ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız   





 

Distopik Boşluk



“ Bir efsaneye göre, yılanların en zeki olanları kalbini bedeninden ayrı bir yere gizler. Bu yüzden bir yılanı öldürmeye kalkışacaksan, dışarıda olduğu bir gün yuvasına gitmen ve atan kalbini bulup iki parçaya ayırman gerekir. “


Kedi sobanın önüne atılmış minderin üstünde uyuyordu. Soba, sıcak hava üfleyen, yeni nesil elektrikli sobalardandı ve oldukça küçük olan salonu ısıtmaya yeterli oluyordu. Kedinin beyazlığı, üzerinde uyuduğu minderin kırmızısı ile daha da belirgin bir hale gelmişti. Dışarıdaki fırtına şiddetlenip, yağmurun ama en çok dalgaların sesini yükselttiğinde kedi gözlerini açıp, başını kaldırdı. Sessiz bir miyavlayış döküldü ağzından. Gücüm yetmez ki, diyen bakışlarını görebilse hoşuna giderdi, o esnada kedinin karşısındaki kanepede uyumakta olan Nazlı’nın. Üstüne aldığı battaniyeye sıkıca sarılmış, başı kanepenin yastığından yana düşmüş uyuyordu. Okurken uyuyakalmış olmalıydı ki, göğsündeki açık sayfası soluk alışverişleriyle hafifçe titriyordu. Adı Nazlı’ydı. Dışardaki fırtınaya karşın uyuyabilmiş, dingin soluklanışıyla kediyi de uykuya sürüklemişti.

Kedi evin verandasına asılmış rüzgâr çanlarının sesinden hoşlanmıyor, fırtınanın etkisiyle yükselen sesini duymamanın çaresini bulamadığından uykuya sığınıyor gibiydi. Nazlı’nınkinin aksine rahatsız bir uykuydu onun ki. Önünde yattığı sobanın yaydığı sıcaklığın keyfini alaşağı eden çanın sesi canını sıkıyor gibi arada bir gözlerini açıp, huzursuzca kırpıştırıyordu. Gün çekilip, hava kararalı çok olmuşsa da henüz saat erken sayılırdı. Patilerini öne uzatıp gerinen kedi, kalkmakla yerinde kalmak arasında ikircikli bir titreyişteyken, Nazlı’nın uykusunda mırıldandığını işitip dikkat kesildi. Sarı – yeşil gözlerini dikkatle üzerinde gezdirdi. Oraya gidip, ayakucuna çıkıp uzanmakla yerinde kalmak arasında kararsız kalmış gibiydi. Hareketlenecekken yükselen dışarısının uğultusu olduğu yere sinmesine neden oldu. Birkaç gün öncenin erken baharını andıran havası aklına düştü o sıra.

Birkaç gün öncenin erken baharı andıran havası, o günün sabahında yerini çok da soğuk olmayan bir yağmura bırakmıştı. Çalıştığı binadan çıktığında hızını azaltmış yağmurun altında biraz yürümenin iyi geleceğini düşünmüştü Nazlı. İçinde yükselen bunaltıyı bir parça hafifleteceğini düşünmüştü çok da uzun sayılmayan yürüyüş mesafesinin. Çantasındaki şemsiyeyi çıkarmamasının sebebi içini karartan günü, her adımda ve saçlarının arasına düşen her damlada geçtiği yollara serpebileceği umudu olmuştu. Zihninde dolanıp duran fikri içsesi fısıldamıştı beklenmedik bir anda. Kendine yakalanmış hissetti, içsesinin reddedemeyeceği cümleyi işittiğinde: belirgin bir biçimde bir distopyanın içindeymişsin gibiydin; saklama, yok sayma, bir yolunu bul! Doğruydu. Sıkışma, bir dakika daha dayanamayacakmış gibi hissetme, o boğulma duygusu. Böyle devam edemezsin, demişti içses peşinden. Bunda da haklıydı. Yürümeyi sürdürürken bir yandan da seçenekleri düşünmüştü. Her şeyi bırakıp, ara verme diyelim hadi buna, uzaklaşabilme olasılığını tartmıştı bir yandan da. Olurdu olmazdı derken yağmurun hızlanıp, kendisini enikonu ıslattığını fark edememişti. Yanından geçen, şemsiyelerinin altına sığınmış insanların bakışlarını da gördüğü yoktu. Gidersin gidemezsin, gidilir gidilmez, yapılır yapılmaz tartışması süredururken içinde, onu eve götürecek araca bineceği durağa ulaşmıştı. İlk kez sabırsızlanmamış, bir an önce eve ulaşmayı istememiş, araca binip kitabını açıp okuma arzusu duymamıştı. Boş, görmesiz bakışlarını yağmur damlalarının düştüğü küçük su birikintisine dikmişti sadece. Bilmesi gerektiğini düşünmüştü: Distopya olduğum yer mi, yoksa içim mi?

