KURGUSAL ÖYKÜ

Özgecan Dalkılıç   







“BAVULUNDA KENDİNİ TAŞIYAN CESETSİN!”


Daha önceden hiç de alışık olmadığı bir şeydi. Tam hatırlayamıyordu; belki de ikincisi olabilirdi. Sayıların ne önemi vardı ki bildiği tek şey yaşadığı mekanla insan uykularda buluşamıyordu. Olasılığı en düşük bir tecrübeydi, onun için. Ölmüş annesini görebilir, atıldığı işyerinin karanlık rutubetli odasında dakikalarca gereksiz dosyaları karıştırabilir, dosyalara not düşebilir ve hatta patronuna çok sinirlendiği zaman kağıtları parça pinçik edip çakmağıyla ateşleyebilirdi. Ayrıldığı sevgilisine sanki bir tek suçlu kendisiymiş gibi sevgi dolu sözcükleri sarf edebilir, af dileyebilirdi, sevgilisinden. Uyanıkken ağlayamadığı yastığının bir köşesinde salya sümük ağlayabilirdi. Öyle ki hiç bilmediği ülkelere gidip hiç bilmediği insanlarla hiç bilmediği dillerde sohbet edebilir; ama asla o kabuğu olan hapishanesinde uykunun içinde bulunamazdı. İlk veya ikinci… Evet, kesinlikle mühim değildi. Şimdi uykusunun içinde tam da oturduğu evin odasındaydı; işte.Durmadan koşuşturup duruyordu. Nereye gideceğini bilmiyordu; ama bir yere gitmek için hazırlık yaptığı, kesindi. İki eliyle birden küpelerini takmak için kulaklarını çekiştirip durdu. Nihayetinde taktı. Bir köşeye fırlattığı kirli kıyafetlerini eğilip yerden aldı, ağzında da bir türlü çalmayı beceremediği yarım ve sönük bir ıslık, çamaşır makinesine doğru yöneldi. Bir elinde kirli çamaşırları olduğu halde diğer eliyle çamaşır makinesinin kapağını araladı. Kapağı aralaması ile beraber berbat bir kokunun istilasına uğradı, evin her tarafı.Islak bırakılmış çamaşırların kokusuna benzemiyordu, hiç. Daha başka bir kokuydu. Sıcak bir ikindi vakti kesilen koyun kokusunu daha çok anımsatıyordu. Biraz daha eğildi, dizlerinin üzerine çömeldi, tam kapağın hizasına geldi. Kapağı iyice aralayıp başını öne doğru daha da uzattı. Uzatması ile çekmesi bir oldu. Avazının çıktığınca bağırdı; lakin duyulmayan türdendi. Elleriyle sımsıkı kapattı, ağzını. Olduğu yere yığılıp kaldı. Bir müddet sonra kendine geldi. Biraz önce yaşadığı şeylerin kriz esnasında gördüğü hayaller olduğunu düşündü. Ayağa kalkarken kendi kendine:

_ Evett, evettt bunlar gerçek değildi, sadece her kriz anında olan şeylerdi. Tekdüze hayatın arasında olan bu krizler en azından hayatımı renklendiriyor. Kim benim kadar şanslı olabilir ki?(!) Bedavadan, zahmetsiz adrenalin. Daha ne olsun, kızım!

Son cümleyi daha da sesini yükselterek nidaladı:

_ Daha ne olsun?!

“Ohhh!” dedi.

_ Her şey bir düşten ibaretmiş.

“Ne düş mü?” dedi bir ses.

_Haklısın kullandığın kelimenin içinde bir düş_ olduğu kesin! Gerçekten düş(t)ün! Hadi dön bak yeniden bana da, şu üzerime iliştirilmiş notu okuyuver. Burada iki büklüm seni beklemekten fazlası ile sıkıldım, artık.



Tekrar gözlerini faltaşı gibi açıp makineye yaklaştı. Rüya olmalıydı bunların hepsi, rüya. Gerçek olamazdı hiçbiri. Gerçekse de gerçeğin bir şakası olmalıydı. Yavaş ve titreyerek, gövdesinin hiçbir yerine ait olmadığını hissederek kapağı yeniden araladı. Her şey yeniden başa dönmüştü. İkiye bükülmüş, kel kafasının üzerinde kanı damla damla olmuş, cinsiyetini bilmediği, otuz üç yaşlarında bir ceset bir gözünü kırpmış kendisine bakıyordu. Cesedin yüzünde alaycı bir gülüş vardı.

