Boyum tutmasa da yaşım tutunca ilkokula başlamışım. Hem boy tutması diye
de bir şey yok ilkokula başlamak için, ben uyduruyorum. Boy da tutsaymış
fena da olmazmış... Benden bir yaş büyük ablam taşıdı çantamı yere
sürtmesin diye okula gidiş gelişte bir yıl boyunca. Nasıl taşımasın
Çantacı Kemal’den en pahalısından deri çanta alınmış ailenin ilk erkek
çocuğu okula başlıyor, var mı ötesi?
Gerçi “ Erkek çocuk merakı yüzünden bu oğlan böyle günsüz doğdu,” der
annem hep. Erkek çocuklar tüy mü diker anne babalarının başına derseniz,
onu karıştırmayalım şimdi konumuz başka.
Başlarda öğretmenimden korksam da zamanla sever oldum. O da beni sınıfta
ilk kırmızı kurdeleyi ben aldığım için daha çok sever olmuş, okul
müdürümüzün sınıfımızı teftişinde kulağına fısıldarken duydum
kendisinden.
Son dersten çıkma zilini beklerken Yüksel öğretmen önce sınıfı susturup
peşinden müjdeli bir sesle duyurdu bize: “Yarın okulumuzda konser
verilecek. Ailelerinize söyleyin, bu sefer biraz fazla harçlık
versinler…”
Konser saati gelince beş sınıfın öğrencileri çıkıverdik okulun bahçesine.
En önde birinci sınıf. Boyumun faydası oluyor bu kez; en öndekilerin
arasındayım. Seviniyorum buna.
Mikrofonlar kurulmuş; “Ses kontrol, bir iki üç… Ses kontrol…” Müzisyenler
gelip dizildiler karşımıza. Yalnız, ben böyle hayal etmemiştim, hani Emel
Sayın’lı filmlerdeki gibi falan… Bir kadın üç erkek. Kemancının başında
fötr şapka var. O zamanlar bilmiyorum ama, önce bir giriş taksimi
çalıyorlar. Dinliyoruz merakla.
Peşinden şarkılara geçiliyor. İlk şarkı: Ölürsem Kabrime Gelme İstemem.
Biraz ürperiyorum. Peşinden Makber’i kadın sanatçı okuyor, çok yanık ve
hüzünlü bir ses. Kemancının koyu gözlükleri var. Kadının gözlüğünün
çerçevesi küçücük. “Her yer karanlık…” derken gözlüğünün üstünden
gökyüzüne bakan gözünün sadece beyazını görüyorum, diğer gözü de bana
bakıyor gibi. Biraz korkuyorum. Sıradaki şarkı: Mezarımı Derin Kaz
Mezarcı.”
Artık dizlerimin bağı çözülmüş, olduğum yere yığılıyorum. Öğretmenim
katlanıp açılan plastik su bardağımla bana su içirirken mikrofondan
müdürün sesini duyuyorum:
“Körler Derneği’nin konseri bitmiştir.”
Okulun hademesi kemancının fötr şapkasını uzatıyor önüme, oturduğum yerde
cebimdeki bütün paraları avuçlayıp şapkanın içine atıyorum.
Öğretmenim fenalaşmamı, sabah evde iyi kahvaltı yapmadığıma yoruyor.
Nasıl diyeyim ki; o gözler, o şarkılar…
Akşam evde babam soruyor: “Oğlum okuldaki konser nasıldı?”
Erkek adam der mi “Korktum!” Demez tabii. “Şarkılar çok ağırdı,” diyorum
sadece. “Olsun olsun, müzik iyidir,” diyor annem de. Müzik, sevse de
sevmese de insanın hayatında oluyor hep. Beşikten mezara kadar. Ninniyle
başlayıp gömülene dek.
Derken okulda mandolin kursu açıldı. Babam, belediyede müdür olan bir
arkadaşından duymuş. “Onun oğlu gidiyor, sen de yazıl, ben sana alırım
mandolin,” deyiverdi.
