Günlerdir aynı şey. Kelimelerle oynayıp duruyordu. Günlerdir ağzında süt
tadı.
Günlerdir, aklında arkadaşının kara süt şiiri. Genç kız sürekli kendi
kendine konuştuğu için, evin gelini kıza bir muska yaptırmış, kız da onu
tuvalete atmıştı. Bütün bunlar geçen yıl olmuştu. Tüm bunları düşündükçe
aptallığına yanmaya başladı. Neden bu kadar kapılmıştı bu heykeltıraşa?
Çünkü heykeltıraş üniversitede psikiyatri derslerine de misafir olmuştu.
Söylediği her şeyi gereksiz önemsemekten muzdarip bir dönem! Ne denir?
Ağzındaki süt tadı gerçekti. Ayrıca, her şeyi fazla parlak görmesi de…
Sırf bir etkilenişten kaynaklıydı. Büyüyü bozan, heykeltıraşın kendi
çalışanlarını dolandırdığı gerçeğini öğrenmesi oldu. Genç kız bir anda
ayıldı. Zırvalıktı bütün bunlar. Kapılmak ve bir beyin ilüzyonu.
Kesinlikle kelimelerle oynaması gereksizdi. Uzakların flu görünmesi
bilinçaltı bir mesele. Evet. Bilinç altına inanmak gerekti. Ama bu kadar.
Sonra düz görmeye çalıştı. Düzlüğün ardında yine sürrealist bir imge
deryası...
Sanatçıydı işte. Birilerinden tavsiye alması gerekmiyordu. Koşuların
iyileşmesi zaman alacak. Peki. Şimdi sadelikten yana. Olmuyor. Derinlik
yine bilgi gerektiriyor. Sculpor ya da sculptor kelime anlamları,
hayatındaki heykeltıraş ve ressamların ismini ve cismini değiştiriyor
genç kız. Kendi hayatında iç içe senaryoların hangisi kendisi, ne kadar
düz? Ne zaman her şeyi iç içe görüyor. Artık akışında ve doğalında
olmalı. Yalnız kendinde sıyrıldığı şeylerin farkında. Kompleks ve kibir
arasında gidip gelmeyecek. Yok canım, yine aynı şeyler. Bak daha dün,
öfkesinin sıçrayan taşlara benzediğini tarif ediyordu.
Bugün yine intihar fantezisi kurdu. Empati ve drama hep aynı şey. Bazen
kör bir kız oluyordu, bazen göçük altında bir yeni gelin… Bütün
senaryolar biraz kendisi. En son, girdaba kapıldığı bir düşün içinden,
yooo o ilk depresyonunun habercisiydi Üniversitede. Doktor, ‘ben de işçi
çocuğuyum, benim başımı derde sokma’, diyerek yazmıştı ilk depresan
ilaçlarını. Şimdilerde yine heykeltıraş. Ucuz kilden yaptığı tüm
heykelcikler kırıldı. Başında başka halelerle dolaşacak. Ancak gün
ışığında onun depremlerini ve göçük altındaki çığlıklarını kimse
duymuyor. Geçen yıl Deleuze’den bir sinema dili çıkarsamaya çalışıyordu.
Yürüyen bir cehalet abidesi bildiği bilmediği oluyor. Gerçek bir
heykeltıraş olabilirse, özü ile buluşacak.
Ölümün imgelerinden çoğalmıştı aslında. Korkunun zahir olduğunu
anlatabilmişti kendisine. Sonra Mişima ve Lacan, işte böyle… Ne kadar
teorize ve parçalanmış duygu varsa özüne ulaşmak için yontacağı bir yığın
ölüm. Miras olarak kırık kilden heykeller bırakabilir. Öteki heykeltıraşı
çoktan unuttu. Egzersiz, sakinlik düze ve derine, işte bu kadar. Parkta
otururken bir film şeridi gibi hatırlayıverdi tüm bunları. Daha az öfke.