Ertesi gün harekete geçmiş; istifa dilekçesini – sözleşmeyi ihlal ettiği, bunun sonuçları olacağı tehditlerine kulak tıkayarak – şirkete teslim etmiş, annesinden evin anahtarını ve bitmeyecek gibi gelen talimatları almış, kediyi ve eşyalarını hazırlamış yola düşmüştü. Yağmurlu bir akşamüstünde başlamış bir yolun gerçekte nerede sona ereceğinin bilinmemesinden kaynaklanan çekiciliğine bırakmışlardı kendilerini. Nazlı da kedi de. Kedinin huysuzluk etmemesini, nereye gideceklerini sezmiş olmasına bağlamıştı Nazlı. Denize mesafesini güvenli, suyun sesini istenir bulduğu o evi hep sevmişti kedi. Şehirdeki apartman dairesinde kovaladığı hayali yaratıkların yerini, gittikleri evin bahçesinin gerçek varlıklarına bırakıyor olmasının yanında, tırmanacak bir dolu ağacın varlığı da etkendi bu sevgide.

Eve ulaşma, yaşanılır hale getirme, hava koşulları için düzenleme derken on gün geçmişti. Birkaç gün önce başlayan yağmurların fırtınayı çağırabileceğini düşünmediklerinden eve kapanmak her ikisinin hoşuna gitmedi önce. Sonra, sobanın yaydığı sıcakla gevşeyen okumalar, gerinmeler, uzunlu kısalı uykular, huzurlu huzursuz rüyalar başlayınca bundan da keyif almayı öğrendiler. Evin önündeki büyük limon bahçesinin sahibi olan huysuz ihtiyarın torunu Ayşegül’ün önce temkinlilikle, sonra kabullenme ve daha da sonrasında memnuniyetle karşılanan ziyaretleri günün eğlencesine dönüşmeye başladı. Lisenin ilk yılını okuyan Ayşegül için bu beklenmedik ikili, hayatındaki önemli bir değişiklik olmuştu. Önceleri belirgin bir çekingenlik hissetmiş ve Nazlı’nın ama daha çok kedinin soğuk duruşlarına aldırmayacak ölçüde ilginç bulmuştu onları. Ziyaretlerindeki inadı, kabullenmeye ve hoş karşılanmaya dönüştüğünde, vazgeçmemiş oluşuna sevinmişti içten içe. İçeri buyur edilip oturduğunda ayaklarının dibine gelip kendini sevdirmek için debelenen tombul kediyi okşarken de, Nazlı’nın kentten getirdiği kitapları karıştırırken de inadında haklı olduğunu anlıyordu. Eli boş gelmiyordu. Bazen birkaç köy yumurtası, biraz keçi sütü, dedesinin bahçesinden – besbelli habersiz – topladığı henüz sarıya dönmemiş limonlardan getirmiş oluyordu her seferinde. Nazlı bunu yapmasına gerek olmadığını söylese de, Ayşegül orada geçirdiği keyifli, uzun ve her seferinde yeni bir şey öğrenmeyle sona eren saatlerin karşılığını vermek zorunda hissediyor olmalıydı kendisini. Kediyi eğlenceli buluyordu. Nazlı’nın bakışlarındaki, adını koyamadığı, üzünce benzer solgunluğu anlamlandırması gerektiğini düşünüyordu. Çok konuşkan değildi Nazlı. Genellikle Ayşegül’ün hevesle anlattıklarını cansız bir tebessümle dinliyor, akıl istendiğinde çoğunlukla sessiz kalıyor ama yine de Ayşegül’ün varlığından rahatsız olmuşa benzemiyordu. Nazlı’nın sabah saatlerinde sahilde uzun yürüyüşler yaptığını annesinden duymuştu, o vakitte okulda olma zorunluluğu canını sıkıyordu bunu duyduğundan beri. Okul sonrası uğradığı günlerden birinde, Nazlı eline kitap tutuşturup, hadi biraz okuyalım dediğinde, okuldaki zorunlu okuma saatlerinde duyduğu sıkıntıyı duymadığını fark edip şaşırmıştı. İlk kitabı ikincisi izlemiş, okul sonrası Nazlı’nın demleyip ince belli bardaklara doldurduğu çay eşliğinde sessiz sessiz okumayı sevmeye başlamıştı. Nazlı’nın müzikten uzak durması dikkatini çekiyor, nedenini sormaya cesaret edemiyordu. Tıpkı onu üzen, belki de bu kış vakti buraların ıssızlığına sürükleyenin ne olduğunu soramadığı gibi.