Şimdi dersiniz ki: “Bak ne güzel!” Kazın ayağı öyle değil! Babam esnaf
adam, ıslıktan başka bir şey çalmamış hayatında. Okumak istediği halde
okuyamaması içinde ukde kalmış besbelli. O zamanlar bale falan yok
ailelerin çocuklarını yarıştıracağı, mandolin kursu o yüzden mühim. Belli
ki babam bir esnaf olarak çocuklarına tahsil yaptırmayı sınıf atlatma
aracı olarak görüyor. Küçüğüm ama aklım kesiyor buna. Sınıf kelimesinin
okuldaki sınıftan öte anlamını bilmesem de anlıyorum babamı.
Hafta sonu kurs başlıyor. Koca okulda beş kişiyiz. Mandolin deyip
geçmemek lazım, blok flüte benzemiyor; çok pahalı.
İlk ders, müzik öğretmeninin sırayla mandolinlerimizi akort etmesiyle
geçiyor. Birkaç hafta geçti kursta. “Gelin Ayşe Suya Gider”i öğreniyoruz
sınıfça. Ben başlıyorum çalmaya, şarkının bir yerinde birden kör
çalgıcılar ve şarkıcılar geliyor gözümün önüne. Duruyorum, pena elimde
ıslanıyor. Öğretmen kızıyor, bozguncu olarak görüyor beni, biliyorum. Ben
“Fırat Kenarında Kayıklar”ı çalmak istiyorum. Yine olmuyor; şarkının
ortasında yine gözümün önündeler, pena yine ıslanıyor.
Böylece mandolin kursu bitiyor benim için. Babam yine de anlayışlı:
“Olsun, flüt kursuna gidersin,” diyor. Sonuçta müzik işte; onlar yine
gözümün önüne gelecek…
***
O yıllardan beri körlük, körler hep ilgimi çekiyor…
Arastada hurdalıkta çıkma kamyon kupasının içinde yaşayan, herkesin onu
“Dörtlük” diye çağırdığı adama ve birlikte yaşadığı köpeğine dışarıda ne
yiyorsam götürüp veriyorum artık. Adam tam kör değil ama olacak diyorum
kendi kendime. Çünkü, gözlüğünün camları şişe dibi gibi.
Saathane Meydanı’ndaki taksi durağında otomobillerin altına yatıp
motorlarının sesini dinleyerek onları tamir eden kör Şeref Amca’yı
saatlerce izliyorum. Kaç kere babaannem gelip söylene söylene
akşamüzerleri eve götürdü beni.
Sonraları babaannemin de iki gözü görmez oldu. Demek ki 105 yaşına dek
yaşamamalı insan, dedim kendime. Garip ama vücudun kendi içinde bir
dengesi var sanırım: babaannem kör olduktan sonra çok feci duyar oldu.
Evde salonda, mutfakta gizli bir şey konuşmak mümkün olmadı. O yüzden
annem altın günü arkadaşlarıyla sık sık bahçeye çıkardı soğuk sıcak
demeden.
***
Fakülte yıllarımda da sürdü bu ilgim. Okul Cebeci’de ama sık sık
Hamamönü’ne; Hacettepe’ye gidiyoruz arkadaşların yanına. İş güç oluyor
devrimcilik gereği.
Bir gün silah sesleri gelmeye başladı yurtlardan. Faşistler yurtlara
saldırmış. Maocu siyasetlerin birinden âmâ bir arkadaş balkonda elinde
silah sıkıp duruyor. Yalnız, yanında biri, arkadaşın elindeki tabancayı
sağa sola çevirtip ona ateş ettiriyor. Kör attığını vurur diye de bir söz
var mı bilmiyorum…
Yine bir gün; kış, kar yağıyor, ne güzel lapa lapa. O balkonda sıkan
arkadaş Hacettepe Kız Yurdu’nun önünde bekliyor; hem de ne bekleyiş:
elinde bir demet çiçekle. Bu körlük, çocukluğumdakinin tersine beni
acayip mutlu ediyor.
