ÖYKÜ

Naim Kandemir   







HER YER KARANLIK


Boyum tutmasa da yaşım tutunca ilkokula başlamışım. Hem boy tutması diye de bir şey yok ilkokula başlamak için, ben uyduruyorum. Boy da tutsaymış fena da olmazmış... Benden bir yaş büyük ablam taşıdı çantamı yere sürtmesin diye okula gidiş gelişte bir yıl boyunca. Nasıl taşımasın Çantacı Kemal’den en pahalısından deri çanta alınmış ailenin ilk erkek çocuğu okula başlıyor, var mı ötesi?

Gerçi “ Erkek çocuk merakı yüzünden bu oğlan böyle günsüz doğdu,” der annem hep. Erkek çocuklar tüy mü diker anne babalarının başına derseniz, onu karıştırmayalım şimdi konumuz başka.

Başlarda öğretmenimden korksam da zamanla sever oldum. O da beni sınıfta ilk kırmızı kurdeleyi ben aldığım için daha çok sever olmuş, okul müdürümüzün sınıfımızı teftişinde kulağına fısıldarken duydum kendisinden.

Son dersten çıkma zilini beklerken Yüksel öğretmen önce sınıfı susturup peşinden müjdeli bir sesle duyurdu bize: “Yarın okulumuzda konser verilecek. Ailelerinize söyleyin, bu sefer biraz fazla harçlık versinler…”

Konser saati gelince beş sınıfın öğrencileri çıkıverdik okulun bahçesine. En önde birinci sınıf. Boyumun faydası oluyor bu kez; en öndekilerin arasındayım. Seviniyorum buna.

Mikrofonlar kurulmuş; “Ses kontrol, bir iki üç… Ses kontrol…” Müzisyenler gelip dizildiler karşımıza. Yalnız, ben böyle hayal etmemiştim, hani Emel Sayın’lı filmlerdeki gibi falan… Bir kadın üç erkek. Kemancının başında fötr şapka var. O zamanlar bilmiyorum ama, önce bir giriş taksimi çalıyorlar. Dinliyoruz merakla.

Peşinden şarkılara geçiliyor. İlk şarkı: Ölürsem Kabrime Gelme İstemem. Biraz ürperiyorum. Peşinden Makber’i kadın sanatçı okuyor, çok yanık ve hüzünlü bir ses. Kemancının koyu gözlükleri var. Kadının gözlüğünün çerçevesi küçücük. “Her yer karanlık…” derken gözlüğünün üstünden gökyüzüne bakan gözünün sadece beyazını görüyorum, diğer gözü de bana bakıyor gibi. Biraz korkuyorum. Sıradaki şarkı: Mezarımı Derin Kaz Mezarcı.”

Artık dizlerimin bağı çözülmüş, olduğum yere yığılıyorum. Öğretmenim katlanıp açılan plastik su bardağımla bana su içirirken mikrofondan müdürün sesini duyuyorum:

“Körler Derneği’nin konseri bitmiştir.”

Okulun hademesi kemancının fötr şapkasını uzatıyor önüme, oturduğum yerde cebimdeki bütün paraları avuçlayıp şapkanın içine atıyorum.

Öğretmenim fenalaşmamı, sabah evde iyi kahvaltı yapmadığıma yoruyor. Nasıl diyeyim ki; o gözler, o şarkılar…

Akşam evde babam soruyor: “Oğlum okuldaki konser nasıldı?”

Erkek adam der mi “Korktum!” Demez tabii. “Şarkılar çok ağırdı,” diyorum sadece. “Olsun olsun, müzik iyidir,” diyor annem de. Müzik, sevse de sevmese de insanın hayatında oluyor hep. Beşikten mezara kadar. Ninniyle başlayıp gömülene dek.

Derken okulda mandolin kursu açıldı. Babam, belediyede müdür olan bir arkadaşından duymuş. “Onun oğlu gidiyor, sen de yazıl, ben sana alırım mandolin,” deyiverdi.