Distopya’sını içinde getirmişti elbette. Bunu daha ilk günlerinin sabahında sahilde yürürken fark etmişti. Karanlık ve boşluk duygusu, varlığını ilk hissettirdiği gün olduğu gibi, oradaydı yine. İçine çöreklenmişin uzun tarihini gözden geçirmenin ve sonrasında onu olması gereken yere, tarihin derinliklerine gömmenin kolay olmayacağının farkındaydı. Önemli olan yapabilir hale gelmekti. Geldiği yerin ek sıkıntılarından sıyrılırsa, asıl problemle saf bir karşılaşmayı mümkün kılabilirse, devam edebilecek gücü toplayabileceğini düşünmüştü. Belki de henüz erkendi. Kendinden çıkardığı, belli ki hayati, bir şeyin yerine konulabilirliğinin imkânıydı ihtiyaç duyduğu. Hissizliği ürkünç boyutlara ulaşmasa belki buna soyunmayı aklına getirmeyecek, kendisini kaplamasına izin verdiğinin, deyim yerindeyse tarafından işgal edildiğinin varlığına alışarak yaşamayı öğrenecekti. Ne pahasına?

Fırtınaya eklenen gök gürültüsüyle sıçradı uykusundan Nazlı. Aynı anda kedi de. Bakışları buluştu ama Nazlı’nınkiler hala uyur uyanıklığın sersemliğindeydi. Hafifçe doğruldu. Ağrıyan boynunu ovuşturdu. Kalkıp pencereden dışarı baktı. Ağaçlar tutunduğu kökten her an ayrılacakmış gibi sarsılıyor, gök delinmişçesine yere akıyordu. Ürktü gördüğü manzaradan, perdeyi çekti. Saate baktı, genelde bu saatlerde Ayşegül gelirdi bir koşu. Kolunun altında ders kitapları, gözlerinde gülücüğü eksik olmayan bir ışıkla. Bu havada gelemez, diye seslendi kediye. Kedi oyun arkadaşından mahrum kalacağının bildirilmesine surat astı, gidip az önce Nazlı’nın boşalttığı kanepeye kıvrıldı. Gök patladı o sıra. Şiddetinden daha korkunç olan elektriğin kesilip, onları karanlık ve üşüme tehlikesiyle baş başa bırakmasıydı. Mum arandı, mum bulundu. Panik, çakmağı üçüncü çakışında ancak yakabilmesine neden oldu. Sonunda yanan mumun getirdiği görece aydınlıkta bakındı çevresine. Loş ışık, zaten küçük olan salonun biraz daha küçülmüş görünmesinin nedeniydi. Canı sıcak bir şey, yani çay istedi. Üşenmeyip demlesem mi yoksa sallama çaya razı olsam mı diye düşündü. Sallama çay, kent sabahlarına özgüydü. Kısıtlı zamanda, alelacele ağza atılan birkaç lokmayı ıslatıp, çay içmeden evden çıkmadım avuntusunu yol boyunca yanında taşımak için vardı. Mutfağa geçip çayı koydu. Çalmaya başlayan telefonun sesi kediyi yine uyandırdı. Ekranda Ayşegül’ün adı belirince şaşırdı. Bu saatte gelmeye kalkmasın deli kız, diye düşündü. Nazlı abla seni merak ettim, iyi misin diyen sesi endişesini yatıştırdı. Elektrik de gitti, korkmadın değil mi, diye soruyordu. İyiyiz, dedi. Merak etme. Ürkütücü bir gece, diye ısrar etti Ayşegül. Böyle gecelerin ne getireceği belli olmaz. Kızın zaman zaman böyle yaşından büyük sözler etmesi şaşırtıyordu Nazlı’yı. Bakışlarında da doğal bir bilgelik gizliyor gibiydi. Nazlı’ya bakarken, onun göremediklerini gördüğünü düşündüren bir ışık parlıyordu gözlerinde. Elinden geldiğince teskin etti Ayşegül’ü. Telefonu kapattı ve son sözlerini düşündü. Sana doğru çalışıyorlar. Kuşağına özgü bir jargon olabileceğini söyledi kendine bu sözlerin. Yine de aklına takılı kaldı cümle: Sana doğru çalışıyorlar. Hafifçe titredi. Sobanın sönmesi, soğuğu hissedilir kılmıştı. Aceleyle çayı demleyip, battaniyenin altına girdi. Kedi sokuldu, Nazlı izin verdi.