Daha da titremeye başladı. Ağlayarak, korkuyu kendisinin dışında hemen yanı başında hissederek:

_ Ama, ama bu nasıl olabilir? Yoo, yooo seni ben öldürmedim. Ben öldürmedim! Her şey bana hazırlanan başkaları için komik ama benim için çirkef, korkunç bir oyundan öte bir şey değil. Birileri bu oyuna son versin. Beni öldürmeye mi niyetiniz var, kahrolasıcalar?!

_ Ağlamayı, sızlamayı bırak da oku şu üzerimdeki notu artık!

Gözyaşlarını bir taraftan silerek yeniden eğildi, çıplak cesedin üzerine, iğneyle iliştirilmiş notu aldı. Bakmaya başladı.

_ Hadisene dışında oku!

Sesssyokkk…

“Bu kadar zor mu senin için?” dedi, ceset.

Kekeleyerek okumaya başladı:

“ Gereksiz, her şeyin manasına varmaya çalışan bir cesedim. Gücüm yetmiyor kendimi öldürmeye. Yapmanız gereken tek şey elinize bir kalem alıp bir öykünün içinde beni öldürmeniz. Öldürdükçe yaşarım biliniz, mümkünse işinizi kan dökmeden hallediniz. Bir de yalancıktan benimle hiç ilgisi olmayan ahh doğrucu sizleri oyalayan aldatmacalı notlar iliştirin üzerime. Sevgilerle, cesediniz(!)”

_ Lanet olsun! Sen benim olamazsın! Seni,ben öldürmedim!

Hızlıca yeniden eğilip makinenin kapağını örttü. Cesedin yüzü makinenin kapağına yapıştı, ceset camdan sırıtarak:

_Evettt, evettt ben seninim. Belki de…

_ Belki de neee!!!?Çıkarsana şu ağzındaki baklayı! Susss artık! Sus da biraz düşünmeme izin ver!

İyi de nasıl gelmişti buraya, kim koymuştu? Düşündü, sustu, sustular, düşündü. Sonra rüyanın içinde başka bir uykuya gitti, geçmişe döndü.“Evettt, evettt”hiç tanımadığı birileri emanet edip gitmişlerdi. Dahası “Hayır, asla kabul edemem!” demesine fırsat kalmadan makinenin yanına bırakıp hızla uzaklaşmışlardı. Ama kimlerdi? Neden hatırlayamıyordu? Üstüne üstelik hala bir yere yetişmesi gerekiyordu. Şimdiki gibi kaç zaman oldu bilmiyor; ama yine makinenin yanına yaklaşmıştı. Israrla aynaya bakmak istiyordu. Kırık aynasını arıyordu ve aynasını makinenin üzerinde görür görmez o tarafa doğru seğirtirken ayağı cesede takılmıştı. Çamaşır makinesinin üzerindeki kırık aynanın sivri ucu dışa dönüktü. Sendeliyor olmanın verdiği şaşkınlıkla kırık aynadan destek almaya çalışırken elini keserek yere düştü, ayna. Tam da sivri tarafı cesedin göğsüne saplandı. Panikledi. Panikliği o anda birden bire ruhunda doğurduğu baş edilemez bir veletti. Ne yapacağını bilemedi. Şimdi kimse ona inanmazdı.

_ Buraya getirdiklerinde zaten ölüydü, desem kimse inanmaz bana. Şimdi ne diyeceğim?Hem ölmüş olan birisi bir kez daha öldürülür mü ki? Bir ceset üzerinden kaç defa cinayet işlenilebilir? Bir insan binlerce kez cinnet geçirebilir; ama bir ceset üzerinde bir kez cinayet işlenir.

Anlatsa, anlatmaya çalışsa… Yoooyooo olmaz, olamazdı. İnanmazlardı, yine her zamanki gibi.

Anlatmamalıyım. Bu işin üstesinden kendim gelmeliyim. Önce şu gidip gelmem gereken yere gidip geleyim sonra bu işin oluruna bakarım, dedi.