Parkta bir baba, çok kibar görünüşlü bebeğine ‘baba’ demeyi öğretiyordu.
Düşünmekten yorgun düşmüş, kımıltısız bebeği izlemeye koyuldu. Ardından
gözlemeci kadın, kızın yanından seğirtip geçerken, elindeki kitabın
kapağını okudu. Herkes Sanatçı Doğar. ‘Doğru mu’, diye sordu. Kız o an
kendi düzlüğünü ve derine inerken sürekli ayağının boşluğa gelişini
düşündü. ‘Sanırım’, diye cevap verdi. Parkta garsona sipariş verdiği çay
bir türlü gelmeyince usanıp kalktı. Telefonu çaldı. ‘Aşkım, kadınım’
diyordu telefondaki ses. Umut, son baharın son sıcaklığı, ne denir?
Öteki heykeltıraşı gerçekten unutmuştu. Ama hayatındaki asıl heykeltıraşı
on dört yaşında tanımıştı. Simena’da yazlıkta. Hasbel kader tanıştığı
heykeltıraş onun akrabasıydı. Simena’da sürgün bir hayat. O sürgünlüğün
de son demleri… Sonra İstanbul’a ya da genç kızın kasabasına dönecek.
Kızın hayatında gerçekten çok büyük bir devrimdi. Çünkü heykeltıraş
kasabaya döndü. Ama ne dönüş. At üstünde. Simena’da nasıl yaşıyorsa,
konutlara da aynı yaşamı taşımıştı. Kendi şarabını kendi yapar, kendi
evini kendi inşa ederdi. Bir villayı baştan aşağı yeniden bir iç mimar
gibi yıkar ve yeniden yapardı. Kız on dört yaşındayken, hayatında, keski,
spiral, fırçalar, karakalem, fon kağıtlar, aydıngerler ve cetvellerle
boğuşuyordu. Aşıktı o mermerden kadınlara. Düşlerinde hep heykeltıraşın
mermerden kadınları kırılıyordu. Nefes nefese uyanırdı. Bir gün gerçekten
kırıldı heykellerden biri. Kız hemen heykeltıraşın gözlerinin içine
baktı. Onun gözlerinin içindeki acıyı duyup, içinde hissetmek istedi.
Heykeltıraş sadece ‘onu bu şekilde de yaşatamayacağımı bilmem
gerekiyordu’, demişti. Genç kız o an aşık olduğu heykellerin yüzlerinin
hep aynı olduğunun ayrımına varmıştı. Gizli bir aşk hikâyesi. Ama genç
kız hiç sormadı. Kendince heykeltıraşın alanlarına saygı duyması
gerektiğini sezinliyordu.
Öteki heykeltıraşı çoktan unutmuştu. Öteki heykeltıraş, bu devrimci
heykeltıraşı da kandırmış meğer. Zamanla taşlar yerine oturdukça
sakinliğe sığınmak daha kolay oluyordu. Ancak genç kız kendine gelene
kadar, bir doçent doktor ile sıkı bir sohbet etmek zorunda kalmıştı.
Rüyasını anlattı doçente. Suyun dibinde oturmuş bir çocuk heykeli olarak
görmüştü kendini genç kız. Suyun izi vardı rüyada. Tuz tadı bir
uyanıştaydı. Ağzı hem tuzlu hem süt… Kara süt ve nefret sütü şiirler
aklında. Heykeltıraş ‘neden yazıyorsun’ diye soruyordu kıza. ‘Kız, yazar
olmak için’, demişti. ‘O zaman sen yazar olamazsın. Sen, sen olduğun için
yazdığında yazar olabilirsin’, diye yanıtlamıştı heykeltıraş onu.
Hafiflemiş bir halde çıkmıştı doçentin odasından, ağzında bu kez şekerli
bir tat.
Evet evet, sonbahardı ve içindeki çocuk ağaçlara koşuyordu. Hafiflemişti.
Hiç kimseyim ve sıradanım… Sormayın bana bir şey… Hafifim sadece…