ÖYKÜ

Melek Ekim Yıldız   







TEBESSÜM DÜKKÂNI…



Dışarıda…

Doğru yerde olup olmadığını anlamak için cebinden adresi çıkarıp kontrol etmesine gerek kalmamıştı. Önünde durduğu dükkân vitrini doğru yerde olduğunu bağırıyordu. Tabelası gülümseyen kocaman bir ağızdan ibaretti. Aynı anda birçok şeyi ima eden bir gülümseyiş sokağın başından dikkati çekiyordu. Durup tabelaya baktı. Davetkâr, samimi, güven veren, vaat eden bir gülümseyiş. Bu tuhaf, diye düşündü. Tümü birden. Aynı ağızda. Burada verilen hizmete ihtiyacı olduğuna dair ikna edilmeye rıza göstermiş olmasına karşın içeri girip girmeme konusunda kararsızdı. Tabelanın çekiciliği bir yana, acele etmemeye karar verdi. Dükkânın karşısındaki küçük çay evi, oturup düşünmek ve giren çıkanı gözlemleyerek kararsızlığın üstesinden gelmek için iyi bir yer gibi göründü gözüne. Dönüp çay evinin önündeki masalardan birine gidip oturdu. Çayı söylerken, girecek miyim düşüncesini evirip çeviriyordu zihninde. Derinlerden bir sesin ‘umuda kim karşı durabilir!’ dediğini işitir gibi olduysa da, kulak asmadı. Çay güzel, diye düşündü. Bu, şimdilik yeterli.



İçeride…

Bir önceki müşterisini az önce yolcu etmiş olan kadın, dükkânın önünde duran adamı fark etti. Adamın duruşundaki kararsızlık da tabelayı inceleyişindeki dikkat de tanıdıktı. Gülümsedi. Dışarı çıkıp adamı içeri davet etmek yerine, karar verirken yüzünde ve duruşunda gerçekleşecek değişimleri izlemenin günün sıkıcılığına bir parça eğlence ekleyebileceği fikriyle kıkırdadı. Adamın ağzının güçlü bir savunma güdüsüyle büzülmüş olduğunu fark edince, kararının doğru olduğunu anladı. Hem zor hem de mutsuz. Çok tahrik edici, diye düşündü. O sırada adam, dönüp karşıdaki çay evine yürümeye başladı. Çay iyi fikir, diye düşündü kadın. Mutfağa koşup bir bardak çay alıp vitrinin arkasındaki yerine geçti. Kimse umuda karşı koyamaz, kendini içine gizlediği siper ne kadar derin olursa olsun, hiç kimse karşı duramaz umut denen o illete, dedi çayından bir yudum alırken. Bırak savaşsın. Çay güzel, diye düşündü. Bu, şimdilik yeterli.



Dışarıda…

Gerçek, kendiliğinden, samimi, gözlere ulaşabilmeyi başaran gülümseyişleri ne zaman ve nasıl kaybettiklerini hiçbiri hatırlamıyor artık. Hemen herkes birdenbire olmadığı, iş işten geçene dek görünür bir siliniş içermediğinde hemfikir. Bunun bir tür salgın hastalık olduğunu iddia edenler de yok değil; ortada gülümseyebilme, gülme yetisini kaybetmemiş bir grup seçkin insanın durumdan çıkar elde edebilmek için hayata geçirdikleri bir komplo olduğunu söyleyenler de. Akla yakın bulmuyor adam bu iddiaları. Bir şey oldu ve içimize derin, sinsi bir acı çöktü. O gün çoğumuz gülüşü kaybettik, diye düşünüyor. Ne olduğunun önemi olmadığı gibi kimsenin bu konuda inandırıcı bir yanıt bulabilme umudu da yok. Gerçeğinden umudu kesmişler, sahtesinin bir parçasını elde edebilmek için kucak dolusu para döküyor kendilerine ‘ tebessümcü ‘ diyen birtakım insanlara. Ve şimdi ben de eşikteyim, diye düşünüyor adam. Tebessüm dükkânının vitrinini kaplayan tülün ardındaki hareket o esnada dikkatini çekiyor.



İçeride…

Başkalarının yitirdiğini korumuş olmanın uzun süren suçluluğunu dindirebilmenin yolunun, kendinde olanı diğerlerine bulaştırmak olduğunu nihayetinde akıl edemeseydi onlarla aynı kaderi paylaşması an meselesiydi. Mutsuzluktan ziyade iç donukluğuydu şehre bir hastalık gibi yayılan. Donmuş bir ruh mutsuzluğu dahi hissedemez. Acı da bir yaşam göstergesidir. Gülüşü kaybedenin acısı da kalmıyordu. Tebessüm dükkânı bir çare gibi görünmüştü suçluluk hissini bastırmaya. İlkin temkinli birkaç talep, ardından gün gün çoğalan gülmesizlerle dolmuştu hayatı. Bazen başarıyordu tebessümü sirayet ettirmeyi, bazen hiçbir şey olmuyordu umuda karşı çıkamayıp gelmişlere. Başarısızlıktan acı duymamayı da zamanla öğrenmişti. Bir denizyıldızı, bir denizyıldızıdır. Çay evinde oturmakta olan adama baktı perdeyi hafifçe aralayıp. Yüzündeki sertliğin güzel olduğunu düşündü. Bir de şu ağız. Tüm bir ruhun korumasını büzülmüş dudaklara yüklemiş o güdü. Bunu heyecan verici bulduğunu fark etti şaşırarak. Gülümsemesini kınayacak gibi oldu ilkin, sonra nasılsa bende çok var diye önledi yüzüne yayılandan suçluluk duymayı. İçeri girecek mi, merakının içinde yarattığı kıpırtıdan hoşlandı. Perdeyi biraz daha araladı. Adamla göz göze geldiler.



Dışarıda…

Kadının yüzündeki gülümseyiş adamı sersemletti. Hafifçe kıpırdadı. Orada oturmayı sürdürme, kalkıp bu daracık sokaktan uzaklaşma veya dükkâna girme seçeneklerinin tümü bir seçeneksizlikmiş gibi göründü gözüne bir anda. Çayı bitirdi ve kalktı. Zaten on adım olan sokağın ortasına kadar yürüdü, durdu.



İçeride…

Adamın sokağın ortasına kadar yürüyüp yine durduğunu gören kadın, elindeki çay bardağını masanın üzerine bırakıp dış kapıya yöneldi.



Sokakta…

Kadın kapıyı açıp dükkânın önüne çıktı. Adamla aralarında beş adım ya vardı ya yoktu. Adam kadının yüzündeki tebessümü engellemeye çalıştığını fark etti. Ama oradaydı aslında, ağzının kıvrımında kıpırdanıp duruyordu. Kendinde olamayana, yitirmiş olduğuna dair yakıcı bir özlem duydu ilk kez. Belki biraz da kıskançlık. Bu esnada kadın elini adama doğru uzatmıştı.

Gel hadi, dedi. Kimse sende zaten var olmamış olanı oraya geri koyamaz. Gel hadi.

Adam uzatılan eli tutup tutmama konusunda ikircikliymiş gibi baktı bir an. Derken eli kendiliğinden yöneldi kadına doğru. Parmakları kadının parmaklarına değerken o da konuştu: Ve kimse umuda karşı koyamaz…


dizin    üst    geri    ileri  

 



  6  

 SÜJE  /  Melek Ekim Yıldız  /  yirmi dokuz eylül iki bin on beş     12