12 Eylül darbesinden sonra elinde bomba patladığı için gözlerini
kaybetmiş bir devrimci ve ona tedavi sürecinde âşık olmuş tıplı kızı
tanıyorum. Darbe sonrası çil yavrusu gibi dağılıyoruz. Bir yıl sonra
onları tanıyan bir arkadaşa sorunca: “Hevesi geçince, kız sınıfını
hatırladı,” diyor. “Kalp gözü de kapandı desene,” diyebiliyorum.
Fakültede bir arkadaş var. Memlekette çocuk yaşta evlendirmişler, hatta
birkaç da çocuğu olmuş. Bunu herkesten saklasa da biz, birkaç kişi
biliyoruz.
Mustafa, sömestr tatilinden bu kez geç döndü. Döndü ama bir eksik var:
bir gözü bantlı.
“Çocuklar, oyuncak tüfekle oynarken kazayla kaybettim,” diyor. Çok
geçmeden inanmıyoruz bu söylediğine; yerin kulağı var, memlekettekiler
duymuş kiminle gizli aşk yaşadığını, olan göze olmuş…
Mustafa âşık hem de ne aşk! “Tenzile, bizim memleketin en güzel kızı!”
diyor. Biz bakıyoruz arkadaşla bön bön. Tutamıyorum kendimi: “Vay sizin
memleketteki erkeklerin haline!”yi yapıştırıyorum.
O zaman daha bir inanıyorum, aşkın gözü gerçekten körmüş!
***
Yıllar geçiyor, yaş ilerliyor; büyük şehirden kaçıp deniz kenarında küçük
bir şehire yerleşelim diyoruz. İnternetten denize yakın eski küçük bir ev
görüp satıcısına telefon açıp soruyorum:
“Beyefendi, evden deniz görünüyor mu?”
“Balkondan görünüyor.”
Sevinmeliyim sanırım; denizli bir şehirde doğup büyümüşüm…
Karar veriyoruz evi almaya ve tapu işlemleri için atlayıp gidiyorum.
Satıcıyla buluşmak için telefonda sözleştiğimiz kafeye varıyorum. Kafe
sahibine soruyorum falanca bey gelecekti, hangisi diye. Kafecinin işaret
ettiği masaya gidiyorum. Durum biraz karışık. Masada yedi kişi var ve
hepsinin elinde birer beyaz baston... Kafeci satıcı beyle beni
tanıştırıyor. Karşılıklı memnun oluyoruz. Orada öğreniyorum; alacağımız
ev Körler Derneği’nin mülkü, telefonda görüştüğüm kişi de dernek başkanı
ve masada oturan altı kişi ise yönetim kurulu üyeleri... Her şeyde bir
hayır var demek lazım, diyorum kendime. Yalnız, aklımda; ev, deniz
görüyor mu görmüyor mu? Denizi nasıl gördü de satıcı bana öyle dedi? Olan
oldu; ev çok güzel, neyse ki denizi balkondan on beş santimetre cepheden
görüyor yine de!
Tapu işleri falan da bitti. Eh, sıra diğer işlerde; geri gitmeden hepsini
bitirmeli. Yalnız, evin alt katında derneğin kira almadan barındırdığı
dernek üyesi bir adam yaşıyor. Onun başka bir yere geçmesi için iki gün
beklemeliymişim, olur dedim.
Bari bu arada abonelikleri üstüme alayım. Tapuyu alıp Tedaş’a gittim.
Baktılar dosyaya, saat mühürlüymüş. Normal, dedim kendi kendime, zaten
görmüyor adamcağız, ne yapacak ki elektriği?
“Cezası var,” dedi memur.
“Hayrola?”
“Kaçak elektrikten.”
“………………………”
Ceza da epeyce bir para. Dernek başkanına gidip durumu anlattım. Hiç
garipsemedi, sırıtarak; “Hallederiz hallederiz,” dedi sadece.
Bir hafta sürmedi. Bana bir kağıt yolladı. Şöyle yazıyordu:
“Âmâ bir vatandaşımız için sehven kaçak elektrik kullanma tutanağı
düzenleyen personelimiz için kurumumuz adına özür diler ve
mağduriyetinizin giderilmesi için ilgili teknik birime talimat
verdiğimizi bildiririz. Müdür. İmza”