Şimdi dersiniz ki: “Bak ne güzel!” Kazın ayağı öyle değil! Babam esnaf adam, ıslıktan başka bir şey çalmamış hayatında. Okumak istediği halde okuyamaması içinde ukde kalmış besbelli. O zamanlar bale falan yok ailelerin çocuklarını yarıştıracağı, mandolin kursu o yüzden mühim. Belli ki babam bir esnaf olarak çocuklarına tahsil yaptırmayı sınıf atlatma aracı olarak görüyor. Küçüğüm ama aklım kesiyor buna. Sınıf kelimesinin okuldaki sınıftan öte anlamını bilmesem de anlıyorum babamı.

Hafta sonu kurs başlıyor. Koca okulda beş kişiyiz. Mandolin deyip geçmemek lazım, blok flüte benzemiyor; çok pahalı.

İlk ders, müzik öğretmeninin sırayla mandolinlerimizi akort etmesiyle geçiyor. Birkaç hafta geçti kursta. “Gelin Ayşe Suya Gider”i öğreniyoruz sınıfça. Ben başlıyorum çalmaya, şarkının bir yerinde birden kör çalgıcılar ve şarkıcılar geliyor gözümün önüne. Duruyorum, pena elimde ıslanıyor. Öğretmen kızıyor, bozguncu olarak görüyor beni, biliyorum. Ben “Fırat Kenarında Kayıklar”ı çalmak istiyorum. Yine olmuyor; şarkının ortasında yine gözümün önündeler, pena yine ıslanıyor.

Böylece mandolin kursu bitiyor benim için. Babam yine de anlayışlı: “Olsun, flüt kursuna gidersin,” diyor. Sonuçta müzik işte; onlar yine gözümün önüne gelecek…

***

O yıllardan beri körlük, körler hep ilgimi çekiyor…

Arastada hurdalıkta çıkma kamyon kupasının içinde yaşayan, herkesin onu “Dörtlük” diye çağırdığı adama ve birlikte yaşadığı köpeğine dışarıda ne yiyorsam götürüp veriyorum artık. Adam tam kör değil ama olacak diyorum kendi kendime. Çünkü, gözlüğünün camları şişe dibi gibi.

Saathane Meydanı’ndaki taksi durağında otomobillerin altına yatıp motorlarının sesini dinleyerek onları tamir eden kör Şeref Amca’yı saatlerce izliyorum. Kaç kere babaannem gelip söylene söylene akşamüzerleri eve götürdü beni.

Sonraları babaannemin de iki gözü görmez oldu. Demek ki 105 yaşına dek yaşamamalı insan, dedim kendime. Garip ama vücudun kendi içinde bir dengesi var sanırım: babaannem kör olduktan sonra çok feci duyar oldu. Evde salonda, mutfakta gizli bir şey konuşmak mümkün olmadı. O yüzden annem altın günü arkadaşlarıyla sık sık bahçeye çıkardı soğuk sıcak demeden.

***

Fakülte yıllarımda da sürdü bu ilgim. Okul Cebeci’de ama sık sık Hamamönü’ne; Hacettepe’ye gidiyoruz arkadaşların yanına. İş güç oluyor devrimcilik gereği.

Bir gün silah sesleri gelmeye başladı yurtlardan. Faşistler yurtlara saldırmış. Maocu siyasetlerin birinden âmâ bir arkadaş balkonda elinde silah sıkıp duruyor. Yalnız, yanında biri, arkadaşın elindeki tabancayı sağa sola çevirtip ona ateş ettiriyor. Kör attığını vurur diye de bir söz var mı bilmiyorum…

Yine bir gün; kış, kar yağıyor, ne güzel lapa lapa. O balkonda sıkan arkadaş Hacettepe Kız Yurdu’nun önünde bekliyor; hem de ne bekleyiş: elinde bir demet çiçekle. Bu körlük, çocukluğumdakinin tersine beni acayip mutlu ediyor.

12 Eylül darbesinden sonra elinde bomba patladığı için gözlerini kaybetmiş bir devrimci ve ona tedavi sürecinde âşık olmuş tıplı kızı tanıyorum. Darbe sonrası çil yavrusu gibi dağılıyoruz. Bir yıl sonra onları tanıyan bir arkadaşa sorunca: “Hevesi geçince, kız sınıfını hatırladı,” diyor. “Kalp gözü de kapandı desene,” diyebiliyorum.