Makinenin içine kirli bir çamaşır gibi tepmişti. Şimdi gözü yine makinenin merdanesindeydi. Gideceği yerden bir günden fazla kalabilirdi. Ya gecikirse apartmanı koku sarabilirdi.

“Bu durumda ben ne yaparım?” dedi.

Telaşla banyoya koştu, ordan mutfağa evde bulunan bütün deterjanları cesedin üzerine boşalttı, makineyi çalıştırdı. Bağcıklı ayakkabılarını giyip evden çıktı. Birdenbire bir şehirden bir şehre geçti. Sürekli uzun yolculuk yapıyor gibiydi. Bir şehrin sokaklarındaydı. Sokaklarına yarışma startları kurulmuştu. Kimin ne için yarıştığı belli değildi. Çoğunlukla gençler vardı. Evden kilometrelerce uzakta olmasına rağmen hala kaygılıydı.

“Ya bulurlarsa?”dedi, farkına varmadan dudaklarını kıpırdatarak.

Sırtında çantası vardı. Bir de nereden geldikleri hiç belli olmayan küçük bir kız ile hiç tanımadığı siyah saçlı yirmi yaşlarında yakışıklı bir genç…Bir lokantanın kaldırımına serilmiş masalarına oturup çay sipariş ettiler.Usul usul çaylarını yudumladılar. Yanındaki genç, boyuna:“Başka şansın yok, sen kazanmalısın!”dedi.

_ Evettt, evet kesinlikle sen kazanacaksın bu sefer!

Hala şaşkın bir şekilde bakıyordu. Sanki birileri kendini hipnoz etmiş gibiydi. Ne derlerse kabul ediyor, ne derlerse oraya gidiyordu. Yanındaki küçük kız:

_ Biraz kendine çekidüzen ver, yoksa anlayacaklar! Bırakma kendini bu kadar!

Sanki kız, evde başına gelenleri biliyormuş gibi konuştu.

_ Hadi bana, bize böyle bakma!Sırt çantanda tarağın olacaktı, çıkarda saçlarını düzelt biraz.

“Sen nerden biliyorsun çantamda ne olduğunu?” diye soracaktı ki saçlarına banyo dışında hiç tarak vurmadığı aklına geldi.Ama kız hala ısrarla “Hadi saçlarını tara!” dedi.Sonunda siyah bir tarağı çıkarıp masanın başında saçlarını taramaya başladı.

Bütün sokak buz mavisi ışıltısındaydı. Buzluymuş gibiydi; fakat soğuk değildi. Üşümüyordu, en azından kendisi haddinden fazla yanıyordu. Evdeki ceset, ne yarışmasına gireceği belli olmayan bir yarışma. Niçin gelmişti, buraya? Kimdi, bunlar?

Saçlarını tarayıp tarağı çantasına koyarken önünden bir yığın, sıraya girmiş insanlar geçti. Onlar da yarışma için gelmişti. Nasıl olup bittiğini anlamadan yarışma bitti ve hiçbir şekilde birinci olan belli olmadı. Bir anda biraz önceki kalabalıkla otobüs beklemeye başladı. Otobüs geldi, içine girdi ve kendini dağ başında, karanlık bir toprak damın altında buldu. Bu sefer tanıdık kişilerle, akrabalarıyla bir aradaydı. Ancak ailesinden hiçbiri yoktu. Uzun, dikdörtgen bir masaya kurulmuş yirmi, otuz kadar kişi bu masada yemek yiyordu. Kendisini de masaya davet ettiler. Oturdu.Masanın bir ucu karanlıkta olduğu için o tarafta oturanları göremedi. Belki de annesi ve kardeşleri o taraftaydı. Önüne orak şeklinde bir iki dilim tatlı koydular. Yüzünü göremediği, sesi tanıdık biri:

_ Hadi ye de içini biçsin!

Orak, biçmek, karanlık her şey, her şey hatta tanıdıkları bile kendisine sadece ölümü ve cesedi hatırlatıyordu. Oturduğu yerde iyice sindi. Bir ara gözleri küçük kız ile genç çocuğu aradı. Bulamadı. Yoklardı. Kim bilir belki kendisi de yoktu.Bedenine dokundu, kendisine çatal batırdı. Hiçbir şey hissetmiyordu, yoktu.Bozuntuya vermemek için canının istemediğini söyledi. Herkes gülüp oynuyordu. Ne kadar da neşeliydiler. Onlar gülüp sohbet ettikçe sıkıntıdan içi şişiyordu. “Yaa makinede ceset kokarsa?” dedi.

