Doğru yerde olup olmadığını anlamak için cebinden adresi çıkarıp kontrol
etmesine gerek kalmamıştı. Önünde durduğu dükkân vitrini doğru yerde
olduğunu bağırıyordu. Tabelası gülümseyen kocaman bir ağızdan ibaretti.
Aynı anda birçok şeyi ima eden bir gülümseyiş sokağın başından dikkati
çekiyordu. Durup tabelaya baktı. Davetkâr, samimi, güven veren, vaat eden
bir gülümseyiş. Bu tuhaf, diye düşündü. Tümü birden. Aynı ağızda. Burada
verilen hizmete ihtiyacı olduğuna dair ikna edilmeye rıza göstermiş
olmasına karşın içeri girip girmeme konusunda kararsızdı. Tabelanın
çekiciliği bir yana, acele etmemeye karar verdi. Dükkânın karşısındaki
küçük çay evi, oturup düşünmek ve giren çıkanı gözlemleyerek
kararsızlığın üstesinden gelmek için iyi bir yer gibi göründü gözüne.
Dönüp çay evinin önündeki masalardan birine gidip oturdu. Çayı söylerken,
girecek miyim düşüncesini evirip çeviriyordu zihninde. Derinlerden bir
sesin ‘umuda kim karşı durabilir!’ dediğini işitir gibi olduysa da,
kulak asmadı. Çay güzel, diye düşündü. Bu, şimdilik yeterli.
İçeride…
Bir önceki müşterisini az önce yolcu etmiş olan kadın, dükkânın önünde
duran adamı fark etti. Adamın duruşundaki kararsızlık da tabelayı
inceleyişindeki dikkat de tanıdıktı. Gülümsedi. Dışarı çıkıp adamı içeri
davet etmek yerine, karar verirken yüzünde ve duruşunda gerçekleşecek
değişimleri izlemenin günün sıkıcılığına bir parça eğlence ekleyebileceği
fikriyle kıkırdadı. Adamın ağzının güçlü bir savunma güdüsüyle büzülmüş
olduğunu fark edince, kararının doğru olduğunu anladı. Hem zor hem de
mutsuz. Çok tahrik edici, diye düşündü. O sırada adam, dönüp karşıdaki
çay evine yürümeye başladı. Çay iyi fikir, diye düşündü kadın. Mutfağa
koşup bir bardak çay alıp vitrinin arkasındaki yerine geçti. Kimse umuda
karşı koyamaz, kendini içine gizlediği siper ne kadar derin olursa olsun,
hiç kimse karşı duramaz umut denen o illete, dedi çayından bir yudum
alırken. Bırak savaşsın. Çay güzel, diye düşündü. Bu, şimdilik yeterli.
Dışarıda…
Gerçek, kendiliğinden, samimi, gözlere ulaşabilmeyi başaran
gülümseyişleri ne zaman ve nasıl kaybettiklerini hiçbiri hatırlamıyor
artık. Hemen herkes birdenbire olmadığı, iş işten geçene dek görünür bir
siliniş içermediğinde hemfikir. Bunun bir tür salgın hastalık olduğunu
iddia edenler de yok değil; ortada gülümseyebilme, gülme yetisini
kaybetmemiş bir grup seçkin insanın durumdan çıkar elde edebilmek için
hayata geçirdikleri bir komplo olduğunu söyleyenler de. Akla yakın
bulmuyor adam bu iddiaları. Bir şey oldu ve içimize derin, sinsi bir acı
çöktü. O gün çoğumuz gülüşü kaybettik, diye düşünüyor. Ne olduğunun önemi
olmadığı gibi kimsenin bu konuda inandırıcı bir yanıt bulabilme umudu da
yok. Gerçeğinden umudu kesmişler, sahtesinin bir parçasını elde edebilmek
için kucak dolusu para döküyor kendilerine ‘ tebessümcü ‘ diyen birtakım
insanlara. Ve şimdi ben de eşikteyim, diye düşünüyor adam. Tebessüm
dükkânının vitrinini kaplayan tülün ardındaki hareket o esnada dikkatini
çekiyor.
İçeride…
Başkalarının yitirdiğini korumuş olmanın uzun süren suçluluğunu
dindirebilmenin yolunun, kendinde olanı diğerlerine bulaştırmak olduğunu
nihayetinde akıl edemeseydi onlarla aynı kaderi paylaşması an
meselesiydi. Mutsuzluktan ziyade iç donukluğuydu şehre bir hastalık gibi
yayılan. Donmuş bir ruh mutsuzluğu dahi hissedemez. Acı da bir yaşam
göstergesidir. Gülüşü kaybedenin acısı da kalmıyordu. Tebessüm dükkânı
bir çare gibi görünmüştü suçluluk hissini bastırmaya. İlkin temkinli
birkaç talep, ardından gün gün çoğalan gülmesizlerle dolmuştu hayatı.
Bazen başarıyordu tebessümü sirayet ettirmeyi, bazen hiçbir şey olmuyordu
umuda karşı çıkamayıp gelmişlere. Başarısızlıktan acı duymamayı da
zamanla öğrenmişti. Bir denizyıldızı, bir denizyıldızıdır. Çay evinde
oturmakta olan adama baktı perdeyi hafifçe aralayıp. Yüzündeki sertliğin
güzel olduğunu düşündü. Bir de şu ağız. Tüm bir ruhun korumasını büzülmüş
dudaklara yüklemiş o güdü. Bunu heyecan verici bulduğunu fark etti
şaşırarak. Gülümsemesini kınayacak gibi oldu ilkin, sonra nasılsa bende
çok var diye önledi yüzüne yayılandan suçluluk duymayı. İçeri girecek mi,
merakının içinde yarattığı kıpırtıdan hoşlandı. Perdeyi biraz daha
araladı. Adamla göz göze geldiler.
Dışarıda…
Kadının yüzündeki gülümseyiş adamı sersemletti. Hafifçe kıpırdadı. Orada
oturmayı sürdürme, kalkıp bu daracık sokaktan uzaklaşma veya dükkâna
girme seçeneklerinin tümü bir seçeneksizlikmiş gibi göründü gözüne bir
anda. Çayı bitirdi ve kalktı. Zaten on adım olan sokağın ortasına kadar
yürüdü, durdu.
İçeride…
Adamın sokağın ortasına kadar yürüyüp yine durduğunu gören kadın,
elindeki çay bardağını masanın üzerine bırakıp dış kapıya yöneldi.
Sokakta…
Kadın kapıyı açıp dükkânın önüne çıktı. Adamla aralarında beş adım ya
vardı ya yoktu. Adam kadının yüzündeki tebessümü engellemeye çalıştığını
fark etti. Ama oradaydı aslında, ağzının kıvrımında kıpırdanıp duruyordu.
Kendinde olamayana, yitirmiş olduğuna dair yakıcı bir özlem duydu ilk
kez. Belki biraz da kıskançlık. Bu esnada kadın elini adama doğru
uzatmıştı.
Gel hadi, dedi. Kimse sende zaten var olmamış olanı oraya geri koyamaz.
Gel hadi.
Adam uzatılan eli tutup tutmama konusunda ikircikliymiş gibi baktı bir
an. Derken eli kendiliğinden yöneldi kadına doğru. Parmakları kadının
parmaklarına değerken o da konuştu: Ve kimse umuda karşı koyamaz…