Fakültede bir arkadaş var. Memlekette çocuk yaşta evlendirmişler, hatta birkaç da çocuğu olmuş. Bunu herkesten saklasa da biz, birkaç kişi biliyoruz.

Mustafa, sömestr tatilinden bu kez geç döndü. Döndü ama bir eksik var: bir gözü bantlı.

“Çocuklar, oyuncak tüfekle oynarken kazayla kaybettim,” diyor. Çok geçmeden inanmıyoruz bu söylediğine; yerin kulağı var, memlekettekiler duymuş kiminle gizli aşk yaşadığını, olan göze olmuş…

Mustafa âşık hem de ne aşk! “Tenzile, bizim memleketin en güzel kızı!” diyor. Biz bakıyoruz arkadaşla bön bön. Tutamıyorum kendimi: “Vay sizin memleketteki erkeklerin haline!”yi yapıştırıyorum.

O zaman daha bir inanıyorum, aşkın gözü gerçekten körmüş!

***

Yıllar geçiyor, yaş ilerliyor; büyük şehirden kaçıp deniz kenarında küçük bir şehire yerleşelim diyoruz. İnternetten denize yakın eski küçük bir ev görüp satıcısına telefon açıp soruyorum:

“Beyefendi, evden deniz görünüyor mu?”

“Balkondan görünüyor.”

Sevinmeliyim sanırım; denizli bir şehirde doğup büyümüşüm…

Karar veriyoruz evi almaya ve tapu işlemleri için atlayıp gidiyorum. Satıcıyla buluşmak için telefonda sözleştiğimiz kafeye varıyorum. Kafe sahibine soruyorum falanca bey gelecekti, hangisi diye. Kafecinin işaret ettiği masaya gidiyorum. Durum biraz karışık. Masada yedi kişi var ve hepsinin elinde birer beyaz baston... Kafeci satıcı beyle beni tanıştırıyor. Karşılıklı memnun oluyoruz. Orada öğreniyorum; alacağımız ev Körler Derneği’nin mülkü, telefonda görüştüğüm kişi de dernek başkanı ve masada oturan altı kişi ise yönetim kurulu üyeleri... Her şeyde bir hayır var demek lazım, diyorum kendime. Yalnız, aklımda; ev, deniz görüyor mu görmüyor mu? Denizi nasıl gördü de satıcı bana öyle dedi? Olan oldu; ev çok güzel, neyse ki denizi balkondan on beş santimetre cepheden görüyor yine de!

Tapu işleri falan da bitti. Eh, sıra diğer işlerde; geri gitmeden hepsini bitirmeli. Yalnız, evin alt katında derneğin kira almadan barındırdığı dernek üyesi bir adam yaşıyor. Onun başka bir yere geçmesi için iki gün beklemeliymişim, olur dedim.

Bari bu arada abonelikleri üstüme alayım. Tapuyu alıp Tedaş’a gittim. Baktılar dosyaya, saat mühürlüymüş. Normal, dedim kendi kendime, zaten görmüyor adamcağız, ne yapacak ki elektriği?

“Cezası var,” dedi memur.

“Hayrola?”

“Kaçak elektrikten.”

“………………………”

Ceza da epeyce bir para. Dernek başkanına gidip durumu anlattım. Hiç garipsemedi, sırıtarak; “Hallederiz hallederiz,” dedi sadece.

Bir hafta sürmedi. Bana bir kağıt yolladı. Şöyle yazıyordu:

“Âmâ bir vatandaşımız için sehven kaçak elektrik kullanma tutanağı düzenleyen personelimiz için kurumumuz adına özür diler ve mağduriyetinizin giderilmesi için ilgili teknik birime talimat verdiğimizi bildiririz. Müdür. İmza”

- Haziran 2015 -


dizin    üst    geri    ileri  

 



 32 

 SÜJE  /  Naim Kandemir  /  yirmi dokuz eylül iki bin on beş     12