Usulca sandalyeden kalktı. Kapının ağzına geldi. Kalkışını kimse fark etmedi. Yalnız uzaktan sönük bir ses geldi.

_Gitme, kal bizimle…

Annesi olmalıydı, her zamanki hüzne, çileye boğulmuş sesi ile.

Arkasına baktı. Kimseyi göremedi. Kapının eşiğinden karanlık dışarıya adımını atar atmaz küçük kız ellerinden tuttu. Kendisini çekiştirip durdu. Bir yerlere kaçırıyordu, kendisini. Bir elinde de kendisinden büyük bir bavul vardı. Peşi sıra adeta sürüklüyordu. Nasıl taşıyordu, akıl erdiremedi. Hem koşuyorlardı hem de küçük kız konuşuyordu:

_Bunları evinden senin için hazırladım. İhtiyacın olan her şey burada. Bir daha evine dönemezsin. Unutmalısın orayı. Biz senin suçsuz olduğunu biliyoruz; ama tanıdıkların hiç de suçsuz olduğunu düşünmüyor. Masumiyetini ispat edemezsin. Onların beyninde bir canisin ve bilirsin ki ne kadar hatalı olursan ol bir düşünce hiç gerçekleşmediği, fiile dökülmediği halde eylemin önüne geçebilir. Saplantıları kökünden kazımak her zaman zordur ki senin buna gücün yok, öldürülmek üzeresin!Unut buraları, aklından çıkar. Ya gidersin ya da ömür boyu dört duvar arasında yaşarsın. Seçim senin, gitmelisin demeyeceğim. Gideceksin! Sevdiklerin yok artık, yalnızca sen varsın. Sana kapıdan geçerken güvenlik yardım edecek. Şimdi durmadan doğruca onun yanına gidiyorsun! Bak, aşağıda seni bekliyor. Ben arkadan bavulunu getireceğim. Bir daha arkana dönüp bakmayacaksın!

Ne yapacağını öylesine şaşırdı ki “Pekii, sen?” dedi.

_Sen de gelecek misin benimle?

Küçük kız gözlerini kıstı, sustu.

_ Hadi uzatma, seni bekliyorlar!

Başka bir rüyada hiç bu kadar çaresizliğini hatırlamıyordu. Gözünün önünde çamaşır makinesinin içinde ikiye bükülmüş otuz üç yaşındaki kel, kanlı ceset, kulaklarında özlemle kalan annesinin sönük sesi:

“Gitmeeeee…”

Son kez duymak istediği sıcacık kucağı…

Ağır adımlarla güvenliğin yanına gitti. Hiçbir evrak göstermeden sessizce kapıdan geçti. Bavulu,kapının sağ tarafında kendisini bekliyordu. Küçük kız yoktu. Yalnızlığını, kimsesizliğini hissetti. Bu yük cesetten de ağırdı. Hızlıca dönüp tekrar kapının öte taraflarına geçip toprağına ayak basmak istedi. Geçemedi. Güvenlik:

“Küçük kızın emri var, bu tarafa geçemezsin! Yönünü dön ve git artık! Senin yurdun şu arkanda gördüğün diyar…” dedi.

Gözlerinde uykusuzluk akıyordu, yorgun adımladı, koridoru. Bir ara buralara kadar nasıl geldiğini hatırlamaya çalıştı, beyni uyuştu. Vücudu parmak uçlarına kadar karıncalanmaya başladı. Çantasından kendisini daha da uyuşturan, uyutan ilacını almak istedi. Eğildi, bavulunu açtı. Ardı sıra bir çığlık attı. Ceset bavulun içindeydi. Saçları uzamıştı. Gülerek, dişlerinin arasından tıslayarak konuştu:

_ Ahh be güzelim, tanımadın mı, onca zaman beni, kendini?! Nereye gidersen git cesedinle gideceksin! BAVULUNDA KENDİNİ TAŞIYAN BİR CESETSİN!


dizin    üst    geri    ileri  

 



 30 

 SÜJE  /  Özgecan Dalkılıç  /  yirmi dokuz eylül iki bin on beş     12