygusu almıştır. (…) Bu yüzden özel mülkiyetin ortadan kaldırılması insanın tüm duyularının ve özniteliklerinin özgürleşmesidir, ama bunların insani duyular ve öznitelikleri oluşu da bu özgürleşme sayesindedir” der. (Estetiğin İdeolojisi, sf: 255 /257)

Marx’a göre duyular ancak dolaysız (sınıfsız) pratiklerinde kuramcı olabilirler; duyusal dil özel mülkiyetin dili olmaktan çıkar ve kavramlar doğrudan insanın emeğindeki, bedenindeki gücü, bilgiyi, anlamı, saflığı yansıtır ve estetiği yaratır. Estetik bir yaşam sürmemizin tek yolu bedenlerimizi doğru duyumsamaksa, bunu yaratmanın yolu Marx’ta devleti yıkmak, özel mülkiyeti kaldırmaktır. Nietzsche ve Deleüze’de birey tüm bu yaşam pratiğinden ve emeğe yabancılaşma gerçekliğinden ayrı yalıtılmış beden olarak ele alınır ve bireyin varlığa içkin saf bir kavramlaştırma yapılabileceği, kendi çabalarıyla, güç istenciyle taleplerini kurabileceği ve sevincini inşa edebileceği savunulur. Marx’a göre ise özgür duyusal öznellik ancak tarihin nesnel dönüşümüyle gelecektir ve duyusal zenginlik tüm bir insan doğası tarihinin birikimiyle gelişmektedir.


Toplumsal yaşamdan kopuk anlamlandırma soyut ve metafiziktir

Terry Eaglaton’a göre de şiirin varlığa içkin olması, onun karmaşık toplumsal bağlamıyla ilintilidir. “Bireysel bir nesnenin biricik bir fenomen olmasının sebebi, öteki nesnelere bir ilişkiler ağıyla bağlı olmasıdır. (...) bu ilişkiler ve etkileşimlerinden izole edilip incelenen nesne bütünüyle soyuttur. (Şiir Nasıl Okunur, sf: 224) Yine Eagleton’un bize Marx’ın Grundrisse’inden aktardığına göre, örneğin para kavramı soyuttur, çünkü asıl gerçekliğin çıplak, giriş niteliğindeki bir taslağından fazlası değildir. Ancak para fikrini onun karmakarışık toplumsal bağlamına yeniden oturttuğumuz ve paranın emtialar, ticaret, üretim ve benzeri şeylerle ilişkisini incelediğimiz zaman onun çok katmanlı içeriğine uygun somut bir kavram üretebiliriz.

Şiirle örneklersek, yeşil yaprak tek başına soyuttur, mavi yaprak demek de yeşil yaprak kadar soyuttur ve bu görsel söz öbeğinden bir şiir yaratmış olmayız. Sözcükleri şiir haline getiren, onların ahenk, ritim, mecaz, sözdizimi gibi biçem unsuru başarılarının dışında bütünle olan ilişkileridir. Yani şiir köktür, daldır, ağaçtır, ormandır, dünyadır, soluktur, yaşamdır, yaprak kimi yerde rant kimi yerde savaş kurbanıdır.

Eagleton İmgelem başlığını şöyle sonlandırır: “ Benzer biçimde Yuri Lotman için de bir şiir, tam da birbiriyle etkileşim halindeki çok sayıda sistemin ürünü olduğu için somuttur. İmgeci şiirde olduğu gibi, imgelemi gurulu bir biçimde yalnız bırakmak için bu sistemlerin bazılarını ( gramer, sözdizimi, ölçü ve benzerlerini) önleyebilirsiniz, ancak bu, görünürde olduğu gibi bir bütünleşme değil, imgelemin bağlamından soyutlanmasıdır.” (a.g.e, sf: 225)


Toplumcu düşünce, eleştirel gerçekçilik

İnsan yabancılaşmış duyusalı kavrarken belli bir sınıfın, çağın, tarihin, toplumun, ulusun insanıdır. Sanatçının bireysel ve toplumsal görüşü ve yaratımı üzerindeki etkisi, bu gerçekliği nasıl kavradığıyla ilgilidir.