Kalbinden kendini çıkarttın mıydı, boşalan yeri doldurmak için harekete geçerler, demişti bir keresinde de Ayşegül. O zaman da, Nazlı’nın ne demek istediğini anlamaya yönelik sorularını cevapsız bırakıp, bilmiş bilmiş yüzüne bakmıştı. Sana doğru çalışıyorlar’ın önceki bu cümleyi anımsatmasının tek nedeni, her iki söylemin de Ayşegül ya da başka biri için oldukça tuhaf olmasıydı. Evin camlarına vuran uğultuyla irkildi, çayın demlendiğini haber veren kokunun duyumuyla sakinleşmeye çalışarak kalkıp kapıyı, pencereleri kontrol etti. Kapı – kalbinden kendini çıkarttın mıydı…- kilitli, pencereler – sana doğru çalışıyorlar - kapalıydı. Ne tuhaf kız, diye söyleniyordu çayı doldururken. Düş gücü tuhaftan yana meyleder. Fırtınanın gürültüsünü, uğultusunu aşan sesler işitir gibi olduğunda, bunu kendisine hatırlatması gerekmişti. Mumun titreyen alevine bakarken güldü. Bacak kadar kıza da bak sen, dedi. Kalbindeki hazırlığı o zaman hissetti. Geleceği içine almak için yer açmaya çalışıyor gibi esnetiyordu kendisini göğüs kafesindeki et yığını. Panikle doğruldu yerinden. Bana doğru çalışıyorlar! Kedi de tuhaflığı hissetmiş, kuyruğunu tedirgince hareket ettirmeye başlamıştı.

“ kabul et! ”

Sesi işitir işitmez dondu. Buz gibi bir korku yaladı içini, dışını. Rüzgârın uğultusu bu, diye avutacak gibi oldu kendini. Tekrar işitti.

“ kabul et, incindiğini…”

Kediyi kaptığı gibi yatak odasına koştu. Yatağa girip yorganın tepesine çekti. Korkusundan korkan kedi, koşma esnasında tırnaklarını koluna geçirmiş olmalıydı ya, kolundaki sızlamayla karışık yanmaya aldıracak halde değildi. Dikkat kesilip dinledi. Sadece rüzgâr, sadece cama vuran yağmur, sadece rüzgârın uğultusu. Bir de kalbindeki bariz hazırlığın gıcırtısı vardı. Yanılsama, dedi. Dediğiyle rahatlayacak gibi oldu. Demesine kalmadı.

“ kabul et! “

“ incindiğini…”

“ kabullen ve onar! “


Saatlerce sürebilirdi. Fırtına, yağmur, ses…

“ inat etme, kabullen…”


Saatlerce sürdü. Dinlemekten ve itirazdan yorgun düşene, gözlerindeki ağırlığı taşıyamaz hale gelene dek sürdü. Teslim oldu sonunda, cevap verdi.

İncindiğimi değil, incitildiğimi, dedi uyku onu sarmadan hemen önce.

Ertesi sabah uyandığında, dayak yemiş gibi hissediyordu. Kedi ortalıkta yoktu. Güçlükle kalktı. Fırtına dinmişti ama gökyüzü hala koyu griydi. Oraya geldiği günden beri ilk kez sahilde yürüyüşe gitmeyecekti. Bacaklarında derman yoktu, içi mecalsizdi. Ayşegül’ün gelme saatine kadar toparlanması gerektiğini düşündü. Bir açıklamaya ihtiyacı vardı.

Ayşegül o gün de geri kalan dört gün boyunca da görünmedi. Aramalarına, aradığınız numara kullanılmamaktadır karşılığı aldıkça endişesi arttı. Altıncı gün, daha fazla dayanamayacaktı, köye inip her zaman alışveriş yaptığı markete Ayşegül’ü sormaya karar verdi. Adını zikrettiğinde şaşkınlıkla baktı bakkalın karısı. Hangi Ayşegül? Limon bahçesinin sahibi, köy enstitülü İhsan dedenin torunu Ayşegül. Kadın düşünürse hatırlayacakmış gibi gözlerini kıstı. İhsan dedenin torunu yok ki, dedi. Kafasız kadın, diye söylendi bakkaldan çıkarken. Sırayla eczaneye, kasaba, gözlemeci kadınlara en sonunda köyün muhtarına sordu. İhsan dedenin torunu da yoktu, köyde Ayşegül adında o yaşlarda bir genç kız da. İnsanlar delirdiğini düşüneceklerdi, bu belliydi de, delirmediğinden kendi de emin olamadı.


Kalbinden kendini çıkarttın mıydı, boşalan yeri doldurmak için harekete geçerler!

Sana doğru çalışıyorlar!


Eve döndü. Kitabını alıp kanepe geçti. Battaniyeyi çekti üstüne, kedi zıpladı kucağına.

Gelsinler bakalım, dedi. Bahçedeki otların arasından gelen sürünmeyi andıran sesi işitmedi. Yine de gelsinler bakalım, dedi. Kitabı açtı…


dizin    üst    geri    ileri  

 



  7  

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız  /  yirmi sekiz eylül iki bin on altı  / 18