Ernst Fischer Sanatın Gerekliliği’nde, sanatçının gidebildiği yere kadar toplumsal gerçekliğin gelişmesine uymasını umut eder ve burada Kafka’nın Dava romanından örnek vererek sanatçının tarafsızlığının, aslında toplumsal gerçeklere uyan bir görüş olasılığına sırt çevirmek olduğuna değinir.

Franz Kafka “Bir davada ancak bir yanı tutan kişi yargılayabilir, ama yan tuttuğu için yargılayamaz. Bu yüzden dünyada yargılama olanağı değil, yalnızca bu olanağın bir pırıltısı vardır” derken bu geçeği biliyordu. Kişinin ancak belli bir görüş açısından algılayabileceği veya yargılayabileceğini biliyordu (…) Oysa Kafka kimsenin yan tuttuğu için yargılamayacağını söylerken, güdümlü olmakla birlikte kaba çizgileriyle toplumsal gerçeklere uyan bir görüş olabileceğini görmezden geliyor." (Sf: 110/111)

Devamında Fischer Kafka’nın (diyalektik ve tarihi maddeci yöntemle gözlemleyebildiğimiz) gerçeğin; ölmekte olan, köhnemiş parçalarını görürken doğmakta olan kısmını ya da gelmekte olanı göremediğini ve karamsarlığa düştüğünü ima eder.

Fischer aynı eserinde, Gertrude Stein’in şiirinden örnek verirken şöyle der : “Tılsımlı bir dua okur gibi ‘Bir gül bir güldür bir güldür bir güldür” dediği zaman bu etkiyi yaratmak istiyor üzerimizde; her türlü toplumsal gerçekliği bir yana bırakmamızı, bütün bağlarımızı koparmamızı, tılsım yoluyla “kendi başına bir şey’e” dönüşen tek bir nesne üzerinde durmamızı istiyor.” (Sf:99)

Başa dönersek burjuva dünyanın tüm bu çirkinliğinden, insan karşıtı akılcılığından rahatsızlık duyan şairin, kaba bir materyalizmle varlığa kaçışı ve oradan hareketle mutlak bir duyuş ve mitsel sezgi geliştirme çabası hiçleşmiş sözcükler yığınına götürüyor bizi.

Fischer’ın toplumcu gerçekçilik konusundaki sözleriyle kayda değerdir:

“Toplumcu sanatçı, emekçi sınıfının tarihsel görüş açısını benimser. (…) Başka bir deyişle, toplumcu sanat büyüme sürecinde olan toplumcu düzenle kendisi arasında bir özdeşlik kurar. Sanatçı çevresindeki dünyaya romantik bir ayaklanma içinde değildir artık. Ne var ki, “ben’le toplum arasındaki denge de hiçbir zaman dural değildir; bu denge sürekli çatışmalar ve çelişmelerle sıkı sık yeniden kurulmak zorundadır “
(a.g.y, sf: 112)

Varlığı tarihsel, toplumsal bir bağlam olarak ele alırken içerdiği yeni belirlenimleri görmek kuşkusuz ki yeni biçimleri kurmayı gerektirir. İmgeci şiir derken karşı çıktığım imge olmadığı gibi, saf şiir derken de karşı çıktığım sözcükler değil onların gerçekliği yıkarken yeniden anlamı kurmayışı ve gize, bilinmezliğe yönelişidir. Eski biçimlerle yeniyi anlatamayacağımız gibi yeni biçimlerle eskiyi anlatamayız; gelmekte olanı görebiliyorsa şair onun biçimlerini görmeli, çünkü gerçeklik biçimiyle vardır; bu biçimi algılayıp düş, heyecan ve özgünlüğüyle yeniden, en farklı şekliyle biricik kurmak ise şairin estetik becerisidir. Marx’a göre zaten estetik, acil ihtiyaçlar karşılandıktan sonraki evrensel kolektif emeğin taşmasıdır, yani bedendeki arzunun zorunlu özsel gereksinimler gerçekleştikten sonraki özgür biçimlenen tutkusudur.

______________________


* (Bakınız: Felsefi Şiir, Tinsel Poetika Yücel Kayıran, Yapı Kredi Yayınları)


dizin    üst    geri    ileri  

 



 24 

 SÜJE  /  Berivan Kaya  /  yirmi yedi eylül iki bin on yedi  / 24